Toplum ve İdareciler

2006 – Temmuz, Sayı: 245, Sayfa: 032

Cenâb-ı Hak, halkettiği varlıkların husûsiyetlerine göre, onlara muhteşem bir hayat nizâmı ve toplum tarzı lutfetmiştir. Rabbimiz, maddî ve mânevî güzellikler ve istîdatlarla en mükemmel şekilde yaratılan insanın da, kâinattaki ilâhî azamet tecellîleri ve kudret akışlarının âhengine râm olmuş bir kalbî kıvâm ile yaşamasını arzu etmektedir. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Semâyı Allâh yükseltti ve mîzânı (ölçü, nizam ve dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın.” (er-Rahmân, 7-8)

Yine Rabbimiz, insanı diğer mahlûkattan farklı olarak, birbirlerine daha muhtaç bir hâlde yaşamaya mecbur kılmıştır. Bu sebepledir ki insanlar, târih boyunca ferdî olarak değil, küçük bir kabîleden devlet teşekkülüne kadar dâimâ toplum hâlinde yaşama temâyülü altında bulunmuşlardır. Bu temâyülün âhenkli bir nizâm dâhilinde hayat bulabilmesi için de, toplumlara yön veren idârecilerin mevcûdiyeti ve onlarla toplum arasında muvâzenenin temini şarttır.

Hikmet nazarıyla bakıldığında, idârecilerle idâre edilenlerin, âdeta görüntüleri birbirine akseden aynalar misâli olduğu görülür. Buna göre en küçük bir âile ve cemaatten başlayarak büyük milletlere kadar bütün toplumlar, idârecilerinin maddî-mânevî seviyelerine göre; buna mukâbil idâreciler de toplumun maddî-mânevî liyâkat ve nasîbine göre şekillenirler. Baştakilerin kâbiliyet ve adâleti, toplumun sulh ve selâmetine; bunun zıddına beceriksiz ve ehliyetsiz olması da toplumun sefâletine sebep olur. Diğer taraftan da toplum, kendi hâlini düzelttiği takdirde sâlih idârecilere sâhip olurken; güzel hâl ve meziyetlerini terk edip ahlâkî zaaflara dûçâr olduğunda, buna mümâsil menfaatperest idâreciler başlarına musallat olur. Zîrâ idâreciler de halkın mahsûlüdür, yâni toplum içinden çıkmaktadır.

Bu bakımdan ictimâî huzur ve saâdet için, hem idârecilerin hem de toplumun, kusuru öncelikle kendilerinde aramaları ve kendi hâllerini ıslâh gayreti içinde olmaları şarttır. Yâni tasavvuftaki “muâhezeyi nefsine, müsâmahayı gayriye yöneltme” ahlâkı, sâdece kalbî hayâtın değil, ictimâî hayâtın da sulh ve selâmeti için elzemdir. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“…Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar, Allâh, onlarda bulunan hâli değiştirmez…” (er-Ra‘d, 11)

“Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirinceye kadar, Allâh’ın onlara verdiği nîmeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır…” (el-Enfâl, 53)

Âyet-i kerîmelerde buyrulduğu üzere bir topluma olan ilâhî ikram, ihsan ve rahmet tecellîleri, onların güzel hâllerini devâm ettirmelerine bağlıdır. Ne zaman ki Rabbimizin râzı olduğu güzellikler terk edilir, o vakit Allâh’ın rahmet ve nîmeti de o toplum üzerinden kalkar, anarşi baş gösterir. Hadîs-i şerîfte buyrulduğu vechile, “toprağın altı, üstünden daha hayırlı” hâle gelir.

Bu bakımdan, başlarındaki idârecilerin sâlih kimseler olmasını dileyen ve huzur içinde yaşamak isteyen toplumlar, öncelikle kendi hâl ve gidişatlarının ilâhî rızâya muvâfık olup olmadığına dikkat etmelidirler. Nitekim Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir hadîs-i şerîflerinde, toplumu îkaz maksadıyla:

“Siz nasılsanız, öyle idâre edilirsiniz.” buyurmuştur. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 82)

Bu gerçeği ifâde eden şu hâdise de ne kadar mânidardır:

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, İbn-i Mülcem tarafından ağır bir şekilde yaralandığında, insanlar başına toplanmış ve ona:

“–Ey Mü’minlerin Emîri! Bize bir idâreci tâyin et!” demişlerdi. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ise onlara şu cevâbı verdi:

“–Ben sizi, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bizi bırakıp gittiği gibi bırakıyorum. Vaktiyle biz de; «–Yâ Rasûlallâh! Bizim üzerimize bir idâreci tâyin etseniz!» demiştik de Fahr-i Kâinât Efendimiz; «–Allâh Teâlâ sizde bir hayır görürse sizin üzerinize hayırlılarınızı idâreci yapar.» buyurmuştu. O zamanlar Cenâb-ı Hak bizde bir hayır gördü ki, başımıza Hazret-i Ebû Bekir’i geçirdi.” (Hâkim, III, 156/4698)

Yine Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti zamanında pek çok ihtilâf ve fitneler ortaya çıkmıştı. Bir gün ona:

“−Senden evvelki halîfeler zamanında böyle ihtilâflar olmadığı hâlde, senin zamanında bütün bunlar niçin oluyor?” tarzında bir suâl yöneltildiğinde, ilim ve hikmet şehrinin kapısı olan o büyük zât:

“−Onlar, benim gibi insanlara; ben ise sizin gibilere idâreci oldum.” buyurarak, idârecinin davranışlarının, idâresine memur olduğu insanların mânevî istihkak ve nasîbine göre meydana geldiğini ifâde etmiştir. Bu gerçeğe, idâreciler açısından bakıldığında da, durum aynıdır.

Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu hususta şöyle buyurmuştur:

“اَلنَّاسُ عَلَي سُلُوكِ مُلُوكِهِمْ: İnsanlar idârecilerinin takip ettiği yol, üslûp veya tavır üzeredirler.”

“İdârecileri istikâmet üzere bulunduğu müddetçe insanlar da müstakîm olurlar.” (İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 223)

Hakîkaten de halk, umûmiyetle başlarındaki kimseleri taklid eder ve onlara uyar. Şu târihî misâl, toplumların, başlarındaki idârecilerin mânevî durumlarına göre vaziyet aldıklarını ne güzel îzâh eder:

Emevî halîfelerinden Velid bin Abdülmelik, güzel binâlara meraklıydı. İnsanlar da ona uyarak binâ merâkına düştüler. Meclislerde devamlı inşaattan bahsedilir oldu. Süleyman bin Abdülmelik, yeme-içmeye çok düşkün bir hükümdardı. Onun zamanındaki insanlar da yeme-içme lâkırdılarıyla vakitlerini isrâf ederlerdi. Ömer bin Abdülaziz ise, âbid ve zâhid bir kimseydi. Onun zamanında halk, ibâdet ve tâat yoluna girdi. Kendi aralarında birbirlerine tavsiye mâhiyetinde; “Bu gece evrâdın ne idi, Kur’ân-ı Kerîm’den kaç âyet hıfzettin, bu ay kaç gün oruç tuttun, kaç garibin, hastanın, yetimin gönlünü hoş ettin?” gibi, kalbe rûhâniyet aşılayan sözler söyler oldular.[1]

Hakîkaten, baştakilerin hâl ve tavırları, er veya geç, topluma bir şekilde sirâyet etmektedir. Buna göre baştakilerin yapacakları hayırlı ve güzel işler, toplum üzerinde umûmî bir hayır ve güzellik iklîminin oluşmasına; bunun aksine baştakilerin yapacakları yanlışlıklar ve beceriksizlikler de, bütün bir toplumda fitnenin yaygınlaşmasına sebep olmaktadır.

Nitekim atalarımız da; “Balık baştan kokar.” demişlerdir. Bu bakımdan, âile reislerinden vakıf ve dernek yöneticilerine, cemaat liderlerinden büyük toplumlara yön verenlere kadar bütün idâreciler, son derece hassas ve titiz davranmak zorundadırlar. Mes’ûliyetlerinin büyüklüğünü muhâsebe etmelidirler. Şeyh Edebali Hazretleri’nin, Osman Gâzî’ye:

“Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.” tavsiyesi de bu hassas vaziyeti ifâde etmektedir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, insanlara bir şeyi emrettiği veya yasakladığı zaman, evvelâ kendi âilesinden başlardı. Âile fertlerini bir araya toplayarak onlara şöyle derdi:

“Şunu ve şunu yasakladım. İnsanlar sizi yırtıcı kuşun eti gözetlediği gibi gözlerler. Siz bu yasağı çiğnerseniz onlar da çiğnerler, siz korkup geri durduğunuzda, onlar da böyle yaparlar. Allâh’a yemin ederim ki, herhangi biriniz bu yasaklara uymazsa, bana yakın olduğu için ona daha fazla cezâ veririm. Şimdi isteyen ileri gitsin, isteyen de geri dursun!” (İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 266)

Toplumların yükseldiği zamanlara bakıldığında, idârî mevkîlerde bulunanların, vazîfelerini ne büyük bir hassâsiyet ve dirâyetle icrâ ettikleri göze çarpar. Osmanlı’nın muhteşem sultânı Kânûnî Sultan Süleyman’ın, Gâzî Bâlî Bey’e gönderdiği tâlimatnâmedeki şu ifâdeler, bu titizliği ne güzel aksettirmektedir:

“Tebaaya (halkına) göz kulak ol ki, beyler ve vekiller sâlih insanlar olurlarsa, toplumun hâli de sâlihleşir. Tebaa, baştakilerin hâlini yansıtır.

Bâzı kimseler vardır ki, gündüzleri sâim (oruçlu) geceleri de kâimdirler (namaz kılar, ibâdet ederler). Lâkin bunlardan bir kısmı dünya malına aşırı muhabbet gösterirler, böylece mallarının putperesti olurlar. Toplumu mal sevgisinden daha fazla azdıran başka bir şey yoktur. Sakın sen de fânî şeylere meyletme. Elindeki nîmetleri Allâh’ın kulları üzerine cömertçe sarf et, kerem elini aç, haset etmekten son derece sakın…”

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in hâl ve davranışları, idâreciler için de ne güzel bir numûnedir. O, ashâbının bütün sıkıntılarıyla bizzat ilgilenir, en zor zamanlarda bile ashâbının en önünde olurdu. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- gibi cengâver sahâbîler dahî en zor ve tehlikeli anlarda:

“−Biz, Allâh Rasûlü’nün arkasına sığınırdık.” demişlerdir.

Bu bakımdan, insanlara öncülük edenler, dâimâ nefislerinden fedâkârlıkta bulunarak en önde olmalı, uzaktan kumanda ile makbul bir hizmet îfâ edilemeyeceğini bilmelidirler.

Yine Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, seferlerde arkada kalan zayıflara yardımcı olmak için onların yanında yürürdü. Zîrâ, merhametli bir çoban, sakatlanan bir koyunu aslâ olduğu yerde bırakmaz, bilâkis onu kucağında taşır ve sürüsünden ayırmaz.

Diğer taraftan toplumların önünde bulunanlar, mevkîleri sebebiyle şımarmamalı; Allâh’ın mülkünde bir memur gibi tasarrufta bulunduklarını, âdeta bir veznedar hükmünde olduklarını ve bir gün mutlaka ilâhî mahkemede sorguya çekileceklerini unutmamalıdırlar. Nitekim İmam Mâlik, zamanın halîfesine yazdığı bir mektubunda şu nasihatlere yer verir:

“Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- 10 defa haccetti. Benim bildiğime göre bir haccında ancak 12 dinar harcardı. Çadırda değil, ağaç gölgesinde konaklardı. Süt kırbasını boynunda taşırdı. Çarşı-pazar dolaşır, oradaki yardıma muhtaç insanların hâlini sorar, onların ihtiyaçlarını giderirdi. Mâlum olduğu üzere, yaralandığı zaman ashâb-ı kirâm yanına geldiler, onu medh ü senâ ettiler. Ömer -radıyallâhu anh- ise onlara şöyle dedi:

«Böyle fânî iltifatlara kapılan aldanmıştır. Eğer dünya dolusu altınım olsa, mahşer gününün korkularından kurtulmak için onların hepsini fedâ ederdim.»”

İmam Mâlik Hazretleri, nasîhatlerine devamla şöyle der:

“Hazret-i Ömer ki, her işi doğru ve adâlet üzereydi. Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- onu cennetle müjdelemişti. Buna rağmen o, yine de büyük bir korku içinde, üzerine aldığı müslümanların işlerini daha iyi idâre edebilme gayretinde idi. O böyle düşünürse başkalarının hâli nice olur…”

Endülüs fâtihi Târık bin Ziyâd’ın îman hassâsiyeti ve tevâzû hâli de bu hususta ne güzel bir numûnedir:

Târık bin Ziyâd’ın beş bin kişilik ordusu, doksan bin kişilik İspanya ordusunu perişan etmişti. Târık, kralın hazineleri üzerine ayağını koyarak kendi kendine şöyle dedi:

“Ey Târık! Dün boynu tasmalı bir köle idin. Gün geldi, Allâh seni hürriyetine kavuşturdu. Sonra da bir kumandan oldun. Bugün, Endülüs’ü fethettin ve kralın sarayında bulunuyorsun. Şunu iyi bil ve hiçbir zaman unutma ki, yarın da Allâh’ın huzûrunda olacaksın!

Toplumları sevk ve idâre mevkiinde bulunanlar, kendilerini, onların ihtiyaçlarını karşılamak için vazîfelendirilmiş bir nevî hizmetkâr olarak telâkkî etmelidirler. Merhum pederimiz Mûsâ Efendi -ks.- da toplumların önünde bulunan kimselerin, kendilerini halkın hizmetçisi olarak görmeleri îcâb ettiğini ve bulundukları mevkîden dolayı kibir ve ucuba kapılmayıp insanlara dâimâ şefkat, merhamet ve bilhassa tevâzû ve şükran duygularıyla hizmet etmeleri gerektiğini şöyle ifâde buyururlardı:

“Hizmet ehli, şu idrâk içinde olmalıdır ki, hizmet etme fırsatı Rabbimizin bir lutfudur, lâkin bu lutuf, herkese nasîb olmaz. Çok kimseler vardır ki, her hususta hizmet kâbiliyetleri olduğu hâlde, zaman ve mekân müsâit olmadığından hizmet etmekten nasipleri yoktur. Hizmet edenler, hizmeti bir nîmet bilip tevâzûlarını artırmalı ve hattâ bu nîmete vesîle oldukları için hizmet edilenlere teşekkür edâsı içinde bulunmalıdırlar.”

İşte idârecilerin böyle bir mânevî hassâsiyet sâhibi oldukları devirlerde, toplumlar da maddî-mânevî âbâd ve ihyâ olmuşlardır. Fakat böyle zamanların idârecilerinin en mühim fazîletlerinden biri de, halkın âlim ve âriflerinin îkaz ve irşadları karşısında kemâl-i edeple boyun eğmeleri, etraflarında liyâkatli bir istişâre heyeti oluşturmuş bulunmalarıdır. Bu bakımdan idâreciler, çevrelerinin dalkavuklar tarafından kuşatılmasına izin vermemeli, halkın gerçek dertlerini kendisine doğru bir sûrette aktarıp çâre yolları gösterecek ilim ve irfân ehli kimselerle istişâre etmelidirler. Zîrâ ehli ile istişâre, mühim bir sünnet-i seniyyedir. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, te’yîd-i ilâhîye mazhar olduğu hâlde, bizlere numûne olmak için, her işinde istişâre hâlinde olurdu.

Diğer taraftan, halk da toplumun sulh ve selâmeti için, başlarındaki idârî otoriteye âdilâne davrandıkları sürece hürmetkâr ve itaatkâr olmalıdırlar. Bununla birlikte, idârecileri de dâimâ murâkabe etmeli, istikâmetlerini muhâfaza etmeleri için gerekli îkazları, nezâket ve mahfiyet içerisinde yerine getirmelidirler.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hilâfete geçtiği vakit:

“–Ey insanlar! Ben haktan, adâletten ayrılırsam ne yapar­sınız?” diye sormuştu. Ahâlîden biri:

“–Yâ Ömer! Sen eğrilir ve doğruluktan saparsan, seni kı­lıcımızla doğrulturuz!” cevâbını verince Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Elhamdülillâh! Eğrilirsem beni kılıçları ile doğrulta­cak arkadaşlarım varmış!..” diyerek memnûniyetini izhâr etmiştir.

Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:

“En çok sevdiğim kimse, bana ayıp ve kusurlarımı haber verendir.” (Suyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 130)

Bu itibarla idâreciler de, halkın îkaz ve tenkitlerine açık olmalı, hatâ ve kusurlarının dile getirilmesinden rahatsız olmak yerine bilâkis memnûn olup hâllerini ıslâha çalışmalıdırlar.

Toplum da, idârecilerini Allâh rızâsı için samîmiyetle îkâz edebilmeli, gerektiğinde bu hususta fânî menfaatlerini geri plana atabilecek bir fedâkârlık gösterebilmelidir. Zîrâ toplumun saâdet ve selâmeti husûsundaki mes’ûliyet, sâdece idârecilerde değil, onlarla birlikte fert fert bütün bir millettedir.

Dünyevî menfaatler uğruna baştakilerin yanlışlıklarına göz yumup onları îkâz etmemek ve hattâ onların zulüm ve haksızlık çarklarının dönmesi için destek sağlamak, büyük bir âhiret hüsrânıdır. Bu dünyâda kötü liderlerin peşinde yürüyenler, âhirette de onların peşinde ateşe gideceklerdir. Bu bakımdan herkes kimin peşinde gittiğine dikkat etmelidir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Her insan topluluğunu önderleri ile birlikte çağıracağımız o günde kimlerin amel defteri sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okuyacaklar.” (el-İsrâ, 71)

(Firavun, kavmini dünyada denize sürükleyip boğduğu gibi) kıyâmet gününde de kavminin önüne geçer, onları (suya götürür gibi) ateşe sürükler. O vardıkları yer ne kötü yerdir.” (Hûd, 98)

Bu bakımdan toplumlara yön veren idârecilerin de hakka ve hayra yönlendirilmesi, mü’minlerin en mühim vazîfelerinden biridir. İmam Ebû Yûsuf, Halîfe Hârun Reşîd’e yazdığı Kitâbu’l-Harâc isimli eserinde şu tavsiyeye yer verir:

“Allâh’ın sana lutfettiği hükümranlık sahasında bir an da olsa hakkı ayakta tutmaktan geri kalma! Zîrâ kıyâmet günü Allâh nezdinde en mes’ûd çoban (idâreci), sürüsünün (halkının) kendisinden memnun kaldığı kimsedir. Sen doğruluktan sapma, aksi hâlde halkın da sapar. Hevâ ile emretmekten ve öfke ile hüküm vermekten sakın. Biri uhrevî, diğeri dünyevî olmak üzere iki ihtimalle karşılaştığında, sen âhiret işini dünya işine tercih et. Zîrâ âhiret bâkî, dünya ise fânîdir.”[2]

Netice olarak insanların tutum ve davranışları, başlarında bulunanların tutum ve davranışlarına bağlıdır. Tabiî ki bunun zıddına, toplum önündekilerin tutum ve davranışları da, insanların içinde bulunduğu hâl ve tavırlarla yakından irtibatlıdır. Bütün bu sözler, netîcede aynı kapıya çıkmakla beraber, birinde idârecilerin, diğerinde ise, idâre edilenlerin hâl ve tavırlarını düzeltmeleri îkâz edilmektedir. Buna göre idâreci de idâre edilen de maddî-mânevî istihkâkını iyi yönde değiştirmek istiyorsa, önce kendi hâlini ıslâha çalışmalıdır.

Bir tâmircinin mesleğindeki mahâreti, tâmir ettiği eşyâda tezâhür eder. Tâmircinin onaramadığı eşyâ, onun beceriksizliğini ortaya koyar. Bunun gibi, öndekiler de, etraflarında bulunanların yanlışlıklarından kendilerini mes’ûl görmeli, onların zaaf ve kusurlarının, kendilerini ilgilendiren yönüne dikkat kesilmelidirler.

Günümüzde, hâlinden şikâyetçi olmayan yok gibidir. Fakat hemen herkes, eksiklik ve kusuru kendi dışında aramaktadır. Hâlbuki gerek idâreciler gerekse idâre edilenler, önce kendi zaaflarından şikâyetçi olmalıdırlar. Bunu düşünerek hâlimizi ıslâha çalıştığımız ve toplum içinde sâlih kimseleri çoğalttığımız takdirde milletimizin maddî-mânevî istihkâkının hayırlı istikâmete döneceği ve -ilâhî bir lutfa nâil olarak- daha mükemmel idârecilerin başa geçeceği şüphesizdir. İdâreciler de toplumdan şikâyetçilerse, aynı nefis muhâsebesini ve kendini ıslah gayretini göstermelidirler.

Nitekim Osmanlı sultanlarından, Kosova şehîdi I. Murad Hüdâvendigâr’ın, hâdiseler karşısında önce enfüsî muhâsebede bulunarak kusuru kendinde arama ahlâkını sergileyen şu hâli, ne güzel bir misâldir:

I. Murad Han, ordusuyla birlikte Kosova ovasına girdiğinde ortalığı toza dumana katan bir fırtına ile karşılaşmıştı. Öyle ki, âdeta göz gözü görmüyordu. Dünyevî saltanatla mânevî sultanlığı gönlünde mezcetmiş olan Murad Han, iki rekât namaz kıldıktan sonra, gözyaşları içinde Rabbine şöyle ilticâ etti:

“Yâ Rabbî! Bu fırtına, şu âciz Murad kulunun günahları sebebiyle çıktıysa, onun yüzünden şu mâsum askerlerimi cezâlandırma! Yâ İlâhî! Bunca müslüman askerin helâkine beni sebep kılma!..”

Murad Hân’ın bu duâsından sonra fırtına dindi, yapılan savaşta düşman büyük bir hezîmete uğradı. Murad Han da savaş sonrası harp meydanını gezerken yaralı taklidi yapan bir Sırp askeri tarafından hançerlenerek şehâdet şerbetini içti.

İşte bizler de iç muhâsebemizi yapar ve hâlimizi ıslah gayreti içinde olursak, -ümîd edilir ki- mânevî istihkâkımızın değişmesiyle, toplum hayâtında da buna paralel bir nâiliyete kavuşabiliriz.

Lâkin insanlık târihinde bu umûmî görüşle bağdaşmaz gibi görünen oluşlar da yok değildir. Meselâ, kitlelerin âzamî sûrette sapıklığa düştükleri hengâmda Cenâb-ı Hak, toplumları ıslâha memur peygamberler göndererek, o hâli hayra tebdîl eder. Nitekim, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın, insanların puta taptıkları, kız çocuklarını diri diri gömecek kadar vicdansızlaştıkları bir devirde, yarı vahşî bir toplumu, zulüm ve cehâlet bataklığından fazîlet semâsının zirvesine çıkarması, bunun apaçık bir misâlidir. Bu ilâhî lutfu, toplumun mânevî seviyesine bağlı bir nâiliyet ile îzah etmek mümkün değilse de, bunun da dayandığı başka bir ilâhî kânun mevcuttur. O da, Allâh’ın “Latîf” sıfatının îcâbı olan bir tecellîdir.

Bununla birlikte, artık bizim için böyle bir tecellî beklemek, mümkün değildir. Çünkü bu kapı Âhirzaman Peygamberi’nin gönderilmesiyle artık ebediyyen kapanmıştır. O hâlde bize düşen vazîfe, artık sadece mânevî istihkâkımızı yükseltmek maksadıyla hâlimizi ıslâha çalışmaktan ibârettir.

Hâlimizi ıslâh ve mânevî istihkâkımızı yükseltmek için fırsat ve imkânlar da sonsuzdur. Lâkin günümüzde, bu meyanda yapılması gereken işlerin başında, rehber insanlar yetiştirecek müesseseleri ihyâ etmek gelmektedir. Zîrâ bir mütefekkirin dediği gibi; “Hâkim milletlerle mahkûm milletler arasındaki en mühim fark, bir avuç iyi yetişmiş insandır!”

İşte toplumun maddî-mânevî susuzluğunun giderilmesi, terörün bertarâf edilmesi ve hakkın-hukûkun tevzî edilmesi, bu bir avuç insana bağlıdır. Her ideal, onu temsil edenlerin karakter ve şahsiyetine bağlı olarak yücelir ve şekillenir. Kitleleri peşinden sürükleyen, yüksek karakter ve şahsiyet sâhibi insanlardır. Toplumların yükselişinde, onların önündeki âbide şahsiyetlerin mühim bir yeri vardır. Bu bakımdan, bu bir avuç insanı yetiştirmenin gayreti içinde bulunmak, en mühim vazîfelerimizdendir. Merhum Necip Fâzıl’ın; “Tomurcuk derdinde olmayan ağaç, odundur.” ifâdesi, hepimize bu noktadaki mes’ûliyetimizi ihtâr etmektedir. Yine bu husustaki gayretlerin lüzûmunu ifâde sadedinde bir Hak dostu da; “Muhtaç olduğun insanı kendin doğuracaksın.” buyurmuştur. Yâni dînî inançları sağlam, târih şuuruna sâhip, milleti için fedâkârca hizmet edecek vatanperver bir nesil yetiştirmeye mecbûruz. Aksi hâlde, Cenâb-ı Hakk’ın, ihsân ettiği nîmetleri elden alacağı, ilâhî bir kânundur, yâni sünnetullâhtır. Târih sayfaları da, bu ilâhî kânûnun tezâhürleriyle doludur.

Bu itibarla, Allâh’ını ve Peygamber’ini seven, milleti uğruna nefsinden fedâkârlık yapabilen, topluma önderlik edebilecek keyfiyette insanlar yetişmesini istiyorsak, önce Allâh ve Peygamber muhabbetini kendi ruhlarımızın derinliklerine nakşetmeli, Kur’ân ve Sünnet muhtevâsında fazîlet dolu bir mü’min şahsiyeti sergilemeliyiz. Toplum, bizlerle gerçek bir müslüman şahsiyetinin nasıl olması gerektiğini görmelidir. Bunun için de büyük bir gayret ve hassâsiyet göstermeliyiz.

Rabbimiz, en alt kademeden en üst kademeye kadar idârî vazîfe üstlenen bütün mü’minlere mes’ûliyet şuuru ihsân eylesin! Fert ve toplum olarak hâlimizi lutfuyla ıslâh eylesin! Maddî-mânevî istihkâkımızın yükselişine medâr olacak samîmî gayretlerde bulunarak, vatanımızın, milletimizin ve bütün ümmet-i Muhammed’in müstakbel kaderinde hayırlı hizmetlere namzet, îmanlı nesiller yetiştirebilmeyi cümlemize nasîp ve müyesser eylesin!

Âmîn!..

Muhterem kardeşlerimiz! Vefâtının yedinci sene-i devriyesi münâsebetiyle, uzun yıllar kendisinden müstefîd olduğumuz merhum pederimiz Mûsâ Efendi’yi şükran hisleriyle yâd ederken, siz kıymetli kardeşlerimizden de bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs-ı Şerîf hediye etmenizi istirhâm ederiz.

Bu vesîleyle bir hatırlatmada bulunmak isteriz ki; vefât eden geçmişlerimizi rahmetle yâd edip onlara sadakalar ve hatm-i şerîfler gibi mânevî hediyeler göndermek için dînimizce özel bir gün ihdâs edilmemiştir. Merâsim icrâ etmek için vefât gününün sene-i devriyesini beklemek gerekmez. Zîrâ bu günler ile diğer günler arasında hiçbir fark yoktur. Toplumumuzda süregelen belli günlere hasredilmiş uygulamalar ise, geçmişlerimizin hatırlanmasını sağlamak düşüncesiyle kabul edilmiş bir örften ibârettir.