Varlık Duvarı

1995 – Mart, Sayı: 109, Sayfa: 017

Deryâ kenarında bir duvar vardı. Duvar yüksekçe olduğu için duvarı aşıp deryâya ulaşmak mümkün değildi. Duvarın üzerinde susuzluktan kavrulmuş dertli biri bulunuyordu. Onu sudan men eden, üzerinde olduğu yüksek duvardı. O kimse ise, duvarın üzerinde suya kavuşmak isteyen bir balık gibi çırpınıp duruyordu.

Birden bire duvarın üzerinden bir tuğla parçasını söküp suyun içine attı. Tuğlanın düşmesi ile suyun sesi bir âb-ı hayat gibi geldi. O suyun sesinin ahengine mest oldu. Susuzluk mihneti çeken bu kimse, su sesinin verdiği safadan dolayı, duvardan tuğlaları koparıp koparıp suya atmaya başladı. Su ona:

“- Ey derviş! Bana böyle tuğla atmaktaki telaşın neden?” diye seslendi.

Susuzluktan yanan derviş cevap verdi ve dedi ki:

“- Ey su! Bu atıştan bana iki fayda vardır. Onun için bu san’attan, yani tuğla atmaktan vazgeçmem. Birinci fayda:

“Su sesini dinlemektir ki o, susamışlara mûsikî nağmeleri gibi gelir.”

“Yine o su sesi, ölüye, sesi ile tekrar diriliş imkanı veren İsrafil -aleyhisselâm-‘ın sûru gibidir.”

“Yine o ses, bahar mevsiminde nisan ayının bereketli yağmurları gibidir. Bağlar ve bahçeler, o semanın gözyaşlarıyla hasret giderir; hayat bulur ve nakışlanır.”

“Yine o ses, yoklukta kıvranan muhtac ve garîbe zekat infak edilmeye bir davet sesidir.”

“Yine o ses, Yemen’den Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘ne gelen nefes-i rahmanî gibidir.”

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Veysel Karanî için:

“Ben Yemen’den gelen nefes-i rahmanî’yi duyuyorum.” buyurmuştur.

“Yine o ses, huzûr-i ilahîden mücrimlere gelen Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘nün şefaat rayihasıdır.”

“Yine o ses, zayıflamış Ya’kûb’ün rûhuna gelen güzel ve latîf Yûsuf’un kokusudur.”

“Yine o ses, Medîne-i Münevvere’deki Kubbe-i Hadra’nın minarelerinden aşıklara akseden bad-ı saba gibidir.”

“Yine o ses, perişan, bîtab ve bîkes Mecnûn’a gelen Leyla’nın huzur meltemidir.”

“Yine o ses, muzdaribe ve yetime gönülde açılan sıcak bir kucaktır.”

İkinci fayda da şudur ki:

Kopardığım her tuğla ile duvar alçalıyor. Ben de o nisbetle ey su, sana yaklaşmış oluyorum.

MESNEVİ:

“Ey şuurlu kimse! Yüksek bir duvardaki tuğlaların azalmasından şüphesiz duvar alçalır.”

“Duvarın alçalması, suya yakınlık hasıl eder. O tuğlaların duvardan ayrılması, vuslat dermanı olur.”

“Allah -celle celâlühû-‘a secde etmek, o yapışık tuğlaları koparmakla olur ki, kurbiyyeti (AIlah’a yakınlığı) mûcib olur. Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Secde et ve yaklaş!” Duyurulmuştur. “

“Bu varlık duvarı yüksek bulundukça, bu başı eğmeye, yani secde etmeye manî olur!”

“Bu toprak vücudun arzularından kurtulmadıkça, eğilip ab-ı hayat sahibine secde etmek ve o manevî deryâ suyundan doya doya içmek imkansız olur.”

“Duvarın üstünde kim daha ziyade susamış ise, duvarın taşını ve tuğlasını o daha çabuk koparır.”

“Suyun sesine her kim daha ziyade aşık ise, ona hicab ve mani olan varlık duvarından daha büyük parçalar kopartır.”

“O kimse suyun sesine mest olur. Suyun çıkardığı sesden başka ses işitmez.”

“Ne mutlu o kimseye ki, günlerini ganimet bilir de, borcunu, bir an evvel eda etmeye gayret eder.”

Şeyh Sadî insanı;

“Bir kaç damla kan, bin bir türlü endişe…” diye ta’rif eder.

Hikayede deryâya kavuşmaya set olan duvar, insanın nefsi arzuları ve hakîkate ermeye mani olan Dünyâya ait, bitmez, tükenmez, nihayeti olmayan arzular, hassaten “ben”liktir.

Deryâ ise, ilahî muhabbet ve ma’rifet (Allah’ı bilmek) tir.

Kalbi, ilahî muhabbete teşne insanlar, o deryâya varabilmenin ömür boyu iştiyak ve iştihası içindedirler. O muhabbet ve ma’rifet deryâsından gelen her ses ve nefes, onları sonsuz lezzetlere gark ederek yüksek bir Hakk yolculuğuna hazırlar.

İlahî muhabbetlerle duygulanan insan için bu cihan, idrak ve şuura sunulan bir hikmet aynasıdır, İnsan, maddesi ile değil, mânâsı ile mükerrem olduğu için, kulluğun kemaline rûhunun derinliği kadar erişebilir. Kur’an-ı Kerîm’de tekrim edilen vasıf da budur.

İlahî muhabbet ve uhrevî lezzetlerden mahrum, türlü eğlence ve çılgınlıklarla, hayvanî bir yaşayış ile geçen bir dünya günün hayırlı bir ölüm akşamı getirmeyeceği ma’lümdur. Bu karanlık gecenin mes’ud bir şafağı sökmeyeceği de tabîidir. İlahî ibret sahneleri ve hadiseleri karşısında alık ve abus kalmak, gayesiz erimek, ölümün mechul ızdırapları içinde kaybolmak, insan şeref ve haysiyeti adına ne acıdır!.. Nefsani Dünya hayatının pembelikleri, akıbet solgunluğu; kahkahaları ise, cehennem çatırtıları ile doludur.

Hadis-i Şerifte-

“Sakın ölüler ile oturmayınız!” buyurulur.

Ashab sorar:

“- Ey Allah’ın Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ölüler kimdir?”

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“- Ölüler, Dünyaya dalanlardır…” buyurur.

Bir kimse, ölülerden farkı olmayan gafillerle ihtilat ederse, onlardaki ölüm zehirini farkında olmadan içer. Bu te’sir ile onun kalbi de ölü kalplerden olur.

Tek çare, manevî dirilerle beraber olmak.. Onlardan uzak kalındığında, inceliklerine dalarak, gönülle Kur’an-ı Kerîm okumak…

Hadîs-i Şerifte:

“Allah -celle celâlühû-‘la konuşmak isteyen Kur’an-ı Kerîm okusun!” buyuruluyor.

Kur’an-ı Kerîm ile istikametlenen kimse, Kur’an ve Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘nün ahlakı ile ahlaklanır. Kur’an-ı Kerîm’deki peygamber kıssaları ile arasında bir münasebet ve aşinalık husûle gelir. O rûhaniyetten gönlüne, feyz yağmurları in’ikas eder.

Rivayette Hz. Cabir -radıyallâhu anh- anlatıyor.

“Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘nün kapısına gittim. Kapıyı çaldım.

“- Kim o?” buyurdular.

“- Ben!” cevabını verdim.

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, “ben” lafzını kullanmama razı olmadılar. Çünkü, “ben”de kibir ve azamet vardır.”

Mevlana -kuddise sirruh- bu kıssayı şu şekilde anlatır:

“Kapıyı çaldım. “Benim!” deyince, yar:

“- Git!, senin için içeriye girme zamanı değildir!. Böyle manevî ni’metler sahasında ham rûhlara yer yoktur!.” dedi.”

” O zavallı kapıdan döndü. Ve bir sene seferde bulunup yarin firak ve iştiyak kıvılcımı ile tutuştu, yandı.”

“O yanık aşık pişkinleşti ve geri döndü. Tekrar yarin hanesi tarafına geldi.”

“Dudağından terbiyesizce bir söz fırlamasın diye binbir endişe, korku ve edeb ile kapının halkasına vurdu.”

“Yari:

“- Kapıda olan kimdir?” diye seslenince;

“- Ey gönlümü almış olan!.. Kapıdaki de “sen”sin…” cevabını verdi.”

“Yari de:

“- Madem ki şimdi benim gibisin; Ey benden ibaret olan!.. İçeri gir!.. Ev içine iki “ben” sığmaz.” dedi.”

Yine Mevlânâ -kuddise sirruh-;

“Her kim ki, Hakk kapısında “ben” ve “biz” diyecek olursa, o kimse “La!” (Yani red) vadisinde dönüp dolaşıyor demektir. Öyle olanlar, dost kapısından alınmaz.”

Nasıl, bir buğday tohumu, nihayetinde ekmek olup bir canlının bünyesine girer, girdiği canlının bir parçası olursa;

Nasıl, bir sürme taşı, dövülüp toz edilerek göze çekilince, taşlığı ortadan kalkar, göze görüş verir, gözde kuvvet yerine geçerse;

Nasıl, bir ırmak, deryâya kavuşunca onun ırmaklığı son bulur, deryânın bünyesine girer, deryânın bir cüz’ü olursa;

Bir kimse de, bir veli kulun rûhaniyet, feyz ve nazarına nail olursa, onun rûhunda kemal ve irfan başlar. Kendi gönlü, hadisat, eşya ve mahlûkata karşı ölü iken dirilir.

Hz. Mevlânâ -kuddise sirruh- buyuruyor:

“Kendiliğinden (nefsi arzularından) kurtulup da bir zindenin (mürşid-i kamilin) gönlüne ülfet peyda eden kimse için ne mutlu!”

İnsan vicdanı da, cismanî bir hayat üzerinde değil, makamını ebediyyette bulacak bir muhabbet ve aşk üzerinde bulunmasını ihtar eder.

Kur’an-ı Kerîm muhabbeti, çorak gönlümüze bereketli nisan yağmurları gibi yağmadıkça, Muhammedi bir mevsimin zümrütlüğüne kavuşamayız.

Gönül bahçeleri, yağmura aşık toprak gibi amel-i salih yağmurları bekler. Yaradandan ötürü, yaratılanlara şefkat, merhamet hizmet ve muhabbet filizleri yeşerir.

İnsan, kainat kitabının hülasası, hilkatın nüsha-i kübrası haline gelir. Rabbın, gören gözü, işiten kulağı olur. Elinden, dilinden ve gönlünden ümmet istifade eder.

Mesnevî’de Hz. Ömer -radıyallâhu anh- kıssası bu hali ne güzel aksettirir:

“Rum elçisi, Medîne-i Münevvere’ye siyasî bir görüşme için gelir. Halife Hz. Ömer -radıyallâhu anh-‘ın sarayını sorar. Sorduğu kimseler:

“- Halîfe’nin köşkü yoktur. Onun parlak bir gönül sarayı vardır. Kendisinin dünyaya ait yalnız, fakîrlerin ve gariblerin barındığı gibi bir kulübesi vardır.” derler.

Rum elçisinin bu sözler üzerine denhşeti ve hayreti artar. Yükünü, atını, hediyelerini başıbaş bırakır. Hz. Ömer Farûk -radıyallâhu anh-‘ı aramaya koyulur. Her tarafta Halîfe’yi sorar. Hayretle kendi kendine:

“Demek Dünyada böyle bir hükümdar var ki, aynı ruh gibi, etrafın nazarından gizli kalıyor!..” diye mırıldanır. Halîfeye ram olmak için, onu aramaktadır:

Bir arap kadın:

“- İşte senin aradığın Halîfe, şu hurma ağacının altındadır! Herkes yatakta, döşekte yatarken; O, bunların zıddı olan kumların üzerindedir!. Git de, hurma ağacının gölgesinde yatan zıll-i ilahîyi (Hakk’ın gölgesini) gör!..”der.

Uyumakta olan Hz. Ömer -radıyallâhu anh-‘den elçiye heybet ve rûhuna hoş bir hal gelir. Elçi, muhabbet ve heybed, birbirinin zıddı iki haslet olduğu halde, bu tezadın kendi rûhunda nasıl birleştiğine hayret eder. Elçi, kendi kendine;

“Ben imparator görmüş ve onların nezdinde takdir toplamış bir kimseyim! Onlardan hiç bir heybet görmediğim halde, bu kişinin heybet ve muhabbeti şuurumu izale etti.”

“Bu Halîfe, silahsız, müdafaasız yerde yatıyor ve uyuyor. Ben ise, karşısında bütün bedenim ile titriyorum! Bu hal nedir? Bu hal neyin nesidir?!. Demek ki bu heybet, Hakk’ındır. Şu aba giyen kimsenin değildir!..” der.

Rum elçisi, böyle rûhî ihtilaçlar (çalkantılar) yaşarken Hz. Ömer -radıyallâhu anh- uykudan uyanır. Rum elçisi, Hz. Ömer -radıyallâhu anh-‘e ta’zim ile selam verir. Halîfe selama mukabele eder. Ondan sonra yüreği oynamış elçiyi can sarayına alır; huzura kavuşturur. Vîrane olmuş gönlünü ta’mîr eder. Ona, ince, derin, esrarlı sözler söyler.

Elçi, hal ve makam müşahede eder.

Hz. Ömer -radıyallâhu anh-‘a ağyar (yabancı) sûretinde gelen elçi, yar olur. Bu sohbetin neşvesiyle elçi, kendinden geçer. Hatırında ne elçilik, ne de bir haber verip almak kalır .

Yine Mevlânâ -kuddise sirruh-:

“Mürşid, kamil idi. Talib, yani elçi ise, hakîkati idrake teşne ve iştahlı idi.”

“Mürşid, müridin istidatlı olduğunu görünce, onun pak olan kalbî zemînine, yine pak olan irfan ve tevhîd tohumunu eker.” buyurur.

Salih bir kimse, yüzünde parlayan salah nûrundan belli olur. Çehresi, etrafa huzur hâli ve gönül hoşluğu saçar.

Fasık kimse de, yine çehresinin alametlerinden belli olur. O da, kasvet ve karanlık saçar.

Arifin nazarı, İlahî hakikat ve hikmetlere teşne ve isti’datlı kalbi, bir mıknatıs gibi cazibesine alır. Arifin nazarının bu gücü de, silsile ile Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘ne dayanır. Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, o derece kesafetten uzaklaşmış ve safvet kesbetmişti ki, mübarek bedeni de baştan ayağa kadar nûr-i ilahî kesilmişti. Ondan dolayı, zemîne gölgesi düşmedi.

Süleyman Çelebi bu hakîkatı şu beyitinde ne güzel ifade eder.

“Nûr idi baştan ayağa gövdesi,

Nûr ayandır, nurun olmaz gölgesi.!..”

Pakistan’ın manevi mi’marı Mahammed İkbal, bir gün Medine’den dönen hacıları ziyaret eder. Sohbette kendilerine:

“- Medîne-i Münevvere’yi ziyaret ettiniz!.. Uhrevi Medîne çarşısından gönlünüzü ne gibi hediyelerle doldurdunuz? Getirdiğiniz maddî hediyeler, takkeler, tesbihler, seccadeler bir müddet sonra eskiyecek, solacak ve bitecek. Solmayan, gönüllere hayat veren Medine’nin ruhanî hediyelerini getirdiniz mi? Hediyeleriniz içinde Hz. Ebûbekir -radıyallâhu anh-‘in sıdkı ve teslimiyeti; Hz. Ömer -radıyallâhu anh-‘in adaleti: Hz. Osman -radıyallâhu anh-‘ın imanı, havası ve cömertliği; Hz. Ali (ra.)’nin heyecan ve cihadı var mı? Bu gün binbir izdırap içinde kıvranan İslâm Dünyası’na gönlünüzden bir Asr-ı Saadet heyecanı verebilecek miyiz?” diye sorar.

İkbal, İslâm Dünyası’nın perişan ve sahipsizliği ile elemli. İslâm rûhunu hayata geçirememenin izdırabı ile mahzun ve mağmûm olarak yaşayan, büyük bir İslâm Şairi ve mütefekkiridir.

Bir Hadîs-i Şerifte:

“Dünya ve Ahiret, ortak iki zevce gibidir. Birini ne kadar hoşnud edersen, öbürünü o kadar kızdırırsın..” buyurulur.

Dünya’ya davet sesi gönülde ne kadar yer ederse, ahiret nasihati ona yabancı gelir. Ahirete davet sesi yerleşir ise, Dünya’ya davet fikri ona yabancı olur.

Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur:

“Bu seslerden birini kabul ettin mi, öbürünü duymazsın bile!. Çünkü, seven bir kimse, sevdiğinin zıddı olan şeylere karşı adeta kör ve sağırdır.”

Ucu kıyamete dayanacak aşk kafileleri, O’nun muhabbet, vecd, aşk ve göz yaşları ile teskin ve tesellî olacakdır.

Ne saadet! Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘nün örnek şahsiyetinden ve rûhaniyet dünyasından bir hisse alıp ihsan duygusuna yaklaşabilene!…