Tasavvufsuz Olmaz mı?

2002 – Agustos, Sayı: 198, Sayfa: 006

“Îmândan İhsâna Tasavvuf” adlı eser üzerine -II-

Muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi ile…

Altınoluk: Bu söylediklerinizden, tasavvufî üslûbun, İslâm’ı tebliğde nasıl bir ehemmiyet taşıdığı açıkça anlaşılıyor. O hâlde tasavvufî üslûbun İslâm’ı tebliğde, buna paralel olarak da insanların hidâyet ve olgunlaşmalarında çok müsbet neticeler vermesinin sırrı nedir, diye sorsak?

Tasavvufun günümüzdeki ehemmiyetinin diğer bir yönü de, onun, insanları ıslâh husûsunda tâkip ettiği metod ve üslûptur. Şer’-i şerîfin zâhirî ahkâmı, hem âhiret hem de dünyâ için mükâfât ve mücâzât ile, insanları istikâmetlendirmek gâyesini güder. Onun batınî ahkâmı diyebileceğimiz tasavvuf ise bunlara ilâveten sevgi, şefkat ve muhabbeti kullanır. Zamanımızda insanlar, ekseriyetle nefsâniyete râm olarak dînden uzaklaşmanın ve ağır günahlar irtikâb etmenin rûhî bunalımı içindedirler. Böylelerine bir ıslâh ve kurtuluş imkânı sunmanın af, müsâmaha ve şefkat yoluyla daha kolay ve daha ziyâde mümkün olduğunu hiç kimse inkâr edemez. Bu bakımdan zamânımız, tasavvufî gerçekler kadar, onun usûlî kâidelerinin de büyük bir ehemmiyet taşıdığı bir devirdir. Nitekim, af, müsâmaha ve şefkatle nazar edenlerin ülkemizde olduğu kadar, batı âleminde de mânevî bir fütûhata daha ziyâde muktedir ve muvaffak oldukları müşâhede edilmektedir. Aklın ve nefsin sultasında bunalan rûhlara, İslâm’ı ilâhî bir tesellî nefhası hâlinde sunmak için onlara, cezâ vermek niyetiyle ve öfkeyle yaklaşmak yerine, şefkat ve merhamet dolu davranışlar sergilemek, her zaman daha feyizli bir metoddur.

Çünkü insan, asıl gâyesinden ne kadar uzak kalırsa kalsın “insan” olmak haysiyetiyle yine de yüce bir şeref sâhibidir. Onun öz cevherindeki yücelikten habersiz olarak günah bataklığına saplanması, tıpkı Kâbe-i Muazzama’nın duvarındaki Hacerü’l-Esved’in, oradan yere düşüp kir pas içinde kalması gibidir. Bu hâle lâkayd kalarak feverân etmeyecek hiçbir mümin vicdânı tasavvur olunamaz. Bu hâlde bile müminler Hacerü’l-Esved’e hürmetten vazgeçmezler. Onu derhal tozu toprağıyla kapar, gözyaşları içinde temizleyerek eski yüce ihtiram mevkiine koymak için birbirleriyle yarışırlar. Onun cennetten çıkmış bulunduğunu ve özündeki yüce değeri düşünürler. Halbuki insan Cenâb-ı Hakk’ın «rûhundan üflediği», yâni Allâh Teâlâ’nın yüce kudretinden nice sırlar taşıyan ve böylece yaratılmışların gözbebeği olan bir varlıktır. Bu itibarla onun kadr u kıymeti, işlediği günahlarla ne derecede düşerse düşsün, özündeki değer bâkîdir.

Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi insanın rûhu, berrak bir su gibidir. Fakat kötü işler ve günahlarla bulanınca hiçbir şey görünmez olur. Bu durumda maneviyat incilerini ve hakîkat nûrlarını görebilmek için o suyu durultmak lâzımdır. Dolayısıyla tasavvufun gâyesi, bencil ve nefsânî duyguları terbiye edip, fertleri ve netîcede toplumları sulh, sükûn ve huzûra kavuşturmaktır. Bu itibarla küfür, şirk ve günahta nekadar ileri gitmiş olursa olsun hiçbir insan, hidâyet dâvetine muhâtab olmaktan mahrûm bırakılamaz. Bunun asr-ı saâdetteki sayısız misâlinden biri de şöyledir:

Allâh Rasûlü, amcası Hazret-i Hamza’yı şehîd ederek kendisini derîn bir teessüre gark eden Vahşî’yi, İslâm’a dâvet etmesi için ashâbından birini gönderdi. Vahşî ise Rasûlullâh’a cevâben:

“–Yâ Muhammed! Sen, «Bir kimseyi öldüren, yâhud Allâh’a şirk koşan, veyâ zinâ eden biri, kıyâmet günü iki kat azâba uğrar ve cehennemde hor ve hakîr olarak ebediyyen kalır.» (el-Furkân, 68-69) diye Allâh’ın hükmünü beyân etmiş iken, beni nasıl oluyor da İslâm’a dâvet edebiliyorsun? Ben ki bu çirkinliklerin hepsini yaptım. Benim için nerede bir kurtuluş yolu olacak ki?” dedi.

Allâh Teâlâ:

“De ki: Ey nefislerine zulmetmekte aşırı giden kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz! Çünkü Allâh bütün günahları affeder. Muhakkak o Gafûr ve Rahîm’dir.” (ez-Zümer, 53) âyetini inzâl etti.

Nihâyet Vahşî âyet-i kerîmedeki müjde ile ferahladı ve:

“–Rahmetin ne kadar da büyük ey Rabbim!” diyerek ve tevbe-i nasûhta bulunarak arkadaşlarıyla birlikte müslüman oldu.

Bu ve benzeri hakîkatlerden ilham alan tasavvufî üslûbun en önemli özelliği, insana bakış tarzıdır. Buna göre insan, ilâhî hitâba mazhar ve sıfat-ı ilâhiyyenin kâmil tecellîlerine nâil olmuş ve Rabbine halîfe olma istidadıyla yaratılmıştır. Bu bakımdan zübde-i âlem (kâinatın gözbebeği) olarak Rabbinden bir sır taşımaktadır. Dolayısıyla biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, işlediği günahlar sebebiyle kadr u kıymeti ne derecede düşerse düşsün, özündeki değer bâkîdir. Ancak tasavvuf bunu söylerken de elbette ölçüsüz değildir. Onun yaptığı kısaca:

“Günahkara olan müsamahayı günaha taşımamak, günaha olan düşmanlığı da günahkara sıçratmamaktır”.

Bu yönüyle tasavvuf, günümüzde İslâmî tebliğin en verimli bir vâsıtasını teşkîl eder. Çünkü insanlar dâimâ Abdülkâdir Geylânî, Yûnus Emre, Bahâeddin Nakşibend ve Mevlânâ misâli Hak dostlarının muhabbet kucağını özlerler.

Altınoluk: Verdiğiniz bilgilerle tasavvufun, insanı nasıl ham hüviyetten kâmil bir hüviyete ulaştırdığını ifade ettiniz.  Bu gerçeğe binaen tasavvufun, bir müslümanın hayatındaki yeri ne olmalıdır? Diğer bir tabirle tasavvufsuz olmaz mı?

– Çok mühim bir suâl sordunuz. İsterseniz bunun cevabına ibret ve hikmet dolu bir hâdiseyi naklederek başlayalım. Merhum pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- anlatmıştı:

“Sonradan müslüman olmuş bir komşumuz vardı. Birgün kendisine hidâyete eriş sebebini sorduğumda şunları söyledi:

«–Acıbadem’de tarla komşum Rebî Molla’nın ticaretteki güzel ahlâkı vesilesiyle müslüman oldum. Molla Rebî, süt satarak geçimini temin eden bir zâttı. Bir akşam vakti bize geldi ve:

“–Buyurun, bu süt sizin!” dedi.

Şaşırdım:

“–Nasıl olur? Ben sizden süt istemedim ki!” dedim.

O hassas ve zarif insan:

“–Ben farkında olmadan hayvanlarımdan birinin sizin bahçeye girip otladığını gördüm. Onun için bu süt sizindir. Ayrıca o hayvanın tahavvülat devresi (yediği otların vücudundan tamamen izalesi) bitinceye kadar sütünü size getireceğim…” dedi.

Ben:

“–Lâfı mı olur komşu? Yediği ot değil mi? Helâl olsun!..” dediysem de Molla Rebî:

“–Yok yok, öyle olmaz! Onun sütü sizin hakkınız!..” deyip hayvanın tahavvülat devresi bitene kadar sütünü bize getirdi.

İşte o mübârek insanın bu davranışı beni ziyâdesiyle etkiledi. Neticede gözümdeki gaflet perdelerini kaldırdı ve hidâyet güneşi içime doğdu. Kendi kendime:

“–Böyle yüce ahlâklı bir insanın dîni, muhakkak ki en yüce bir dîndir. Böylesine zarîf, hak-şinâs, mükemmel ve tertemiz insanlar yetiştiren dînin doğruluğundan şüphe edilemez!” dedim ve kelime-i şehâdet getirip müslüman oldum.»”

Bu hâdise gibi daha nice sayısız güzel neticelere vesile olması itibarıyla âşikâr olmaktadır ki tasavvuf, engin bir derûnî yapı ve muhtevâ ile ehl-i îmânın elinde vazgeçilmez bir İslâmî tecellî, feyz ve olgunluk nîmetidir. Bu bakımdan o, hem müslümanların kemâle ermesi, hem de gayr-i müslimlerin hidâyetine vesile olunabilmesive onlara İslâm’ın doğru bir şekilde yansıtılabilmesi için pek büyük bir ehemmiyet arz etmektedir.

Zîrâ bütün kitâbî bilgiler, hakîkatte bir tohuma benzerler. Nasıl ki tohumlar toprağa ekilmeyip sadece ambarda kaldığında yıllar geçse de onlar yine bir tohumdan başka bir şey olamazlarsa, kitâbî bilgiler de yalnızca satırlarda veya raflarda kaldığında durum aynıdır. Buna mukâbil toprağa gömülen tohumlar ise, vasıflarına göre büyüyüp serpilir, kimisi devâsâ çınarlar hâline gelir. Tıpkı bu şekilde gönül toprağına ekilen ilim tohumları da, kalbleri birer maneviyat bahçesi hâline getirir ki, ilim ve irfânın gerçek meyveleri olan sır ve hikmetler o zaman elde edilir.

Bu açıdan dînin fetvâ yönü bir binânın temel direkleri, takvâ yönü ise, o direkler etrafındaki tamamlayıcı kısımlar ile güzellik ve zarâfet unsurlarıdır. Bir taraftan bu iki özelliği birleştiren tasavvuf, bir taraftan da güzel amel ve ahlâk mükemmelliğine ilâve olarak; insanı, Kur’ân’ı ve kâinâtı açıklamakta, mes’ûliyetlerin daha geniş bir hikmet ile idrâk ve îfâsını sağlamaktadır. Bu itibarla tasavvuf, muhabbetullâh ve mârifetullâh bahsinde kullara, gönüllerinden miraca doğru açılmış mânevî bir pencere mahiyetindedir.

Dolayısıyla tasavvuf ruhun ve kalbin vazgeçilmez bir ihtiyacıdır. Böyle olunca da her müslümanın hayatında az ya da çok var olması gereken bir gerçektir. Daha doğrusu bir yerde insan varsa orada tasavvuf söz konusudur.

Bu gerçeği bir kenara bırakarak «tasavvufsuz olmaz mıydı» demek, «İslâm’ı temellendiren tefsir, hadis, kelâm, fıkıh ve diğer ilimler olmasa olmaz mıydı» cinsinden bir sorudur. Tasavvufu gereksiz görmek; ihlâs, takvâ, irfân, nefsi tezkiye, kalbi tasfiyeyi, hâsılı Allâh’a ihsân makamında samîmî olarak kullukta bulunmayı gereksiz görmek demektir. Zîrâ tasavvuf ile bu hakîkatler kastedilmektedir. Dolayısıyla bu hakîkatleri yaşayan kimse, eğer tasavvuf ismini kabul etmiyorsa bile, o da bize göre tasavvufu yaşıyor demektir. Çünkü takvâ, zühd, ihsân ve tasavvuf, hakîkat ve muhtevâları itibarıyla aslında aynı mânâya ve gâyeye delâlet etmekte olan birbirine yakın terimlerdir. İsimlendirme sadece bir alemdir. Her ifadenin merkezinde bütün bir beşeriyetin en yüce mürşid-i kâmili olarak yegâne nümûne, üsve-i hasene (en güzel örnek) Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ve onun ulvî terbiyesinde yetişmiş olan ve her biri bir ulvî şahsiyet ve maneviyat yıldızı olan ashâb-ı kirâm vardır.

Diğer taraftan kalbin itminâna ermesi, huzûr, sükûn ve saâdete kavuşması, mânen ulaştığı seviyeye bağlıdır. Bunun için de kulun mânevî bir terbiyeden geçmesi îcâb eder. Zîrâ kalbin ilim ve hikmetle dolması, dînin yüksek hakîkatlerine muttalî olması ve kulun mânen tekâmül edebilmesi, ancak birtakım ameliyeler netîcesinde mümkün olabilir.

Nitekim beşeriyyete nümûne olarak gönderilen peygamberler bile, vahye muhâ­tap olmadan önce bir hazırlık döneminden geçirilmişlerdir. Zîrâ kalbin, latîf mânevî tecellîleri alıcı hâle gelmesi için kesâfetten arınması, hassâsiyet kazanması ve belli bir kıvâma ulaşması gerekmektedir. Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, daha peygamberlikle vazîfelendirilmeden önce Hira mağarasında îtikâfa Îtikâf: Bir yere kapanıp, vakti ibâdetle geçirmek. Bilhassa Ramazan’ın son on gününde câmiye kapanarak kendini ibâdete vermek. çekilirdi. Mûsâ -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hak’la mükâlemesinden evvel, Tûr-i Sînâ’da kırk gün, bir nevî riyâzata girmişti. Yusuf -aleyhisselâm-, Mısır’a sultân olmadan önce on iki sene zindanda kaldı. Orada çile, riyâzât, mücâhede ve meşakkatin bütün kademelerinden geçirildi. Böylece mübârek kalbi, Allâh’tan gayrı bütün istinadlardan ve alâkalardan tamâmen sıyrıldı.

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Mîrâc’a çıkmadan evvel “İnşirah Sûresi”nin sırrına mazhar oldu. Sadrı açılarak kalb-i şerîfleri yıkandı. İlim ve hikmetin rûhâniye­tiyle dolduruldu. Çünkü O, Mîrâc’da acâib ve garâib hâdiselerle karşılaşacak, beşerî kesâfetle görülemeyecek esrâr-ı ilâhîyi ve değişik, latîf manzaraları seyredecekti.

Allâh’ın seçkin kulları olan Peygamberler dahî kalb tasfiyesinden geçirilirse, diğer insanların kalbî arınmaya ne kadar muhtaç olduğu ortaya çıkar. Zîrâ kesîf bir kalb ile, Latîf’e yaklaşılamaz. Burnu duyarsızlaşmış birisi gülün, karanfilin kokusundan bir hisse alamaz. Buğulu bir camdan net bir manzara seyredilemez. Diğer yandan helâlin içine bir zerre de olsa harâmın veya şüphelinin karışması, bir testi menba suyuna bir damla necasetin karışması gibidir ki, talep, makbuliyet ve feyzi keser.

Bu sebeple kalbin mânevî hassâsiyeti ziyadeleşerek ilâhî sır ve hikmetleri alıcı hâle gelmesi için kesâfetten arınması, letâfete bürünmesi zarûrîdir. Çünkü Cenâb-ı Hak:

“O gün ne mal fayda verir, ne de evlâd. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (tertemiz bir kalb) ile gelenler müstesnâ…” (eş-Şuarâ, 88-89) buyurmuştur.

Kalbin selîm hâle gelmesi ise, ancak mânevî terbiyeile sâfiyet kazanmasına bağlıdır.

Zîrâ mânevî terbiye öncesinde kalb, soğuk demir gibidir. Onun arzu edilen şekli alabilmesi için evvelâ ateşte tavlanması, paslarından kirlerinden arınması, katılıktan çıkıp yumuşaması ve dövülmesi gerekmektedir. Ancak bu merhaleler­den sonra arzu edilen şekli alıcı hâle gelebilir. Tıpkı bunun gibi bütün bu ameliyeler tatbîk edilmeden, kalbî kemâlât da gerçekleşemez. Kalbî kemâlât gerçekleştikten sonra ise baş gözüyle görülemeyen, akılla idrak edilemeyen hakîkatler âlemi, bir zevk hâlinde kavranır ve kalben hissedilir. Bunun için kalbî tâkat ve dirâyeti olgunlaştırmak gerekmektedir.

Bu olgunlaştırmanın ehemmiyetini îzâh sadedinde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Selçuklu Medresesinde zâhirî ilimlerin zirvesinde “dersiâm” iken, içinde bulunduğu hâlini “hamdım”; mârifetullâh tecellîleriyle dolu kâinat bir kitap hâline gelip ondaki meknuz sırlar kendine ayân olmaya başladığındaki hâlini de “piştim”; zâtî muhabbette fânî oluş hâlini ise “yandım” diye ifâde etmiştir.

Bu da gösteriyor ki, kulun Allâh katındaki makbûliyyeti daha ziyâde kalbî inkişâfa bağlı olduğundan, kalbin kemâle ermesi için başlı başına bir mânevî eğitime ihtiyaç vardır. Bu gerçeğin sayısız müşahhas misâllerini ashâb-ı kirâm hazaratı sergilemişlerdir. Nitekim onlardan nice kimseler kızlarını diri diri toprağa gömen taş gibi birer varlık iken Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in mânevî terbiyesi uhdesinde gözleri ve gönülleri yaşlı, şefkat ve merhamet âbidesi hâline gelmişlerdir. Canlarını ve mallarını Allâh ve Rasûlullâh uğrunda bezl etmişlerdir.

Özet olarak demek istiyoruz ki:

Tasavvufsuz müslümanlık olabilir, ancak bu, ihsan kıvamından mahrum bir müslümanlık olur. Yâni mânevî bir eğitim olan tasavvufdan tecrid edilmiş bir İslâmî hayat, kişiyi “Allah’ı görüyormuşçasına bir kulluk kıvamı”na  ulaştıramaz.

Altınoluk: Efendim, Altınoluk okuyucuları zatıalinizin gönül dostlarıdır. Sizinle gönül ikliminde
buluşmayı bahtiyarlık addeden insanlardır. Eminiz ki “İmandan İhsana Tasavvuf”  adlı eserinizi de büyük iştiyakla bekleyeceklerdir. Onlara tasavvuf hakkında son olarak ne söylemek istersiniz?

– Buraya kadar söylediklerimize ilâveten ehlullahın, üzerinde ısrarla durduğu öğüt ve nasîhatlerden bir kısmını ifade etmek isterim:

Tasavvuf, Allâh Rasûlü’nün ahlâkının eğitimidir. İbâdette vecd, muâmelâtta fazîlet hâlidir. Bu da, kâinatın Hâlık’ına ve onun Rasûlü’ne aşk ile yöneliştir. Onun için samîmî bir aşk ve yöneliş ile dostluğun merkezine Mevlâ’yı ve onun Rasûlü’nü yerleştiren Hak dostları ebediyyen bütün insanlığın dostu olmuşlardır.

Sâlihlerle ülfet ve sohbet mü’mini sâlihleştirir. Zîrâ enerjik (feyizli) karakterlerde sirayet özelliği vardır. Ruhlara nizam ve maneviyat aşısı yapacak sâlihler nefsini arındırmış, dünyânın âlâyişinden vazgeçmiş kimselerdir. Onların gönül hânesi feyz-i ilâhî ile doludur. Onlarla ülfet, kulu elinden, dilinden bütün mahlûkatın istifade ettiği bir kul hâline getirir.

Muhabbet, iki gönül arasındaki cereyan hattıdır. İnsan gönül verdiğine meftun ve hayran olur. Onu taklit eder. Bu itibarla mü’min her vesile ile her sahâdaki gayretinde «muhabbet» iksirini kullanmalıdır.

İlmin şahsiyet kazanarak irfâna tebdili, Cenâb-ı Hakk’ın kalpte tanınmasına vesile olur. Kâinat, hikmet ve sırlar muammasıdır. Bilmek, seyretmek değil, hikmet ve sırra âşinâ olmaktır.

Kalbin kesâfetten kurtulup letâfete bürünmesi, Mevlâ’ya yakınlığı nisbetindedir. Kalbi dirilen mü’min, ölümsüzlüğe kavuşur. Zıddına nefsâniyetine bürünen ise büründüğü nisbette insanlık sıfatını kaybeder.

İslâm ahlâkının esası, Rabb’e aşk ve ihlâs ile yöneliş; bu yönelişin yegâne nişanı da hiç şüphesiz «hizmet»tir.

Muhabbet, zahmetleri rahmete inkılâb ettiren en sihirli bir vâsıtadır. Muhabbet ile îfâ edilen bir hizmet ne kadar ağır olursa olsun kolaylık ve huzur ile deruhte edilir. Aynı zamanda bir hizmetin değeri, onun îfası için katlanılan fedâkârlığın büyüklüğüne ve ibâdet vecdi ile îfa edilmesine bağlıdır. Samîmî ve gerçek hizmetler, kalbî olgunluğun bir şaheseridir. Bu kemâle eren kalpler «nazargâh-ı ilâhî»dir.

Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da çok zikrettiği «Rahmân ve Rahîm», yâni merhamet esmasıdır. Bir mü’minde merhamet ve şefkat, tabîat-ı asliye hâline gelmelidir.

Şefkat mahrumu, acımayı bilmeyen kimse, en büyük hazineyi bütün saâdetlerin kapısını açan anahtarı yitirmiştir. En çok, acımayı bilmeyen merhamet mahrumlarına acımalıdır.

Zulme sebep, muhabbetten mahrûmiyettir. Sevmeyen insan, her zaman canavarlaşan zâlim bir varlık hâline gelebilir. Aşkın meyvesi şefkat ve merhamettir. Yeryüzünde şefkat ve merhametle fetholunamayacak hiçbir gönül ve belde düşünülemez. Zîrâ güneş için ısıtmamak nasıl imkansız ise, kuvvetli ruhlar için de mahlûkâta acımamak öyle imkânsızdır.

Âşık gönüllerde müstesnâ bir yeri olan Hallâc taşlanırken:

“_Yâ Rabbî! Benden evvel beni taşlayanları affet!” diye yalvararak büyük bir gönül îsârı örneği sergiledi.

Manevî yolda seviyemizi görmek istersek, hâlimiz ve davranışlarımızı tahlil etmemiz icab eder.

“Benlik” ve “iddi┠manevî yolun kanseridir. İblis meleklerin hocası iken bu yüzden hezimete dûçâr olmuştur.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Önemli olan gül tabiatlı olabilmektir. Yani bu dünya bahçesinde, dikenleri görüp, onlardan incinip dikenleşmek değil, araya kış gibi çileler de girse onları bahar iklimiyle kucaklayarak bütün aleme bir gül olabilmektir.”

Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri’nin rûhî kıvam ve davranış güzelliklerine aid şu kıymetli nasîhatleri de tasavvuf yolunun pek değerli gönül düsturlarıdır:

“Vasiyet ederim ki sana ey oğul; bütün hâllerinde ilim, edep ve takvâ üzerinde olasın!.. Geçmişlerin eserlerini oku, ehl-i beyt ve ehl-i sünnet vel-cemaat yolundan git! Fıkıh ve hadîs öğren ve câhil sofîlerden bucak bucak kaç! Namazlarını, mutlaka cemaatle kıl! Kalbinde şöhrete meyil varsa imam ve müezzin olma! Şöhretten gücünün yettiği kadar uzaklaş! Şöhrette âfet vardır. Makamlarda da gözün olmasın; dâima kendini aşağılarda tut! Tâkat getiremeyeceğin işe kefil olma! Halkın seni alâkadâr etmeyen işlerine karışma! Fâsık idarecilerle düşüp kalkma! Her hususta dengeyi muhâfaza et! Ölçüyü kaçırıp güzel ses dinlemeğe fazla kapılma ki, ruhu karartır ve sonunda nifak doğurur. Böyleyken güzel sesi de inkâr etme ki, onunla ezân ve Kur’ân, ruhları ihyâ eder. Az ye, az konuş, az uyu; ve gâfillerden ve ahmaklardan arslandan kaçar gibi kaç! Fitne zamanları yalnızlığı tercih et, menfaati icâbı fetvâ vererek dînin hafife alınmasına sebep olanlardan, mağrur zenginlerden ve câhillerden uzak dur! Helâl ye, şüpheli işlerden sakın ve evlenmede takvâya dikkat et. Aksi hâlde dünyay­a bağlanır ve o uğurda dînini zedelersin… Çok gülme; hele kahkahayla gülmemeye dikkat et! Çok gülmek kalbi öldürür. Fakat tebessümü de elden bırakma. Zîrâ tebessüm sadakadır. Herkese şefkat gözüyle bak ve kimseyi hakîr görme! Kendi dışını aşırı bezeyip süsleme; zarif ve sade giyin. Zîrâ sırf dışa aşırı itina, iç haraplığından gelir. Münâkaşa etme, kimseden bir şey isteme, müstağnî kal, kanaatle zengin ol, vakarını koru! Sende emeği olanlara ve seni terbiye edenlere karşı vefâkar ol, malınla ve canınla onlara hizmet et ve onların hâli ile hâllen! Onları kınayan gâfiller felâh bulmaz. Dünyaya ve dünya ehli olan gâfillere meyletme! Gönlün dâima mahzûn, bedenin kulluğa güçlü, gözün yaşlı ve kalbin rakik olmalı. İşin hâlis, duân ilticâ ve libâsın mütevâzî, yoldaşın sâlihler, sermayen zahirî ve batınî din ilimleri, evin mescid ve yakının Allâh dostları olsun!..”