Tevâzû; En Büyük Kulluk Edebidir

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2012 Ay: Eylül Sayı: 72

Efendim; Kulu Cenâb-ı Hakk’a sevdiren pek çok güzel vasıf var. Acaba bunlardan hangisi kulun mânevî yükselişinde daha tesirlidir. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Şüphesiz ki bütün îmânî meziyetler, ahlâkî fazîletler, güzel hasletler ve ihlâslı ameller; kulun mânen yükselerek Hakkʼa yaklaşmasına vesîledir. Bu meyanda, merhamet, şefkat, cömertlik, diğergâmlık, hizmet, edep ve benzeri nice haslet sayılabilir. Fakat âcizâne kanaatimizce kula en çok yakışan haslet “tevâzû”dur. Kulu Hakkʼa en çok yaklaştıran, Cenâb-ı Hakkʼı en çok râzı eden, Hak Teâlâʼnın kulunda görmekten hoşnud olduğu hâllerin başında “tevâzû” gelir. Zira aslı yokluk ve hiçlik olan insanın haddini bilmesi, Cenâb-ı Hakkʼın kudret ve azameti karşısınca aczini îtiraf etmesi ve nihayet varlık ve benlik iddiâsından kurtulması, en büyük kulluk edebidir. Nitekim ârif zâtlar da:

“Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz.” buyurmuşlardır.

Kulun bu hiçlik ve yokluk idrâki içinde ve kırık bir gönülle Hakkʼa boyun eğmesi, her şeyiyle Oʼna muhtaç olduğunun şuuruyla huzûr-i ilâhîde secdelere kapanması, kusurunu îtiraf ederek ihtiyacını Hakkʼa arz etmesi de, esâsen kulluğun özü olan “tevâzû” hâlinin bir ifâdesidir. Bunun içindir ki Rabbimiz âyet-i kerîmede:

(Rasûlüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin (ne işe yararsınız)?..” (el-Furkān, 77) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak, kusur ve noksanlıkların idrâki içinde dökülen gözyaşlarını seviyor. Benlik ve varlık iddiâlarından sıyrılarak huzûruna yüz sürmemizi emrediyor. “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor. Yani huzûr-i ilâhîde mütevâzı bir gönülle kulluğumuzu arz etmemizin, kendisine yakınlık vesîlesi olduğunu beyân ediyor.

Mevlânâ Hazretleri, benlik iddâsında bulunmanın, kulun mânevî hayatı için büyük bir felâket olduğunu; buna mukābil tevâzûya bürünmeninse, ebedî bir selâmet vesîlesi olduğunu, şu teşbîhiyle ne güzel ifâde ediyor:

Kılıç, boynu olan kişinin boynunu keser. Gölge ise yerlere serilmiştir. Boynu ve bedeni olmadığı için onun yaralanması ve kesilmesi yoktur.

Tevâzuun mânevî bereketlerini ifâde sadedinde Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor:

“Tevâzû, insana ancak yücelik getirir.” (İhyâ, III, 733)

“Kim Allah Teâlâ’nın rızâsı için (Allâh’ın kullarına karşı) bir derece tevâzû gösterirse, bu sebeple Allah onu bir derece yükseltir…” (İbn-i Mâce, Zühd, 16)

Allah dostları da, nefislerindeki varlık ve benlik iddiâlarını bertaraf edip ilâhî azamet karşısında her an hiçlik iklîminde yaşadıklarından, kendilerini dâimâ “abd-i âciz / Allâh’ın âciz kulu” olarak görmüş ve böyle ifâde etmişlerdir.

Ecdâdımızın, “şeref avlayan bir avcı”ya teşbih ettiği “tevâzû” hakkında Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“Yüksekliği istedim, onu alçakgönüllülükte buldum.” buyurmuş; Şeyh Sâdî-i Şîrâzî:

“Yükselmek isteyen, mütevâzı olmalı. Yücelik damına çıkmak için, alçakgönüllülükten başka merdiven yoktur.” demiştir.

Gönüller sultânı Mevlânâ Hazretleri de şu tavsiyelerde bulunmuştur:

“Kardeşim! Bütün yücelikler ve mânevî dereceler; tevâzû ve alçak gönüllülüktedir.”

“Cenâb-ı Hak, hidâyet ve inâyete mazhar olan kullarını, Kur’ân-ı Kerîm’de «Yeryüzünde mütevâzı olarak, ağır ağır yürürler» (el-Furkân, 63) diye vasfediyor.

Köle ol, yani köle gibi mütevâzı ol da at gibi yerde yürü. Omuzlarda yürüyen tabut gibi yükselmeye kalkışma.

Tevâzû sebebiyle sûretâ alçalsan bile, Allah senin gözlerine, doğru görmek basîretini ihsân eder.”

Nitekim Hüdâyî Hazretleri, kadılık ihtişâmı içinde iken, büyük bir nefis mücâdelesine girdi. O debdebeden kendisine gelebilecek en ufak bir kibir esintisini bile bertaraf edebilmek için Bursa sokaklarında süslü kaftanıyla ciğer sattı. Nefsin benlik iddiâlarını bertaraf edip hiçlik ve yokluğa erdikten sonra ise gönüllere sultân oldu. Cihâna yön veren pâdişahlar, ardınca yürüdü…

İmâm-ı Şârânî Hazretleriʼnin şu tespitleri de çok hikmetlidir:

“Bir mânevî mecliste en çok istifade eden, orada en çok tevûzû ve mahviyet gösterendir. Çünkü rahmet-i ilâhî dâimâ fakîrü’l-meşrep, mütevâzı kimselerin gönlüne nüzûl eder. Görmüyor muyuz ki, yağmur suları bile dâimâ çukurlar ve ovalarda toplanıyor, derelerde akıyor.”

Rivâyete göre Mûsâ -aleyhisselâm- bir gün:

“−Yâ Rabbi! Senʼi nerede arayayım?” diye niyazda bulunmuştu. Allah Teâlâ ona şöyle buyurdu:

“−Ben’i kalbi kırıkların yanında ara!” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)

Peki, tevâzû nedir?

Tevâzû, nefsi Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk, halka karşı insaf makamında bulundurmaktır. Kişi Rabbini bilip, mârifet-i Hakk’ı tahsil ettikçe, mütevâzı olur.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz bir gün ashâbına:

“–Bana ne oluyor ki, sizin üzerinizde ibadet zevkini görmüyorum!” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm:

“–O nedir?” diye sorduklarında Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle cevap verdiler:

“–Tevâzû, (yani) alçakgönüllülüktür.” (İhyâ, III, 733)

Ayrıca tevâzûdan nasibi olmayanlar, Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve kibriyâsını gerçek mânâsıyla idrâk edemeyenlerdir. Nitekim Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Ey kötü huylarının zindanında hapsolan kişi! Âdem’in tevâzû kulluğu ile şeytanın ululanmasını, kendini üstün görmesini müşâhede et, ayırt et de Âdem’in kul oluşunu seç.

Varlık ve benlik, insanı adamakıllı sarhoş eder; aklını başından, utan­mak duygusunu gönlünden alır.

Şeytan, bu sarhoşluğa kapıldı da; «Âdem neden benden üs­tün olsun; bana reis olsun?» dedi ve lânete uğradı, «iblis» oldu.”

Nitekim Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz bir defasında şöyle buyurmuşlardır:

“Allah Teâlâ bana; «O kadar mütevâzı olun ki, kimse kimseye böbürlenmesin; kimse kimseye (kibirlenerek ve caka satarak) zulmetmesin!» diye emretti.” (Müslim, Cennet, 64)

Ubeyd bin Yûnus, Eyyûb-i Sahtiyânî ve Hasan-ı Basrî tevâzû hakkında konuşuyorlardı. Hasan-ı Basrî Hazretleri:

“–Tevâzuun ne demek olduğunu biliyor musunuz?” dedi ve devamla sözünü şöyle tamamladı:

“Tevâzû, karşılaştığın her müslümanın senden üstün olduğunu kabul etmendir.” (İhyâ, III, 735)

Şu hâdise, bu hususta ne büyük bir derstir:

Selman-ı Fârisî -radıyallâhu anh- Medâin vâlisiyken, Şam’dan Teymoğulları Kabîlesi’ne mensup bir kimse gelmişti. Yanında bir yük de incir getirmişti. Hazret-i Selman’ın sırtında sâde bir elbise, bir de aba vardı. Şamlı, onu tanımıyordu. Onu bu hâlde görünce de:

“–Gel şunu taşı!” dedi.

Selman -radıyallâhu anh- gitti, yükü sırtlandı. Halk kendisini görünce tanıdı. Adama:

“–Yükünü taşıyan bu zât vâlidir!” dediler. Şamlı derhâl:

“–Özür dilerim, seni tanıyamadım.” dediyse de Selman -radıyallâhu anh-:

“–Zararı yok, yükü gideceğin yere götürünceye kadar bırakmayacağım.” dedi.[1]

Yükü bırakınca da sahibine şu nasihatte bulundu:

“–Benden sonra artık hiç kimseyi kesinlikle hakir görme!”[2]

Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:

“İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.” (el-Kasas, 83)

İnsanın, bu hikmeti daha derinden idrâk edebilmesi için Hazret-i Mevlânâ onu şöyle îkâz eder:

«Sizi topraktan yarattık.» âyetini duydun, işittin. Demek ki, Allah senin de toprak (gibi mütevâzı) olmanı istiyor, ilâhî emre karşı gelme!..

Allah buyurdu ki: “Ey insan, dikkatle bak da gör, senin topraktan yaratılmış bedenine, rûhumdan bir tohum ektim, seni yücelttim. Sen bu toprağın bir tozu iken, seni üstün bir varlık yaptım. Sana akıl verdim, aşk verdim.

Sen bir hamle daha yap da, türâbîliği (yani toprak gibi mütevâzı olmayı) kendine sıfat, huy edin. Ben de, seni bütün yarattıklarımın üstüne emîr kılayım.”

Bu sebeple insana yakışan en güzel haslet türâbîliktir / tevâzûdur. Nitekim Şeyh Sâdî-i Şîrâzî şöyle buyurur:

“İnsan topraktan yaratılmıştır. Eğer toprak gibi alçakgönüllü olmazsa, insan değildir.”

 Hulâsa, tevâzuun lûtufları pek çoktur. Mütevâzı insan, cömerttir. Cömert insan, merhametlidir. Merhametli insan, mahlûkâta hizmet neş’esi ile doludur. Bu da Rabbimizin rızâsını elde etmeye vesîle olur. Tevâzûdan uzak bir kimse ise, bütün bu güzelliklerden mahrumdur.

Maâlesef günümüz insanının ekseriyeti, tevâzû ile Hak katında yücelmek yerine; lüks özentisiyle, güç gösterisi israflarla kendisini fânîler nazarında yüksek gösterebilmenin gayreti içinde… Malıyla gösteriş yaparak kendini ortaya koymaya çalışıyor… Dünyalık bakımından gözü dâimâ yükseklere bakıyor da, kendinden alttakileri hiç görmüyor. Böylece içine düştüğü bu maddî israf batağı, onu gönül iklîmindeki tevâzû saltanatından uzaklaştırıyor.

Şunu da ifâde edelim ki, israf; lüzumsuz yere harcamak, gereksiz yere saçıp savurmaktır. Bu sebeple de, bir nevî aşağılık duygusunu bastırma ve malıyla güç gösterisinde bulunma hâdisesidir.

Cimrilik ise, olduğu hâlde olandan vermemek, pintilik etmek ve sadece kendisi için biriktirmektir. Bu hâl, korkaklık alâmetidir. Malın gerçek sahibi olan Cenâb-ı Hakk’a değil de dünyalığa, yani mala sığınıp güvenmektir. Allah Teâlâ bu her iki hâli de reddetmektedir.

Cenâb-ı Hak, “Rahmân’ın kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler, câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflarla sataştığı zaman, «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63) âyet-i kerîmesinin muhtevâsından gönüllerimize hisseler nasîb eylesin…

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1]. İbn-i Sa‘d, IV, 88.

[2]. İbn-i Asâkir, XXI, 433; Zehebî, Siyer, I, 546.