Velâdet İkliminden Âlemleri Kuşatan Rahmet ve Aşk

2001 – Haziran, Sayı: 184, Sayfa: 028

Sordum sarı çiçeğe
Gül sizin neniz olur?
Çiçek eydür ey derviş!
Gül, Muhammed teridir

İnsan ömrü, -müsbet veya menfî- binbir iniş-çıkış, yâni bir medd ve cezir iklîminde geçer. Neş’e ve hüzünler birbirini tâkib eder gider. Sürûr ve seâdete mukâbil, elem ve ızdıraba sebeb olan fevkalâdelikler, insana derûnî bir tefekkür, derin bir duyuş ve kendini hesaba çekme imkânı kazandırır. Bir insan, ne kadar duygusuz ve vurdumduymaz olsa da, ciddî bir ölüm tehlikesi geçirdiğinde bundan bir hisse alır ve kurtuluşundan sonraki hayatını daha değerli kılmaya yönelir. Sevindirici hâdiseler de böyledir.

Meselâ, bir evlâdı dünyâya gelen genç bir anne veya babanın bu doğumdan sonra hissiyâtında büyük bir değişiklik olur. Zîrâ onlar, artık seviye katetmiş, anne veya baba olmuşlardır. Hareketler ağırlaşmış, mes’ûliyet duygusu artmıştır. Hâlbuki onlar, bu hâlden önceki durumları itibarıyla zâhiren aynı kişilerdir, fakat hâllerinde mânen bir farklılık teşekkül etmiştir. Yâni çocuklarının doğumu, onların rûhlarına ayrı bir tecellî olmuştur.

Bu itibarla günler ve geceler zâhiren aynı olduğu hâlde, mânen bâzı farklılıklar arz eder. İlâhî bir sûretle hesâba çekilmeden evvel nefsi hesâba çekebilmek için fevkalâde bir fırsat olan mübârek gün ve geceler, insan hayatı üzerinde müstesnâ bir rol îfâ ederler. Bilhassa mübârek kandiller -istidâdı olanlarca- şöyle bir durup düşünme ve kendini hesâba çekme vesîlesidir. Dînen mübârek addedilen bu zamanların en şereflilerinden biri de hiç şüphesiz “velâdet kandili”dir. Zîrâ o mübârek gece, ins, cin ve bütün mahlûkâtın yaratılış sebebi olan “nûr-i Muhammedî”nin zuhûr ânıdır.

Risâlet takvîmi, varlığın ilki olan “nûr-i Muhammedî” ile başlamış; son yaprağı da “cismâniyet-i Muhammedî”nin dünyâ âleminde zuhûruyla nihâyet bulmuştur. Böylece -rivâyete göre- yüz yirmi dört bin peygamberden teselsül ederek gelen bu yüce nûr, hakîkî sâhibine intikâl etmiştir. Yâni bu yüce nûr, en temiz ve en asîl bir soydan teselsül ede ede Abdullâh’a kadar gelmiş, Âmine Hâtun’un hâmile kalmasıyla da, Abdullâh’ın alnından, Varlık Nûru’nu taşıyan tâlihli anneye ondan da asıl sahibi olan Âlemlerin Efendisi’ne teslim edilmiştir.

İbn-i Arabî -kuddise sirruh- şöyle der:

“Kâinât manzûmesi, O’nun nûrundan bir kıvılcımdır. Eğer Âdem -aleyhisselâm-‘ın toprağına Rasûlullâh’ın toprağından bir nasîb konmasaydı, Âdem -aleyhisselâm-‘ın tevbesine icâbet olunmazdı. Vaktâki Âdem -aleyhisselâm-, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i, duâsına vesîle kıldı; kınanmaktan kurtuldu. O yüce Rasûl, İbrâhim -aleyhisselâm-‘ın sulbüne intikâl eyledi; ateş ona serin ve selâmet oldu. O yüce inci, İsmâil -aleyhisselâm-‘ın sedefine girince, nâmına göklerden kurbanlık bir koç indirildi.” (Şeceretü’l-Kevn)

Görüldüğü üzere Peygamberler dahi O’nun hürmetine ilâhî rahmetten müstefîd olmuşlardır. Hattâ O’na tâbî olmanın rahmetine nâiliyyet için kendisine ümmet olmak isteyen peygamberler bile çıkmıştır. Bereketli bir hidâyet şerâresi hâlindeki nebîler silsilesinin her halkası, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Muhammed Mustafa -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in zuhûrunun âdetâ birer ikbâl müjdecisiydi..

Nihayet beklenen nûr, mîlâdî 571 yılı, 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahı, güneş doğmadan az evvel zuhûr âlemine tenezzül ederek, Abdullah ve Âmine’nin izdivaç kucağında bütün zaman ve mekânları şereflendirdi.

O’nun zuhûruyla Allâh’ın rahmeti bu âlemde coşup taştı. Sabahlar ve akşamlar renk değiştirdi. Duygular derinleşti. Sözler, sohbetler, lezzetler enginleşti; her şey ayrı bir mânâ, ayrı bir letâfet kazandı. Putlar sarsılarak yere devrildi. Kisrâlar beldesi Medâyin saraylarında sütunlar ve kuleler yıkıldı. Sâve gölü, zulüm bataklığı hâlinde kurudu. Gönüller feyz ve bereketle doldu.

Çünkü zaman ve mekânda gerçekleşen bu tecellî, o asîl varlığın zuhûrunun ilk bereketi idi. Bu bereket, bütün kâinâtı kuşattı. O seneye bolluk senesi denildi.

Kaynaklarda bildirildiği üzere, Allâh Rasûlü’nün süt annelerinden biri de tâlihli kadın Süveybe Hatun‘dur. Bu hatun, Rasûlullâh’ın amcası ve azılı düşmanı Ebû Leheb’in câriyesi idi. Süveybe Hatun, Ebû Leheb’e yeğeninin doğduğunu müjdeleyince, Ebû Leheb, sırf kavmî asabiyetten dolayı sevinç içinde bu câriyeyi âzâd etti. Bu ırkî asabiyetten gelen sevinç bile, Ebû Leheb’in Pazartesi geceleri azâbını hafifletmeye yetmiştir.

Gerçekten de Ebû Leheb’i ölümünden sonra bir gece rü’yâda gördüler ve sordular:

“- Yâ Ebâ Leheb! Ne hâldesin?”

Ebû Leheb:

“- Cehennemdeyim; acıklı bir azâb içindeyim! Ancak Pazartesi geceleri azâbım hafifletiliyor. O gecelerde parmaklarımın arasını emiyorum. Oralardan su çıkıyor, suyu içiyor ve serinliyorum. Çünkü, Pazartesi günü Süveybe koşup bana o sabah Allâh Rasûlü’nün doğduğunu müjdelemişti; ben de onu âzâd etmiştim. Bunun karşılığı olarak Allâh Teâlâ, Pazartesi geceleri bana, azâbımı hafifletmek gibi bir ihsânda bulunuyor.”

İbn-i Cezerî şöyle der:

“Ebû Leheb gibi bir kâfir, Allâh Rasûlü’nün doğduğu gün gösterdiği sırf akrabalık asabiyetiyle cehennem içinde faydalanırken, kıyas etmeli ki, bir mü’min o geceye hürmet gösterip kâinâtın Fahr-i Ebedîsi’nin aşk ve muhabbeti için gönlünü ve sofrasını açacak olursa, kimbilir Hakk tarafından ne türlü lutuf ve keremlere nâil olur!.. Lâyık olan, Allâh Rasûlü’nün doğdukları ayda mükerreren sohbetler yapıp feyz tâzelemek, mübârek ayın rûhâniyetinden istifâde edebilmek için ümmete ziyâfetler vermek, fakîr, garîb, yetim, çâresiz ve kimsesizlere her türlü iyiliği yaparak mahzûn gönülleri şâd etmek, onları sadakalarla sevindirmek ve Kur’ân’ın feyzinden istifâde etmektir…”

Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakk’ın:

“(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde iken Allâh, onlara azâb edecek değildir!..” (el-Enfâl, 33) beyânı da müşrikler hakkında vârid olmuş bir âyet-i kerîmedir.

Müşrikler bile sırf O’na maddî yakınlık sebebi ile böyle bir imtiyaza sâhib olursa, mü’minlerin ne türlü ilâhî nîmetlere nâil olabilecekleri tasavvurun üstündedir. Üstelik o mü’minler sâdece o muazzez varlığa îmân etmiş olmakla kalmayıp bir de o îmânın özünü teşkîl etmek üzere muhabbet-i Rasûlullâh’tan nasîb alırlarsa… Söz burada âciz kalır… Gerçekten de bir mü’minin gönlü muhabbet-i Rasûlullâh’ta ne mertebeye vâsıl olursa dünyâda nâil olacağı huzur ve seâdet, âhirette ulaşacağı makâm, o nisbette yüce olur.

Bu itibarla kulu, Allâh’a muhabbet deryâsına götürecek olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’dir. Çünkü Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e muhabbet, Allâh’a muhabbet; O’na itâat, Allâh’a itâat; O’na isyan, Allâh’a isyân sadedindedir. Buna göre Hazret-i Peygamber’in muazzez varlığı, beşer için bir muhabbet melcei ve feyz kaynağıdır. Ârifler bilirler ki, mevcudâtın varlık sebebi, muhabbet-i Muhammedî’dir. Bu sebeple bütün kâinât, âdetâ Varlık Nûru Hazret-i Muhammed Mustafa -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e ithâf edilmiş gibidir.

Eskiden mühürlere hikmetli söz veya şiirler hakkettirmek âdetti. Büyük hayırsever Bezm-i Âlem Vâlide Sultan da mührüne şu mısraları kazıttırmıştı:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl…

Zîrâ O, kelime-i şehâdette de ifâde ettiğimiz gibi elbette ki sûretâ bir “kul”dur, lâkin sîret itibâriyle “rasûl”dür. Bu incelik ve esrâr âlemini seyreden şair ne güzel söyler:

Âyînedir bu âlem her şey Hakk ile kâim,

Mir’ât-ı Muhammed’den Allâh görünür dâim!..

O berrak ayineden istifadenin en güzel yolu da o Âlemler Efendisi’ne bolca salât ü selâm getirmektir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Allâh ve melekleri, Peygamber’e çok salât ederler. Ey müminler! Siz de ona salevât getirin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56)

buyurulduğu vechile o yüce varlığa salât ü selâm getirmek, mü’minler için ilâhî bir emirdir.

Übey İbn-i Kâ’b -radıyallâhu anh- anlatıyor. Birgün Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e:

“- Yâ Rasûlallâh! Ben sana çok salevât-ı şerîfe getiriyorum. Acaba bunu ne kadar yapmam gerekir? diye sordum.

“- Dilediğin kadar.” buyurdu.

“- Duâlarımın dörtte birini salevât-ı şerîfeye ayırsam uygun olur mu?” diye sordum.

“- Dilediğin kadarını ayır. Ama daha fazla zaman ayırırsan senin için iyi olur.” buyurdu.

“- Öyleyse duâmın yarısını salevât-ı şerîfeye ayırayım.” dedim.

“- Dilediğin kadar yap. Ama daha fazla zaman ayırırsan senin için hayırlı olur.” buyurdu.

Ben yine:

“- Şu hâlde üçte ikisi yeter mi?” diye sordum.

“- İstediğin kadar. Ama artırırsan senin için hayırlı olur.” buyurdu.

“- Öyleyse duâya ayırdığım zamanın hepsinde sana salevât-ı şerîfe getirsem nasıl olur?” deyince:

“- O takdîrde Allâh bütün sıkıntılarını giderir ve günahlarını bağışlar.” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 23)

Bu itibarla peygamber âşıkları, salât ü selâm’ı dillerine vird ve tesbih edinirler. Zîrâ salât ü selâmlar, mü’min gönüllerde muhabbet-i Rasûlullâh’ın ziyâdeleşmesine sebep olur. Muhabbet-i Rasûlullâh ki, beşeri her iki cihânda azîz eyleyen yegâne müessirdir. Nitekim ashâb-ı kirâm da bu muhabbet vesîlesiyle, yâni Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in aşkıyla yoğrulduklarından o erişilmez derecata nâil kılınmışlardır. Onlar birer aşk çağlayanı hâlinde Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in etrâfında sadâkatle kenetlenmişler ve O’na bağlılık semâsının birer yıldızları olmuşlardır. Öyle ki ashâbın içinde, “Rasûlullâh böyle yapmıştı” diye, sırf O’na ittibânın hazzını yaşamak için, O’nun yürüdüğü yoldan yürüyen, kokladığı gülü koklayan, durduğu yerde duranlar vardı.

Dolayısıyla Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in doğum günü olan 12 Rabîulevvel’e rastlayan vefat gününde de en ziyade üzüntü ve kedere garkolanlar, hiç şüphesiz yine ashâb-ı kirâmdır. Öyle ki, Fahr-i Cihân Efendimiz vefât ettiğinde ashâbın hâli, hüznünden yanıp eriyen mumlar gibiydi. Zîrâ O’nu görmeden bir gün bile dayanamayan âşık gönülleri artık bu fânî dünyâda Onu hiç göremeyecekti. İşte bu hicrân ve yanışa dayanamayan Abdullâh bin Zeyd -radıyallâhu anh-, ellerini ilâhî dergâha mahzûn bir gönülle açarak:

“Yâ Rabbî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben, her şeyden çok sevdiğim Peygamberimden sonra artık dünyâda bir şey görmeyeyim!..” diye samîmâne ilticâ etti ve oracıkta gözleri âmâ oldu.

Rasûlullâh’ın baş müezzini, Peygamber mescidinin bülbülü Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-‘ın hâli ise çok daha başkaydı. Allâh Rasûlü dünyâyı terkedince sanki dilini yuttu, ağzını bıçaklar açmaz oldu. Koca Medîne kendisine dar geldi.

Halîfe Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Bilâl’e ezan okuması için defâlarca yalvardı. O peygamber âşığı, dertli Bilâl şu cevâbı verdi:

“- Yâ Ebâ Bekir! Benim arzumu sorarsan Rasûlullâh’tan sonra ezan okumaya tâkatim kalmadı. Beni zorlama. Ne olursun, beni kendi hâlime bırak…”

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise Rasûlullâh hasretiyle Bilâl’den o güzel demlerin ezânını ısrarla istiyor:

“-Ümmet, Rasûlullâh’tan sonra O’nun müezzininden de mi mahrûm olsun?” diyordu.

Israrlara dayanamayan Bilâl, nihâyet sabah ezânı için boynu bükük, gözü yaşlı minâreye çıktıysa da boğazına tıkanan hıçkırıklardan, ezanı okuyamadan geri indi. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- daha fazla ısrâr etmedi.

Bilâl -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü’nün aziz hâtıralarıyla dolu Medîne’de duramadı, o sabah namazından sonra derhal yola çıktı. Şam’a gitti. Bir an evvel Rasûlullâh’a kavuşmak hasretiyle, serhad boylarında şehâdet peşinde muhârebelere iştirâk ediyor, ancak takdîr-i ilâhî, her defâsında gâzî oluyordu. Bu minvâlde seneler geçti.

Bir gece rüyasında Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘i gördü. Rasûl-i Ekrem şöyle buyuruyordu:

“- Yâ Bilâl! Bu cefâ nedir? Beni ziyâret edecek vakit hâlâ gelmedi mi?”

Hazret-i Bilâl telaşla uyandı. Derhal devesine atlayıp engin çöllere daldı. Yalnız başına günlerce yol aldıktan sonra nihâyet nûrlu Medîne’ye geldi. Hiç kimseye görünmeden derhal Rasûlullâh’ın kabrine koştu. Mezârın üzerine kapandı. Yüzünü gözünü mezarın toprağına sürerek, gözyaşları içinde:

“- Geldim Yâ Rasûlallâh, geldim işte!” dedi.

Tam bu esnâda Rasûl-i Ekrem’in torunları Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin çıkageldi. Onları gören Bilâl, mezarın üzerinden kalkarak:

“- Aah! Rasûlün nûr-i dîdeleri!” dedi ve hasretle onları kucakladı.

Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-:

“- Yâ Bilâl! Senden bir şey ricâ etmek istiyorum, yapar mısın?” dedi. Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-:

“- Söyle cânımın cânı, söyle!” deyince:

Hasan -radıyallâhu anh-:

“- Rasûlullâh’a Mescid-i Şerîf’te okuduğun ezâna hasretiz. Onu işitmek istiyoruz. Okur musun?” dedi.

Bilâl -radıyallâhu anh- da:

“- Sizin için okurum.” dedi.

Öğle vakti Hazret-i Bilâl, Mescid-i Nebevî’de eskiden ezan okuduğu yere çıktı. Dertli ve yanık bağrından öyle bir:

“Allahü Ekber Allahü Ekber” dedi ki koca Medîne Allâh Rasûlü’nün tedâisinden zangır zangır titredi. Dağlar taşlar bu yanık sadâ ile inledi.

“Eşhedü enla ilahe illallah” deyince Medîne çalkalandı.

“Eşhedü enne Muhammeden Rasulullah” lafzında artık bütün halk sokaklara dökülmüştü.

“_Ne oldu, Rasûlullâh dünyaya yeniden mi teşrîf etti.” diye birbirine soranlar, ağlayanlar, hıçkıranlar…

Hazret-i Bilâl ise boğazına saplanan hıçkırıkları zaptetmeye ve ezân-ı Muhammedî’yi tamamlamaya çalışıyordu. Fakat ne mümkün… Neredeyse hıçkırıktan boğulacak. Kendisini tutamadı, bitkin ve gözü yaşlı bir hâlde olduğu yere bir külçe gibi yığıldı kaldı.

Hazret-i Bilâl, Medîne’de bir gece kalıp kendine geldikten sonra devesine binip tekrar Şam’a gitti. Yine muhârebe meydanlarına koştu. Artık şehîd olup gönüller sultânına kavuşmak, içindeki hasret yangınını söndürmek istiyordu. Fakat vâde dolmayınca ölmek de elde değil. Hattâ Şam’ı kasıp kavuran ve yirmi beş bin gâziyi alıp götüren vebâya rağmen hikmet-i Hüdâ, Hazret-i Bilâl, yine sağdı.

Bu sefer Şam’a gelen Halîfe Ömer -radıyallâhu anh-, Bilâl’in büyük kederini bilmesine rağmen o da herkes gibi onun yanık sesine hasret ile Bilâl’e:

“_Kalk yâ Bilâl! Hiç itiraz istemem, ezan okuyacaksın.” dedi.

Bilâl etrâfına baktığında hazır bulunanların hepsinin kendisine yalvaran gözlerle baktığını gördü ve “bismillâh” deyip mînâreye çıktı. Herkes şaşkındı. Çünkü Bilâl hiç îtiraz etmemişti. Belli ki Bilâl’e bambaşka bir hâl olmuştu.

Bilâl -radıyallâhu anh-, gâyet sâkin, hıçkırıksız, berrak bir sesle ezan okumaya başladı. Yıllarca bu sadâya hasret kalan gönüller, dağlar taşlar, bütün çöl dinliyordu. Bilâl ağlamıyordu. Ancak, Halîfe ağlıyor, ashâb ağlıyor, Şamlılar ağlıyor, Allâh Rasûlü’nü tanıyan da ağlıyor, tanımayan da ağlıyordu. Bu, yıllardır kalplerde biriken Rasûlullâh hasretinin âdetâ bir sel hâlinde taşıp galeyâna gelmesiydi.

Âlemleri kuşatan bir rahmet olan Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in bu aşk ve muhabbet kafilesi, sahabeden sonra da aynı tazelik ve coşkunluk pınarı hâlinde vuslat deryâsına doğru akmaya devam etmiştir.

***

Allâh Rasûlü’ne aşk ile bağlı ümmetinin büyüklerinden Seyyid Ahmed-i Yesevî Hazretleri ise, 63 yaşında vefât eden Rasûlullâh’a duyduğu engin aşk ve muhabbet sebebiyle bu yaştan sonraki ömründe yeryüzünde dolaşmaya vedâ etmiş, mezar gibi bir yerde irşâdına devâm etmiştir.

Büyük hadîs âlimi ve müctehid İmâm Nevevî Hazretleri, O Varlık Nûru’nun nasıl karpuz yediğini bilmediği için ömrü boyunca karpuz yememişti. Hayatının bütün safhalarını kuşatan peygambere bağlılık şuuruyla, bir karpuzu yerken bile O’nun tarzının dışında hareket etmek ihtimâlinden uzak durmuştu.

Ez-cümle; Ashâbdan beri devam edegelen bu muhabbet tezâhürleri çerçevesinde, bu Velâdet Kandili’nde, Allâh Rasûlü’ne muhabbetteki seviyemizi ölçmeli ve îmânımıza ne derecede lâyık yaşayabildiğimizi mîzân edip, rûhumuzu ne kadar diriliş, uyanış ve silkinişe getirebildiğimizi muhasebe etmeliyiz. Bu vesîleyle kâmil mânâsıyla Müslümanlığımızın hangi seviyede olduğunu idrâk etmeye çalışmalıyız. Acaba Abdullâh bin Zeyd, Bilâl-i Habeşî, İmâm Nevevî, Seyyid Ahmed-i Yesevî ve emsallerinin gönül iklimlerinden bizlerde ne kadar hisse var?.. Medîne-i Münevvere’de Allâh Rasûlü’nün huzûrunda, duygularımız kalbî hayatımızı ne derecede feyizlendirmektedir?..

Burada bahsettiğimiz İslâm büyüklerinin hâlleri, elbette ki vecd kahramanı olan yıldız şahsiyetlerdeki ölçülerdir. Ancak onları yıldız yapan da, Rasûlullâh’a duydukları aşk, şevk ve bağlılıktaki şiddettir.

Zîrâ Rasûlullâh, bütün kâinâtın özü ve varlık sebebidir. Hakk’ın yüce bir lutfudur. Kul ile Hak Teâlâ arasında bir vuslat rehberidir. O, anlatılabilen ve anlatılamayan hâlleriyle kulluk makâmında bedeni fânî oluncaya kadar bizlere ibâdet ve muâmelâtın en yüce nümûnesi olmuştur. Kısaca O, âlemleri kuşatan bir rahmet ve aşktır. O’na râm olan âşık gönüller, bu âlemde dâim O’nun muhabbetiyle yanacaklar ve her dem O’nun ulvî visâlinin hasretini yudumlayacaklardır. Bu hâlet içinde:

“Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlallâh!” figânıyla da her an gittikçe ziyâdeleşen muhabbetlerini arz edeceklerdir.

Bu arzediş hâline O’nun, vefât döşeğinde iken söylediği şu ifadeler, ne kadar ibretli ve mânâlı bir mukâbele sadedindedir:

“Ey insanlar! İyi biliniz ki, ben sizden önce gidecek, sizi bekleyeceğim. Siz de gelip bana kavuşacaksınız. Buluşacağımız yer, Havz-ı Kevser başıdır. Ancak yarın benimle Havuz başında buluşmak isteyen, elini ve dilini günahlardan çeksin.”

“Ey insanlar! Günahlar nîmetlerin değiştirilmesine sebep olur. Halk iyi olduğu zaman, yöneticileri de iyi olur. Halk kötü olduğu zaman yöneticiler de kötü olur.”

“Ey insanlar! Namaza, namaza dikkat edin! Hanımlarınıza ve emriniz altındakilere eziyet etmeyin! Onların haklarını gözetin! Çoluk ve çocuğunuza ilim ve edeb öğretin! Onlar size emanettirler.”

“Ben haberimi aldım. Allâh’a gidiyorum. Dininizi ve emanetinizi Allâh’a ısmarladık. Ey ashâbım ve ey cemâat! Sizlere selâmetler dilerim. Allâh’ın rahmet ve bereketi üzerinize olsun!..” Âmîn!..

Yâ Rabbî! Rasûlullâh’a sevdâlı gönüllerden kalplerimize lutfunla bir şebnem ihsân eyle! Onun velâdetindeki esrârı bizler için bir rahmet ve bereket vesîlesi kılarak hakîkat-i Muhammediye’den hisse alabilmeyi nasîb eyle! Bizleri muhabbetin cevheri ve menbaı olan Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in şefaat-i uzmâsına nâil eyle! Sonsuz salât ü selâmlar O’nun üzerine olsun!..

Âmîn!..