Tevessül

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -35-

2010 – Eylül, Sayı: 295, Sayfa: 032

Seven, sevdiğine kavuşmak için her fırsatı canına minnet bilir, her yola başvurur. Sevdiğinin muhabbet ve hoşnutluğuna erebilmek için bütün imkânları değerlendirir, bu uğurda hiçbir fırsatı kaçırmak istemez.

Gönlü îman muhabbetiyle dolu bir Hak âşığı da, kendisini Hakk’ın rızâsına ve yakınlığına kavuşturacak olan her vesîleye tevessül eder, yani büyük bir aşk ve şevkle sarılır. Zira bunu bizzat Rabbimiz emretmektedir:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmaya vesîle arayın!..(el-Mâide, 35)

Şüphesiz ki en büyük vesîleler; kulu yaratılış gâyesine ve Hakk’ın rızâsına ulaştıran vâsıtalardır. Kur’ân-ı Kerîm, ibâdetler, sâlih ameller, esmâ-i hüsnâ, salevât-ı şerîfe, mukaddes zaman ve mekânlar, peygamberler ve Hak dostları, bunların başında gelir. Tevessül de Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği bu hususları vesîle edinerek, Allâh’a bunlar hürmetine duâ etmektir. Yani tevessül, Cenâb-ı Hakk’ın sevdikleri hürmetine O’nun rızâsını ve lûtfunu celbetme niyet ve arzusundan ibârettir.

HAKK’A VUSLAT VESÎLELERİ…

Kulu Hakk’a vâsıl edecek vesîleler saymakla bitmez. Rabbimiz, sonsuz rahmetinin eseri olarak biz kullarına lûtufta bulunmak için nice vesîleler ihsân etmektedir. Bu vesîleler, insanlığı hak ve hakîkate sevk ederek Rabbimizin “cennet dâvetine” elçilik yapmaktadır. Nitekim;

– Hazret-i Ömer’in îmanla şereflenmesine, kızkardeşi Fâtıma’nın evinde duyduğu Kur’ân âyetleri vesîle olmuştur.

– Bişr-i Hafî Hazretleri’nin geçmişteki nefsânî hayatından kurtulup sırât-ı müstakîme hidâyetine, yolda bulduğu bir kağıt parçası vesîle olmuştur ki, üzerinde “Allah” lâfzı yazılı olduğu için onu nâdide bir mücevher gibi büyük bir nasip bilerek alıp temizlemiş ve hürmetle lâyık olduğu mûtenâ bir mevkiye kaldırmıştır.

– Kadı Mahmud’un hakîkat iklîmine vâsıl olmasına, bir karı-kocanın mânevî sırlarla dolu dâvâsı vesîle olmuştur. Samimiyetle bu dâvânın peşine düşünce, kendisini Üftâde Hazretleri’nin kapısında bulmuş ve o kapıda, mârifetullah zirvelerine giden Hüdâyî yolunu keşfetmiştir.

– Hazret-i Mevlânâ’nın, gönül sultanlığına erişmesine, Şems adlı bir dervişin, aşk ve vecd âleminden bir pencere açması vesîle olmuştur.

Bu gibi misalleri artırmak mümkündür. Zira Hakk’a giden yollar, mahlûkâtın nefesleri adedince çoktur. Mühim olan, Cenâb-ı Hak’tan gelen bu vesîlelerin farkına varıp onlardan lâyıkıyla istifâde edebilecek bir gönle sahip olmaktır. Kulun gönlü hak ve hakîkate teşne ise, kendisini Allâh’a yaklaştıracak olan vesîleleri görmeyi Rabbimiz ona nasîb eder.

Hak dostlarından Ebû’l-Hasan Harakânî Hazretleri şöyle buyurur:

“Bir kulun vesîle ederek Yüce Allâh’ı bulmaya çalıştığı hangi şey olursa olsun; onların en güzeli Kur’ân-ı Kerîm’dir. Öyleyse, Yüce Allâh’ı Kur’ân yolundan aramalısınız.” (el-Hadâikü’l-Verdiye, s. 458)

Hakîkaten Kur’ân, bir ucu Allâh’ın kudret elinde, diğer ucu bizlere uzatılmış en sağlam iptir. Bu ipi sımsıkı tutarak onu Hakk’ın yakınlığına ve ilâhî lûtuflara kavuşmaya vesîle edinmek gerekir.

Duâların makbûl olması için tevessül edilebilecek hususlardan biri de salevât-ı şerîfedir. İslâmî an’anede duâ, hamdele ve salveleyle başlayıp yine onlarla hitâma erdirilir. Salvele, Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- hakkında Cenâb-ı Hakk’a bir duâdır ki, onun (salevâtın) reddedilmeyip kabul edileceği yolunda bir kanaat mevcuttur. Duâlarımızın başını ve sonunu salât ü selâm ile süslemek de bu gerçekten kaynaklanmaktadır. Böylece kabûlü muhakkak olan iki duânın arasına kendi duâlarımızı sıkıştırmak, onların da kabûlünü sağlamak düşüncesiyle yapılan bir tevessüldür.

Duânın müstecâb olmasını temin eden diğer bir vesîle de esmâ-i ilâhiyyedir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“En güzel isimler (esmâ-i hüsnâ) Allâh’a âittir. O hâlde bu isimlerle O’na duâ edin!” (el-A’râf, 180)

Ayrıca Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Allah Teâlâ’dan yağmur dilediğinde “İstiskâ Namazı” kılmış, böylece duâsının kabûlü için nâfile namazla da tevessül etmiştir. Nitekim Rabbimiz de; “Ey îmân edenler, namaz ve sabırla Allah’tan yardım isteyin!..” (el-Bakara, 153) buyurmaktadır.

Sâlih ameller de hayırlara kavuşup sıkıntılardan kurtulmaya bir vesîledir. Bu hususu îzah sadedinde; geçmiş ümmetlerden, yolculuğa çıkan üç arkadaşın hâlini bildiren bir hadîs-i şerîf, hulâsaten şöyledir:

“Yolculuk esnâsında yağmura yakalanan üç arkadaş, geceyi geçirmek için bir mağaraya girer. Derken dağdan bir kaya parçası düşer ve mağaranın girişini kapatır. Bunun üzerine onlar:

«–Sâlih amellerimizle Allâh’a duâ etmekten başka çâremiz yoktur; bizi buradan, Allah’tan başka hiç kimse kurtaramaz.» derler.

Onlardan biri, ana babasına olan itaatini vesîle kılar. Kaya biraz yerinden oynar, fakat mağaradan çıkılacak gibi değildir.

İkincisi, Allah korkusunu, hayâ ve iffetini vesîle kılar. Kaya biraz daha aralanır, ama yine çıkılacak gibi değildir.

Üçüncüsü de, kul hakkına olan riâyetini vesîle kılarak Allâh’a yalvarır. Bunun üzerine kaya, mağaranın ağzından tamamen kayar ve dışarı çıkarlar.” (Bkz. Buhârî, Edeb, 5, Enbiyâ, 53; Zikir, 100)

EN BÜYÜK VESÎLEMİZ…

Sâlih amellerle tevessül edilebildiği gibi, o amelleri tebliğ ve irşâdı vesîlesiyle öğrendiğimiz Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile tevessül etmek de pek tabiî ki câiz ve hattâ elzemdir. Zira O, Hak katında mahlûkatın en kıymetlisidir. Allah Y, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i, bütün amellerimizden de, mevcut her şeyden de daha çok sevmektedir.

Beşeriyet, Rahmân’ın uçsuz-bucaksız af ve kerem ummânına, Rabbimizin, O “Varlık Nûru”na duyduğu muhabbeti hürmetine mazhar olmuştur. Nitekim hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Âdem u cennetten çıkarılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatâsını anlayıp; «–Yâ Rabbî! Muhammed hakkı için Sen’den beni bağışlamanı istiyorum.» dedi.

Allah Teâlâ; «–Ey Âdem! Henüz yaratmadığım hâlde Muhammed’i sen nereden bildin?» buyurdu.

Âdem u; «–Yâ Rabbî! Sen beni yaratıp bana rûhundan üflediğinde başımı kaldırdım, Arş’ın sütunları üzerinde; “Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedü’r-Rasûlullâh” cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, Zât’ının ismine ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edersin!» dedi.

Bunun üzerine Allah Teâlâ; «–Doğru söyledin ey Âdem! Hakîkaten O, Bana göre mahlûkâtın en sevimlisidir. O’nun hakkı için Bana duâ et. (Mâdemki duâ ettin), Ben de seni bağışladım. Şâyet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım!» buyurdu.” (Hâkim, Müstedrek, II, 672)

İşte Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in Hak katındaki kıymeti o kadar yücedir ki, yaratılışın başlangıcı O’nun nûruyla olmuştur. Hâlık-ı Mutlak, Cenâb-ı Hak’tır; fakat yaratılışın sâikı, Hazret-i Muhammed -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’dir. O olmasaydı, âlemler ıssız çöllere dönerdi. Nerede bir güzellik varsa, O’ndan bir akis taşır, çünkü O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır.

Bunun içindir ki, O henüz dünyayı şereflendirmeden evvel, pek çok peygamber bile, duâlarında O’nu vesîle kılarak Allâh’a yönelmiştir. İnsanlığın atası Âdem -aleyhisselâm-, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i duâsına vesîle kıldı; ilâhî affa nâil oldu. O yüce Rasûl, İbrahim -aleyhisselâm-’ın sulbüne intikâl eyledi; ateş ona serin ve selâmet oldu. O yüce inci, İsmail u’ın sedefine girince, bıçak onun boynunu kesmedi, nâmına göklerden kurbanlık koç indirildi.

Velhâsıl, peygamberler dahî O’nun hürmetine ilâhî rahmetten istifâde etmişlerdir. Hattâ Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, O’na tâbî olmanın bereketine erebilmek için O’nun ümmetinden olmayı dilemiştir.1

Şu hâdise, ashâbın Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile tevessüllerine tipik bir misâldir:

Bir âmâ, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e gelerek gözündeki hastalıktan şikâyet etti. Efendimiz r; sabretmesinin daha hayırlı olacağını tavsiye etti. Âmâ ise:

“–Yâ Rasûlâllah! Beni elimden tutup götürecek kimsem yok. Bu hâl bana çok meşakkat veriyor. Lütfen gözlerimin açılması için duâ ediniz!” diye ısrar edince Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurdu:

“–Git abdest al, sonra iki rekât namaz kıl, ardından da şöyle duâ et:

«Allâh’ım! Rahmet Peygamberi olan Nebîn Muhammed’le (O’nun hürmetine) Sen’in Zât’ından diliyor ve Sana yöneliyorum… Yâ Muhammed! İhtiyacımın verilmesi için Sen’inle Rabbime yöneliyorum!.. Allâh’ım! O’nu bana şefaatçı kıl!..»” (Tirmizî, Deavât, 118; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV. 138)

Hâkim’in rivâyetinde, ayrıca âmânın gözü görür bir hâlde ayağa kalktığı da ilâve edilmiştir. (Bkz. Hâkim, Müstedrek, I, 707-708)

Hâfız İbn-i Kesîr, Yemâme Savaşı’nda müslümanların parolasının:

Yâ Muhammedâh: Ey Muhammed, bize yardım eyle!” olduğunu söyler. Hâlid bin Velid t, Yemâme savaşında düşmanı mübârezeye çağırdıktan sonra yüksek sesle müslümanların parolasını söyleyerek; “Yâ Muhammedâh!” diye nidâ etmiştir. Ayrıca o gün mübâreze için karşısına kim çıktıysa hepsine gâlip gelmiştir. (Taberî, Târih, II, 513; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, VI, 324)

Tabiî ki bu ifâdeden kastedilen; “Allâh’ım! Sana Sevgili Rasûlün Muhammed -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- vesîlesiyle yöneliyoruz, O’nun hürmetine bize nusret ve zafer lûtfeyle!” niyâzıdır. Târihte bunun pek çok misâli vardır. Nitekim Çanakkale harbinde Binbaşı Lütfü Bey, pek müşkül bir vaziyetle karşılaşınca; “Yetiş yâ Muhammed! Kitabın elden gidiyor!” diye feryâd etmiş ve Allâh’ın yardımıyla o bâdireden kurtulmuşlardır. Bunun gibi nice tecellîler yaşanmıştır. Nitekim Çanakkale Harbi’ndeki İngiliz kumandanı târihçi Hamilton da, bu hakîkati şöyle îtirâf etmiştir:

“Bizi Türkler’in maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûb etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşâhede ettik!..”

KIRIK KALPLER HÜRMETİNE…

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“İçinizde saçı-başı dağınık, eski elbiseler içinde, garip görünümlü ve insanların îtibâr etmediği nice kimseler vardır ki, Allâh’a yemin etseler, Allah onların yeminlerini boşa çıkarmaz… Berâ bin Mâlik de onlardandır.” (Tirmizî, Menâkıb, 54/3854)

Yani böyle kimseler, Cenâb-ı Hakk’a karşı “naz ehli”dirler. Allah’tan bir şeyin vukû bulmasını ısrarla niyaz ve ümîd ederek bunu insanlara yeminle söyleseler, Allah Teâlâ onların yüzünü kara çıkarmaz.

Nitekim Enes bin Mâlik’in kardeşi olan Berâ -radıyallâhu anh-’ın dünyaya ait bir dikili taşı bile yoktu. Ölmeyecek miktarda bir azıkla yaşıyor, fakat fakirliği sabır ve tevekkülle karşılıyordu. Berâ t, Hazret-i Ömer zamanındaki harplerden birine katılmıştı. Müslümanlar sayıca çok az olup zor durumda kalmışlardı. Ordu kumandanı, Berâ -radıyallâhu anh-’tan müslümanların zaferi için yemin etmesini ısrarla taleb etti. Bunun üzerine Hazret-i Berâ:

“Ey Rabbim, onlara karşı zafer ihsân etmen ve beni Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e kavuşturman için Sana yemin ediyorum!..” dedi.

Hakîkaten ertesi gün zafer nasîb oldu ve Hazret-i Berâ da şevkle arzuladığı şehâdet şerbetini içti. (Hâkim, III, 331/5274)

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz bile, Allah’tan zafer ve yardım taleb ederken muhâcirlerin fakirleri vesîlesiyle niyazda bulunur2 ve şöyle buyururdu:

“Bana zayıfları çağırınız. Çünkü siz, ancak zayıflarınız(ın duâ ve bereketi) ile rızıklandırılır ve yardım edilirsiniz.” (Ebû Dâvud, Cihâd, 70)

Kırık ve mahzun kalpleri vesîle edinerek rızâ-yı ilâhîye vâsıl olabilmek sadedinde Mâlik bin Dinar’ın şu rivâyeti de oldukça mânidardır:

“Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a bir ilticâsında:

«–Yâ Rabbi! Sen’i nerede arayayım!» dedi.

Allah Teâlâ buyurdu ki:

«–Ben’i, kalbi kırıkların yanında ara!»” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)

SÂLİH KULLARLA TEVESSÜL…

Allâh’ın sâlih kulları, rahmet ve bereket vesîlesidirler. İnsanları Allâh’a itaate dâvet eder, ümmetin selâmeti için duâ ederler. Allah Teâlâ da dilerse bu sevdiği kulları hürmetine muhtemel tehlikeleri def eder, rahmet ve nusretini lûtfeder.

Müfessir Bursevî; “…Allâh’a yaklaşmaya vesîle arayın…” (el-Mâide, 35) âyeti hakkında der ki:

“Bu âyet, açık bir şekilde vesîle aramayı emretmektedir. Bu, mutlaka gereklidir. Allâh’a vuslat ancak onunla gerçekleşir. Vesîleden maksat, hakîkat âlimleri ve mürşid-i kâmillerdir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyan, c. IV, s. 543)

Talebesine ders veren sâlih bir âlim, onun yetişmesi için bir vesîledir. Mürşid-i kâmiller de, âlimlerin zâhirî ilimlerde yaptığı rehberliğe benzer bir vazîfeyi, mâneviyat yollarında îfâ ederler.

Âlimler ve sâlihlerin, kulu Rabbinin yoluna tevcîh etmeleri, ruhbanlık mâhiyetinde bir faâliyet değildir. O, bir irşad ve ikazdır. Yürünecek yollarda yolculara rehberlik etmekten ibârettir. Buna mukâbil hristiyanlıkta ruhbanlık vardır. Onlara göre ruhban, Allah ile kul arasında zarûrî bir vasıta durumundadır. İslâm ise bunu reddeder. Yani Allah ile kul arasında bir üçüncü şahıs tasavvur olunamaz. Kul, Rabbine şahsen ve doğrudan her an ilticâ edebilir. Mü’min, yalnız Allâh’a ibâdet edip yalnız O’ndan yardım diler. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

(Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Sen’den medet umarız.” (el-Fâtiha, 5)

Öte yandan, insanın en büyük ihtiyacı, dünya imtihanlarından selâmetle geçerek Hakk’a vâsıl olabilmektir. Bu hususta insanların elinden tutup yol gösteren Hak dostları da Allâh’ın lûtfettiği vesîleler cümlesindendir. Zira onların hem halk ile hem de Hak ile aynı anda münâsebetleri vardır. Bu sebeple, halkı Hakk’a ulaştıran bir köprü hizmeti görürler.

Önceleri bir hristiyan iken, Hazret-i Mevlânâ ve Mesnevî’si vesîlesiyle hidâyete eren rahmetli Farsça hocam Yaman Dede’ye:

“–Siz, niçin Mevlânâ ve Mesnevî’sinden bu kadar çok bahsediyorsunuz?” diye sorulduğunda:

“–Evlâdım, benim elimden Mevlânâ tuttu. O beni Hazret-i Peygamber’in kapısına götürerek hidâyetime vesîle oldu. Beni ateşten kurtaran birisini bu kadar anmam az bile!” derdi.

TEVESSÜL ŞİRK DEĞİLDİR…

Allah Teâlâ, insanların birbirinden yardım istemesine izin vermiş ve biri kendisinden yardım istediğinde ona icâbet edip yardım edilmesini emretmiştir.

Sahâbe-i kiram da, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’den yardım ister, şefaat taleb eder, fakirlik, hastalık, borç gibi hâllerini arz eder, sıkıntıya düştüklerinde O’na koşarlardı. Pek çok rivâyette nakledildiğine göre, bir kuraklık hâli zuhûr edince insanlar Allah Rasûlü’ne gelir, O’ndan Cenâb-ı Hakk’a duâ ederek yağmur taleb etmesini isterlerdi.

Ashâb-ı kirâm, böyle yaparken şunu çok iyi biliyorlardı ki; Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- hayırlara ulaşmakta sadece bir vâsıta ve sebeptir. Hakikî fâil, kâdir-i mutlak, yalnız Cenâb-ı Hak’tır. Fakat Rabbimizin, Habîbi’ne olan muhabbeti hürmetine, O’nun duâlarını daha çok kabul edeceğini umduklarından, bu yola tevessül ediyorlardı. Sahâbe efendilerimiz, neyin “şirk” neyin “tevhîd” olduğunu da elbette bizden çok daha iyi bilen kimselerdi.

Eğer bir mü’min, Allâh’ın vesîle edinilmesini emrettiği bir şeyi vesîle ediniyorsa, bu, o kişinin, vesîleyi emreden Allâh’a itaat için böyle yaptığını gösterir; -hâşâ- Allah’tan başkasını Rab tanıdığını değil!..

Üstelik bir şeyi vesîle edinen kişi, Allah Teâlâ’nın o şeyi ya da kişiyi sevdiğine inandığı için onu vesîle edinmektedir. Tevessül eden kişi, vesîle edindiği şeyleri, Allah Teâlâ gibi bizzat menfaat veya zarar verebilecek bir mevkîde görürse, bu o zaman şirk olur. Tevessül eden kişi, kendisiyle tevessül edilen zâtın, sadece Allâh’ın izniyle bir hayra sebep olabileceğini, bir kötülüğü de, ancak O’nun dilemesiyle defedebileceğini bilmelidir.

Cenâb-ı Hak, bir şeyin olmasını murâd ettiği zaman ona “كُنْ” yani “Ol!” der ve o iş gerçekleşir. Buna rağmen Allah Teâlâ ilâhî murâdı muktezâsınca bâzı hâdiselerin tasarrufunu birtakım kullarına tevdî eylemiştir. Tıpkı dört büyük melekte olduğu gibi:

Cebrâil -aleyhisselâm-, vahyi peygamberlere bildirmekle; Mikâil -aleyhisselâm-, tabiat hâdiselerini sevk ve idâre etmekle; Azrâil -aleyhisselâm-, ruhları kabzetmekle; İsrâfil -aleyhisselâm- ise, Sûr’a üflemekle vazîfelendirilmiştir.

Cenâb-ı Hak, elbette ki bu vazîfeleri o meleklere gerek olmaksızın da gerçekleştirebilir. Fakat Allah Teâlâ, ilâhî irâdesiyle onlara böyle bir vazîfe ve salâhiyet vermiştir. O gücü onlara veren Allah Teâlâ’dır. Bunun gibi, ehlullah da bâzen Cenâb-ı Hakk’ın murâdına âlet ve mâkes olurlar. Kudret-i ilâhî onlar vâsıtasıyla zuhûra gelir.

Meselâ şifâ Allah’tandır. Fakat Cenâb-ı Hak, doktoru, ilâcı vs. şifâya vesîle kılmıştır. Dolayısıyla şifâyı bu vesîlelere tevessül ile aramak gerekir. Kulların şifâ için doktora mürâcaatı şirk sayılamaz. Zira her mü’min bilir ki, şifâyı veren Allah’tır, doktor bir vâsıtadan ibârettir.

Bununla birlikte bâzı kimselerin, sâlihlerin gıyâbında veya kabirlerini ziyâret esnâsında; “Ey filân zât! Bana şifâ ver! Benim şu ihtiyacımı gider!” gibi sözlerle doğrudan doğruya kendilerinden talepte bulunmaları, son derece yanlıştır ve şirke kapı aralar. Şüphesiz bu tür ifâdeler için birtakım te’viller yapılabilirse de, gâyet hassas olan tevhîd akîdesinin özünü zedeleyen bu gibi câhilâne söz ve tavırlardan şiddetle sakınmak gerekir. Zira tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur. İbadet ve sâlih amellere Allah’tan başkasını ortak etmek olan “riyâ” bile “gizli şirk” sayılıp şiddetle men edilirken, açık bir şirk tehlikesi arz eden bu tür davranışlardan kat’iyyetle sakınmak îcâb eder.

Velhâsıl tevessül, merâmını Cenâb-ı Hakk’ın sevdikleri hürmetine O’na arz ederek duâya makbûliyet kazandırma gayretinden ibârettir. Yoksa Hak Teâlâ’nın sâlih kullarına kudsiyyet atfetmek değildir.

Şunu aslâ unutmamak gerekir ki, peygamberler ve onların bildirdikleri dışında hiç kimsenin son nefeste îmanla gidebilme teminâtı yoktur. Mü’min, bu endişe sebebiyle hayatını her nefes Kitap ve Sünneti yaşama gayreti içinde geçirmeli ve Yûsuf -aleyhisselâm-’ın;

 “…(Ey Rabbim!) Beni müslüman olarak vefat ettir ve beni sâlihler arasına kat!” (Yûsuf, 101) niyâzını gönlünden ve dilinden düşürmemelidir. Levh-i Mahfûz’a bakıp onu okuyacak makâma erdikten sonra bile nefsine mağlûb olup ebedî hüsrâna uğrayan Bel’am bin Bâûrâ’nın3 hâlini hiçbir zaman unutmamalıdır. Yani kul, hangi makamda olursa olsun, kendi âkıbetini bile tayinden âcizdir; dâimâ Rabbinin lûtfuna muhtaçtır.

Rabbimizin bize lûtufta bulunmak için halkettiği sayısız vesîlelerden biri de, ilâhî af, rahmet ve mağfiretin âdeta tuğyân ettiği Ramazan ve bayram günleridir. Bu vesîlelere ihlâs ve samîmiyetle tevessül etmek ve bu büyük fırsatları zâyî etmekten sakınmak, îman firâsetinin en tabiî bir gereğidir. Zira bu nîmetleri ziyan etmek, O nîmetleri lûtfeden Rabbimize karşı bir nankörlüktür. Bunun içindir ki Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“…Cibrîl u bana göründü ve; «Ramazan’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!» dedi. Ben de «Âmîn!» dedim…” buyurmuştur. (Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

İlâhî bir gufran vesîlesi olan bu mübârek ayı gaflete düşmeden geçirmek için bütün gayretimizi gösterelim ki, hüsrâna uğrayanlardan olmayalım.

Yâ Rabbî! İbadetlerimizi, amel-i sâlihlerimizi, hizmet ve gayretlerimizi bütün kusurlarımızla birlikte kabûl buyur! Bütün bunları, rahmet ve mağfiretine vesîle eyle! Habîb-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-Efendimiz’in yüzü suyu hürmetine bizleri affeyle! Bizleri, sevdiğin kullarınla birlikte yaşat, sâlihlerle birlikte haşreyle!

Âmîn!

Dipnotlar: 1. Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Beyrut 1995, IX, 87-88. 2. Bkz. Buhârî, Cihâd, 76; Taberânî, Mûcemu’l-Kebîr, I, 292. 3.  Bkz, el-A‘râf, 176.