Yeryüzünde Allah Teala’nın Şahitleri Olabilmek

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

YERYÜZÜNDE ALLÂH’IN ŞAHİTLERİ OLABİLMEK

Bunun için de Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede:

“İşte böylece sizin insanlığa şâhitler olmanız…” (el-Bakara, 143) Yani insanlığa İslâmʼı temsil etmemiz…

Peygamberler, hepsi Allâhʼın şâhitleri. Hepsi İslâmʼı tebliğ ediyorlar. Hâlleriyle, kālleriyle, davranışlarıyla, ahlâklarıyla, her şeyleriyle. Cenâb-ı Hak bizim de öyle olmamızı istiyor. Çünkü bize bu nîmeti, hidâyet nîmetini verdi ve bu hidâyet nîmetinin mukâbili de bizim yeryüzünde Allâhʼın şâhitleri olabilmemizi (istiyor)…

“…Sizi, mûtedil bir ümmet olarak yarattık…” (el-Bakara, 143) buyuruyor. Hayırhah bir ümmet olarak yarattık buyuruyor. Yeryüzünde Allâhʼın şâhitleri. “…Peygamber de size şâhit olsun…” (el-Bakara, 143) buyuruyor.

Yani Efendimizʼden, bir demek ki Efendimizʼden bir diploma almamız zarûrî. Ve bu diploma da kıyâmet günü olacak -inşâallah-.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak bizden takvâ arzu ediyor. Takvâ sahibi olmak.

Zekâtın nisâbını biliyoruz. Namazın beş vakit kılınacağını biliyoruz. Ezan okunduğu zaman “namaz vakti geldi” diyoruz. Servetimize bakıyoruz, “kırkta bir zekâttır” diyoruz, ayırıyoruz. Fakat Cenâb-ı Hak bize ne istîdat verdi? “Yeryüzünde Allâhʼın şâhitlerisiniz.” buyuruyor. Ve bu istîdâdın bedelini ödeyebilmek. Çünkü istîdâdın nisâbını bilmemiz mümkün değil. Cenâb-ı Hak: “مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِهِ” (“…Tâkatimizin yetmediği şeyleri (yükleme!)…” [el-Bakara, 286]) buyuruyor. Tâkat fazlasını istemiyor bizden. Fakat verdiği nîmetlerin bedelini istiyor bizden.

İşte sahâbe, bu bedeli ödeyebilmek için dünyanın her tarafına, bir tarafından bir tarafına devamlı koştular, insanları hidâyete getirmek, Allâhʼın kendisine verdiği nîmeti insanlığa tevzî etmek için.

Böyle bir takvânın neticesinde de, yaşanan bir takvâ neticesinde de Cenâb-ı Hak okunan âyetlerle müjdeler bildiriyor:

“Şüphesiz Rabbimiz Allahʼtır deyip…” (Fussilet, 30)

Dîni temsil ederek, yeryüzünde Allâhʼın şâhidi olarak.

ثُمَّ اسْتَقَامُوا (“…Sonra dosdoğru olanlar…” [Fussilet, 30]) Allah Rasûlüʼnün izinden gidenler, istikâmet üzere olanlar.

Cenâb-ı Hak:

“Sen istikâmet üzeresin.” (Yâsîn, 4) buyuruyor Efendimizʼe. Üsve-i hasene/örnek şahsiyet.

Demek ki her hâlimizi; âile hayatı, ticârî hayat, ictimâî hayat… Allah Rasûlüʼnün hayatıyla mîzân etmek durumundayız.

Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼi bir senede, iki senede indirmiyor. 23 senede. Her inen âyet, Allah Rasûlü tarafından fiilî davranışlara geçiriliyor. Bize üsve-i hasene, bize de en mûtenâ bir numûne.

Demek ki “ثُمَّ اسْتَقَامُوا” her hâlimizi Allah Rasûlüʼnün hâliyle mîzân edebilmek. Ben ne kadar yakınım? Ashâb-ı kirâm buydu, ashâb-ı kirâmın mâhiyeti.

Öyle bir itaatten öyle bir muhabbet geldi ki, Efendimizʼin en ufak arzusundan en büyük arzusuna kadar, sahâbî kendisine bir nîmet bildi. Oʼnun uğrunda ölmeyi, ölümü bir nîmet bildi. Şehîd olmayı bir nîmet bildi. “Canım, malım, her şeyim Sana feda olsun yâ Rasûlâllah!” dedi. Allah Rasûlü bir teklif edince bunu canına nîmet bildi sahâbî. Malını, canını, hepsini ortaya attı.

ثُمَّ اسْتَقَامُوا: istikâmet üzerine olanlar için, melekler iner…” (Fussilet, 30) Ne zaman? En zor ânında, ölüm ânında, canın gırtlağa geldiği an. Melekler derler ki:

“…Korkmayın, üzülmeyin, Allâhʼın size vaad ettiği Cennetʼlerle sevinin, derler.” (Fussilet, 30)

Velhâsıl bu dünya hayatının en güzel bir bedelini, Cenâb-ı Hak sonsuz merhamet, sonsuz lûtuf sahibi, bir latîf sıfatı, bir esmâsı tecellî edecek. Melekler gelecek o en zor anda, böyle bir müjde verecek.

Yine diğer bir âyette, Ahkāf Sûresiʼnde yine benzer bir âyet:

“Rabbimiz Allahʼtır deyip sonra ثُمَّ اسْتَقَامُوا dosdoğru (Allah Rasûlüʼnün izinde) yürüyenler için onlara فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ onlara korku yoktur, onlar da (kıyâmet günü) üzülmeyeceklerdir.” (el-Ahkāf, 13) buyruluyor.

Bir gün, Efendimiz, Muaz bin Cebelʼi, onu çok severdi. Muâz, çok istîdatlı bir sahâbî idi. Muâzʼı elinden tuttu, şöyle Muazʼı şöyle bir müddet şöyle elini sıkıca tuttu ve şöyle salladı Muazʼı. Çok severdi Muazʼı.

“‒Muaz! (Dedi.) Şu duâyı her namazdan sonra oku.” dedi.

اَللّٰهُمَّ اَعِنِّى عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ

(“Allâhʼım! Senʼi zikretmek, Sana şükretmek ve Sana güzelce kulluk etmek için bana yardım et.” [Bkz. Ebû Dâvûd, Vitr, 26])

Yani Cenâb-ı Hakʼtan “عَلٰى ذِكْرِكَ” Cenâb-ı Hakkʼı unutmamak için Cenâb-ı Hakʼtan yardım istemek. En büyük felâket, Cenâb-ı Hakkʼı unutmak.

İkincisi: وَشُكْرِكَ Cenâb-ı Hakkʼa teşekkür edebilme. O da Allâhʼın nîmetiyle olacak teşekkür edebilme.

İşte o teşekkürün de -demin okunan âyet-:

“…Allah bizi hidâyete erdirmeseydi biz kendimizden doğru yolu bulacak değildik…” (el-A‘râf, 43)

Bu hidâyetin bir teşekkürünü yapabilmek. Neyle teşekkür yapacağız? Bütün amellerimizle, kalbî hissiyâtımızla, duygularımızla.

وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ : İbadetlerimiz de en güzel olacak. “اَحْسَنُ عَمَلًا” olacak bütün hâlimiz. (Bkz. Hûd, 7; el-Kehf, 7, el-Mülk, 2)

“‒Muaz! (Dedi.) Bunu unutma! (Dedi.) Her namazda bu duâyı oku (dedi), her namazdan sonra.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Vitr, 26)

Velhâsıl Cenâb-ı Hak kuluyla dostluk arzu ediyor. Dostluk nedir? Sevenin, sevilende kendi husûsiyetlerini görmesinden kaynaklanır.

İşte Ebû Bekir Efendimizʼle -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dostluğun zirvesi. Sevenin, sevilende kendi husûsiyetlerini görmesinden kaynaklanır. Cenâb-ı Hak “ikinin ikincisi” buyuruyor. (et-Tevbe, 40) Hattâ bir gün -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“‒Herkesin (yaptığı iyiliğin) bedelini verdik, Ebû Bekir hâriç (dedi). Onun bedelini veremedim.” dedi.

Ebû Bekir Efendimiz üzüldü.

“‒Yâ Rasûlâllah! (Dedi.) Ben Sizʼden gayri bir şey miyim? (Dedi.) Malım-canım, her şeyim Sen değil misin?” dedi. (Bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 11)

Velhâsıl dostluk bu. Bir kalpte de ne kadar cemâlî sıfatlar tecellî ediyorsa, o kalp Cenâb-ı Hakʼla dost oluyor demektir. Ve bu cemâlî sıfatların mazharı olabilmek.

İşte Yâkub -aleyhisselâm-ʼla Yusuf -aleyhisselâm- misali, en net bir misal:

Yâkub -aleyhisselâm- kendi husûsiyetlerini Yusufʼta gördü, Yusufʼa meyletti. Cenâb-ı Hak da hangi kulunda esmâ-i ilâhiyyenin tecellîsine hangi kalp mazharsa, o kul, Cenâb-ı Hakʼla dostlukta merhale almış oluyor.

Zirvesi, peygamberlerde, Efendimizʼden sonra, Halîlullah, Allah dostu Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-.

İbrahim -aleyhisselâm- neyle Cenâb-ı Hakkʼa dost oldu? Tevhîdi korumak için ateşte yanmaya râzı oldu. Mancınığın içine hiç teessür duymadan oturdu. Cenâb-ı Hak da:

“«Ey ateş! İbrahimʼe serin ve selâmet ol.» buyurdu.” (el-Enbiyâ, 69) Bir tereddüt etmedi. Meleklerden de bir yardım istemedi.

“‒(Ateşi) yandıran söndürür.” dedi. Tebessümle mancınığa oturdu ve Cenâb-ı Hak gülistana çevirdi. Yani canıyla imtihan gördü.

Servetiyle imtihan gördü: O kadar Cenâb-ı Hakkʼı anmanın o kadar lezzeti içindeydi ki, Cebrâilʼe:

“‒Sen (dedi) Rabbimi zikret (dedi) ben sana sürülerin üçte birini, üç sefer zikret hepsini vereyim.” dedi.

Allâhʼa yakınlık, dünyadaki bütün zevkleri sıfırlamış oldu, bertaraf etti.

Üçüncü olarak; insanın evlâdı, devam eden parçasıdır. Cenâb-ı Hakkʼa olan muhabbeti, evlât muhabbetini aştı.

Velhâsıl daha başka husûsiyetleri de var; (bunlar) en mühimleri. Cenâb-ı Hakʼla bu şekilde dost oldu. Cenâb-ı Hak “Halîlullah” buyurdu.

Nasıl bir dost oldu? Dostʼu incitmekten o kadar bir korku vardı ki:

وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ buyurdu.

“‒Yâ Rabbi! Beni (kıyâmet günü mahcup etme, buyurdu. Beni) mahzun etme!” (eş-Şuarâ, 87) buyurdu. Yani; “Bilmediğim bir hatâ olur, onun için kıyâmet günü beni mahzun eyleme!” buyurdu.

Demek ki dostluk arttıkça endişe artıyor, korku artıyor, muhabbet artıyor. Maddî bir âlemde korkuyla muhabbet bir olmaz. Yalnız Cenâb-ı Hakkʼa (dostluk)ta korkuyla muhabbet birbirini tamamlıyor.

Cenâb-ı Hak kalb-i selîm istiyor.

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])

Kalb-i münîb istiyor.

Kalb-i selîm; can, mal, ne var ne yok, bunu Allah için adayabilmek, bu şekilde kalbin bir tasfiye olması, tezkiye olması. Yani “lâ ilâhe” kalpten birtakım mâsivâyı, Allahʼtan uzaklaştıran her şeyi atabilmek. “İllâllah” kalbin Cenâb-ı Hakʼla beraber olması, hayatın her safhasında.

Kalb-i münîb; şer ve hayır o kalpte netleşmesi. Kalp dâimâ hayra doğru meylediyor, şerden uzaklaşıyor. Dedikodudan uzaklaşıyor. Dedikodu etmiyor, fakat dedikodu edilen bir mecliste bile bulunmuyor ibâdurrahmân…

Nefs-i mutmainne; Cenâb-ı Hak ne nîmetler verdi, bu nîmetleri bir ganimet biliyor, hepsini Allah yolunda kullanıyor, verdiği nîmetleri. Nefsi hesabına kullanmıyor. İşte:

اَلَا بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“Biliniz ki, kalpler ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur.” [er-Ra‘d, 28])

Bu şekilde dünyada da büyük bir huzur içinde. En çok çile çemberinden geçen peygamberler, en huzurlu da yine peygamberler.

İşte bunlar, Hak dostu olmuş oluyor. Peygamber vârisleri oluyor. Nasıl, bir merceği koyarsın Güneşʼe (karşı). Bütün Güneş şuâlarını toplar. Büyük bir sıcaklık verir. Alttaki ne var ne yok, yakar hepsini. Bir kalp de mercek gibi olacak bu ilâhî tecellîler karşısında. Dünyevî endişeler silinecek…