TASAVVUF; Kur’ân ve Sünnet’le Kemâle Ermektir – 4

2014 – Ekim, Sayı: 344, Sayfa: 032

Cenâb-ı Hak biz kullarını, meccânen (hiçbir bedel ödemediğimiz hâlde) “ahsen-i takvîm”, yani en güzel kıvamda ve İslâm fıtratı üzere yarattı. Fakat bizleri imtihan etmek için; “takvâ”ya da “fücûr”a da, yani hayra da şerre de, sevâba da günaha da meyledebilecek vasıfta bir “nefis” ile donattı.

Dünya hayatındaki kulluk imtihanını kazanmak için aşmamız gereken en zorlu engel, kendi nefsimizdir. Nefis engelini aşabilmek için de, onu tezkiye etmemiz, yani mânevî terbiye ve tekâmül yolculuğuna girmemiz zarûrîdir.

İmâm Gazâlî Hazretleri şöyle buyurur:

“İnsan, balmumu gibidir. Terbiye ile ona -müsbet veya menfî- istenilen şekil verilebilir.”

Meselâ üç yaşındaki iki çocuğun biri, gördüğü bir köpek yavrusuna süt verir, diğeriyse taş atar. Bu, onların aldıkları terbiye farkının bir neticesidir.

İşte insanın fıtratındaki menfî temâyülleri bertaraf edip müsbet istîdatları geliştirmek için mânevî terbiye gereklidir.

Yine İmâm Gazâlî Hazretleri, insanda, hâl ve davranışları şekillendiren üç fıtrî kuvvet tespit etmiştir. Bunlar:

1) Kuvve-i Akliyye (aklın gücü),

2) Kuvve-i Gadabiyye (bedenin gücü),

3) Kuvve-i Şeheviyye (arzuların gücüdür).

Bu fıtrî kuvvetler de üç şekilde hayata akseder: İfrat, tefrit ve îtidâl.

‒ İfrat; ölçüyü aşmak, aşırıya kaçmaktır.

‒ Tefrit; aşırılığın zıddıdır. Yani noksanlık ve gevşeklik gösterip ortalamanın altında kalmaktır.

‒ Îtidâl ise, ifrat ve tefrîtin ortası, yani hâl ve davranışların makbul olan denge noktasıdır.

Kuvve-i akliyyenin ifrâtı, cerbezedir/taşkınlıktır. Tefrîti, ahmaklıktır. Makbul olan îtidâli ise, hikmete râm olmaktır.

Kuvve-i gadabiyyenin ifrâtı, hiddet, yani aşırı öfkedir. Tefrîti, korkaklıktır. Makbul olan îtidâli ise şecaattir; güç ve cesareti yerinde ve lüzumu kadar kullanmaktır.

Kuvve-i şeheviyyenin ifrâtı, fücurdur, edepsizlik ve ahlâksızlıktır. Tefrîti, cümûd yani donukluktur. Makbul olan îtidâli ise, edep, iffet ve hayâdır.

İşte mânevî terbiye; insanın kuvvet ve temâyüllerini ifrat ve tefritlerden koruyup makbul olan îtidâl (denge) seviyesine getirme gayretidir. Bu fıtrî temâyüller, kendi hâline bırakılıp terbiye edilmediği takdirde, hayra değil, şerre vâsıta olur; fayda yerine zarara sebebiyet verirler. Bu bakımdan insan, mutlak sûrette tâlim ve terbiyeye muhtaç bir varlıktır.

Cenâb-ı Hak da, en büyük insan terbiyecileri olarak peygamberlerini insanlığa armağan etmiştir. Bilhassa hakkın-hukûkun, insanlığın kaybedildiği câhiliye devirlerinde peygamberlerini göndermiştir. Peygamberler, kendilerine tâbî olanları, vahyin terbiyesi altında yetiştirip olgunlaştırarak, câhiliye karanlıklarından kurtarmış, onları fazîletler medeniyeti inşâ edecek yıldız şahsiyetler hâline getirmişlerdir.

PEYGAMBERLERİN ÜÇ VAZİFESİ

Âyet-i kerîmede buyrulur:

(Ey insanlar!) Andolsun ki, kendi içinizden, size bir Peygamber gönderdik. O, size âyetlerimizi okuyor, sizi tezkiye ediyor (kötülüklerden arındırıyor), Kitâb’ı ve hikmeti tâlim edip bilmediklerinizi öğretiyor.” (el-Bakara, 151)

Bu âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in üç mühim vazifesine dikkat çekiyor:

1) يَتْلُوا عَلَيْكُمْ اٰيَاتِنَا : Allâh’ın âyetlerini okuyup dîni tebliğ etmek.

2) وَيُزَكّ۪يكُمْ : İç âlemleri tezkiye etmek; duyguları temizlemek.

3) وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ : Bu rûhî terbiye neticesinde Kitabʼın derinliklerini; kâinat, hâdisat ve vukuatta sergilenen ilâhî sır ve hikmetleri öğretmek.

Bilindiği üzere, Peygamber Efendimizʼin ümmetini İslâmʼa ve tevhid inancına dâveti; gelen vahyi okuyup tebliğ etmesiyle başlamıştır. Ancak bu vazife, insanları nihâî hedefe ulaştırmada ilk merhaledir.

Tevhid dâvetinin asıl maksadına ulaşması ise, nefisleri küfür, şirk, nifak, riyâ, kibir ve haset gibi mânevî kirlerden tamamen arındırıp, ihlâs, takvâ, huşû ve huzûra erdirmekle mümkündür.

Bu hususta Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri şöyle buyurur:

“Nasıl ki namaz ve oruç farzdır, îfâsı mecbûrîdir, aynı şekilde gönülden kibri, hasedi ve hırsı bertarâf etmek de zarûrîdir.”[1]

“Tandırdan elbisene bir kıvılcım sıçrasa, hemen onu söndürmeye koşuyorsun! Peki dînini yakacak olan bir ateşin, yani kibir, haset ve riyâ gibi kötü sıfatların kalbinde durmasına nasıl müsâade edebiliyorsun?!”[2]

İşte tezkiye, bütün duyguların îman süzgecinden geçirilerek arındırılması, âdeta rafine edilip temiz ve hâlis hâle gelmesi safhasıdır.

İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-, âyet-i kerîmelerde geçen “tezkiye/temizlenme” ifadesini; “Kişinin «Lâ ilâhe illâllah!» demesidir.” şeklinde tefsîr eder.[3] Zira tezkiyede ilk adım, kalbin küfür ve şirkten temizlenmesidir.

Nitekim kelime-i tevhîde, önce “nefy” ile başlanır. Yani “Lâ ilâhe” diyerek kalpten, âdeta put hâline gelmiş olan bütün nefsânî hevesler ve çirkin huylar çıkarılır. Sonra “isbât”a geçilir. Yani “illâllah” demek sûretiyle, bir nazargâh-ı ilâhî durumunda olan kalp, Allah Teâlâ’nın tevhid nurlarıyla doldurulur.

Şâir bu gerçeği ne güzel ifâde eder:

Sür çıkar ağyârı dilden, tâ tecellî ede Hak;

Pâdişah girmez saraya, hâne mâmûr olmadan…

“Gönül sarayından, Allah’tan gayrı ne varsa hepsini sürüp çıkar. Zira, güzel, bakımlı ve temiz olmayan bir saraya pâdişah teşrif etmez.”

Bu kalbî temizlik safhasından sonra ise, uyulması gereken ilâhî emir ve nehiyleri beyân eden “Kur’ân-ı Kerîm’in tâlimi” merhalesi gelir.

Kur’ânʼn tefekküründe derinleşebilmek de, bu kalbî temizliğe ulaşmakla mümkündür. Zira Kur’ân-ı Kerîm, asıl temiz bir kalp ile okunup idrâk edilebilir.

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- şöyle buyurur:

“Eğer kalpleriniz tertemiz olsaydı, Allâh’ın kelâmına doyamazdınız.” (Ali el-Müttakî, II, 287/4022)

Bu bakımdan evvelâ iç âlemin bâtıl fikirler ve süflî duyguların tesirinden kurtarılıp sahih bir îtikad, yani düzgün bir inanç ve güzel bir ahlâk ile tezyin edilmesi şarttır. İşte bütün bu merhalelerden sonra kul; “hikmet” tecellîlerine, yani hâdisât, vukuât ve eşyanın bâtınî ve sırrî hakîkatlerine mazhar olmaya başlar.

FAYDASIZ İLİM

Âyet-i kerîmelerde “tezkiye” ile “Kitap ve hikmetin tâlimi”nin bir arada zikredilmesi de dikkat çekicidir. Bu aynı zamanda; tezkiye olmamış bir kalple, gerçek mânâda ilim tahsil edilemeyeceği, tahsil edildiği düşünülen ilmin ise, sahibine ebedî kurtuluş yolunda hiçbir fayda sağlamayacağının bir ifâdesidir.

Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Allâh’ım, fayda vermeyen ilimden, ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten ve kabûl olunmayacak duâdan Sana sığınırım.” niyâzında bulunmuştur. (Müslim, Zikir, 73)

Kalben seviye kat etmemiş bir insan, -ne kadar bilgili olursa olsun- ham kalmaya mahkûmdur. O, bu hamlığıyla ilim tahsil edip, meselâ bir doktor olsa, insanlara şifâ tevzî edeceği yerde, nefsânî ihtiraslarını tatmin edebilmek için, organ kaçakçılığı yapan bir insan kasabı oluverir. Bir hukukçu olsa, adâlet tevzî edeceği yerde, bir suç şebekesi lideri veya zâlim bir cellât kesilir.

Çünkü ihtiraslarının esiri olan ham bir nefis, sahip olduğu ilmi, süflî menfaatlerine âlet ediverir. Bir câhilin cehâletiyle yapamayacağı zulmün çok daha dehşetlisini, elde ettiği ilimle kolayca yapabilir. Yani ilim, onları Hakk’a yaklaştıracağı yerde, uzaklıklarını artıran bir gaflet perdesine dönüşüverir.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Çok âlim vardır ki irfandan nasîbi yoktur. İlmi ezberleyip yutmuştur da, Allâh’ın sevdiği bir dostu olamamıştır!”

Şunu da unutmamak gerekir ki bütün ilimler, Cenâb-ı Hakk’ın kâinâta koyduğu kâideleri tespit gayretinden ibârettir. Hakîkî ilim ise, o safhada takılı kalmayıp bir adım daha atarak o kâideleri vaz eden yüce kudreti tanımak, böylece ilâhî sır ve hikmetlere intikal edebilmektir.

Nitekim Mevlânâ Hazretleri, zâhirî ilimlerin zirvesinde olduğu, fakat henüz Hakkʼa yakınlığın mânevî hazzını tadamadığı devresini “hamdım”; gönül iklîminde ilâhî sır ve hikmetlere vâkıf olmaya başlayıp kâinat kitabının sayfalarını çevirdiği zamanlarını “piştim”, ilâhî esrârın yakıcılığında kavrulup hakîkî aşka ulaştığı mârifetullah devresini de “yandım” diye ifâde etmiştir.

Öte yandan, gönlünü Kur’ân ve Sünnet ölçüleriyle istikâmete erdirmeyen birinin, ilim tahsili gibi, hiçbir amelinden de fayda gelmez. Zira Hazret-i Ali Efendimizʼin ifâdesiyle:

“Eğrinin gölgesi de eğri olur.”

İnsanın bütün hâl ve hareketleri, iç âleminin dışa yansımasıdır. Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmayacağı gibi, gönül âlemi berrak olmayan bir insandan da fazîletli davranışlar beklemek boşunadır. Niyetleri karanlık olanların, yolları aydınlık olmaz. Her küp, içindekini sızdırır. Bulanık bir gönülden, gerçek mânâda temiz ve berrak hâl ve davranışlar zuhûr etmez.

Dolayısıyla gerçek ilim tahsili, sadece bilgileri zihne depolamak değildir. İlmin kişiye dünyâda ve ukbâda fayda sağlaması için, o kimsenin mânevî terbiye neticesinde kalben seviye kazanması, vicdânının ve ahlâkının olgunlaşması zarurîdir.

Tasavvufun gâyesi de, nefsi tezkiye ederek kalbî hassâsiyetlerin inkişâfına zemin hazırlamaktır. Zira gerçek ilim ve hikmeti elde edebilmek için, onun mekân tutacağı zemin olan kalbin, evvelâ zararlı şeylerden, hattâ lüzumsuz ve mâlâyânî düşüncelerden bile tasfiye edilmesi gerekir.

Bir Mecelle kâidesinde der ki:

“Defʼ-i mefâsid, celb-i menâfîden evlâdır.”

Yani kötülüklerin bertaraf edilmesi, faydalı şeylerin kazanılmasından daha öncelikli bir vazifedir. Bu itibarla, bir yaranın önce cerahati-mikrobu temizlenir, sonra pansumanı yapılır. Aksi hâlde pansuman ne kadar iyi olursa olsun, yara iyileşemez.

TEHALLÎ, TAHALLÎ, TECELLÎ

Tasavvuftaki mânevî tekâmül yolculuğu, şu cümleyle hulâsa edilmiştir:

« اَلتَّخَلِّي ثُمَّ التَّحَلِّي ثُمَّ التَّجَلِّي »

Yani mânevî yolculuk;

‒Önce tehallî/tahliye, yani iç âlemi, Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden boşaltmak; kalbi, şirk, küfür, nifak, riyâ, gurur, kibir, ucub, haset gibi mânevî cerahatlerden temizlemek.

‒Sonra tahallî/hâllenmek, yani kulu Rabbine sevdirecek, ilâhî muhabbeti celbedecek güzel ahlâk ve sâlih amellerle donanmak. Bunların başında ise farzlara ilâveten îfâ edilen nâfile ibadetlerle, cömertlik, merhamet, şefkat, hizmet ve fedakârlık gibi ahlâkî meziyetler gelir.

‒Bütün bunların neticesinde de mânevî tecellîlerden nasîb almaktır. Yani kalbin rikkat ve derinlik kazanmasının ardından, mârifetullah ve muhabbetullah zirvelerine doğru mesâfe almaktır.

Zira Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de ve kâinatta sergilediği ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinin sır ve hikmetlerini, ancak musaffâ kalplere, yani mânen arınıp durulmuş selîm kalplere ihsân eder.

MÜRŞİD-İ KÂMİLLER…

Cenâb-ı Hak, kâmil insan modelini en mükemmel şekliyle Peygamber Efendimizʼin şahsında insanlığa sergilemiştir. Dolayısıyla en büyük rehberimiz, örneğimiz ve mürşidimiz; şüphesiz ki Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼdir.

Bununla birlikte Peygamber Efendimiz’in üç vazifesinden biri olan, âyetleri okuyup haram ve helâlleri tebliğ etmek, âlimler tarafından; nefisleri tezkiye, kalpleri tasfiye demek olan irşad vazifesi ise, mürşid-i kâmiller tarafından günümüze kadar îfâ edilegelmiştir.

Gerçek mürşid-i kâmiller, peygamber vârisi olan örnek şahsiyetlerdir. Ne­be­vî ir­şad ve dav­ra­nış mü­kem­mel­li­ği­nin za­man­la­ra ya­yıl­mış zir­ve­le­ri­dir. Yani on­lar, Haz­ret-i Pey­gam­ber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbını görme şerefinden mahrum olanlar için, örnek alınacak “kâmil insan modelleri”dir. Onların, rahmet lisânıyla gönülleri ihyâ eden irşad ve nasihatleri de, esâsen nebevî menbâdan süzülüp gelen rûhâniyet şebnemleri mâhiyetindedir.

Mürşid-i kâmillerin yaptıkları hizmet; peygamberlerin bu tezkiye vazifesinin îfâsı ve devâm ettirilmesi gayretinden ibârettir. Bu yönüyle tasavvuf da Peygamber Efendimiz’e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde; nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir.

SÜNNETE RİÂYET HASSÂSİYETİ

Gerçek mürşidlerin en mühim özelliği ve âdeta alâmet-i fârikası; Allah Rasûlüʼne olan müstesnâ bağlılık ve itaatleridir. Onların en bâriz vasfı, Kur’ân-ı Kerîmʼe ve onun fiilî bir tefsiri demek olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin Sünnet’lerine titizlikle riâyet etmeleridir. Sevenlerini de aynı titizlik ve hassâsiyetle yetiştirmeleridir.

Dolayısıyla, Sünnetʼe riâyet etmeyen veya bu hususta kusur, ihmal ve tâvizleri bulunan birinin, kâmil bir mürşid olması imkânsızdır.

Şu hâdise, bu hususu ne güzel îzah etmektedir:

Büyük mürşid-i kâmillerden Bâyezîd-i Bistâmî g bir gün, insanlar arasında velî diye meşhur olmuş bir kişiyi görmek için, müridleriyle yola çıkmıştı. Ziyaretine gitmekte oldukları zât evinden çıkıp mescide giderken kıbleye doğru tükürdü. Bâyezîd g, o zâtın bu ham ve lâkayd hâlinden son derece mahzun oldu ve selâm bile vermeden derhal geri döndü. Talebelerine de şöyle dedi:

“–Bu zât, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in öğrettiği edeplerden birine riâyet hususunda bile güvenilir değil! Cenâb-ı Hakk’ın esrârı hususunda kendisine nasıl güvenilecek?!.”[4]

Yine Bâyezîd g, her hâlini Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâliyle mîzân ederdi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun için tam bir fiilî kıstas idi. Onun mühim nasihatlerinden biri de şöyledir:

“Kim Kur’ân-ı Kerîm kıraatini ve zühd hayatını terk eder, cemaate devam etmez, cenâzelere katılmaz, hastaları ziyaret etmez de sûfî olduğunu iddiâ ederse, o ancak bid’atçidir.”[5]

Yani değil bir mürşid, herhangi bir mürîd bile, bu nevî sünnetlerden, yani ferdî ve ictimâî kulluk vecîbelerden uzak kalıyorsa, onun yaşayışının da tasavvufla bir alâkası yok demektir.

Teheccüd namazı ve seher vakitlerinin ihyâsı da mühim bir sünnettir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz teheccüd namazını uzun ve meşakkatli seferlerinde bile terk etmemiştir. Bu bakımdan tasavvuf ehlinin teheccüd ve seherlere bîgâne kalması düşünülemez. Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî g:

“Geceler gündüz olmadan bana hiçbir sır fetholmadı.” buyurmuştur.

Yine Bâyezîd Hazretleri’nin şu sözleri, Sünnet-i Seniyye’ye riâyet hassâsiyetine dâir, ne güzel bir ölçü vermektedir:

“Allah Teâlâ’dan beni yeme-içme ve zevce ihtiyacından kurtarmasını istemeyi düşündüm, sonra kendi kendime:

«–Allah Teâlâ’dan böyle bir şey istemek benim için nasıl câiz olabilir ki?! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böyle bir şey istememiş!» dedim ve bu düşüncemden vazgeçtim.”[6]

Demek ki zühd ve takvâ adı altında Allah Rasûlüʼnün sünnetinde bulunmayan hâl ve tavırlara bürünen kimselerin de peşinden gitmemek îcâb eder. Zira bu gibi zevât, girdikleri aşırı riyâzet ve mücâhede hayatıyla kendilerini -hâşâ- Allah Rasûlüʼnden daha dindar ve zâhid bir mevkîye koymaya çalışmış olurlar ki, bu ancak büyük bir cür’et, gaflet ve sapıklıktır.

Nitekim âyet-i kerîmede bu nevî hadsizlik ve edepsizliklerden îkaz sadedinde şöyle buyrulmaktadır:

“Ey îmân edenler! Allâh’ın ve Rasûlʼünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun!..” (el-Hucurât, 1)

Unutmayalım ki Cenâb-ı Hakkʼa en yakın kul olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her hususta îtidâli tavsiye etmiş, kendisi de bunun canlı bir misâli olmuştur.

Şu hâdise, bu hususu ne güzel îzah etmektedir:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün ashâb-ı kirâma kıyâmetten bahsetmişti. Onlar da çok duygulanıp ağladılar. Sonra içlerinden on kişi Osman bin Maz’­ûn’un evinde toplandı. Yaptıkları istişâre neticesinde, bundan böyle dünyadan el-etek çekmeye, kendilerini hadım ettirmeye, gündüzlerini oruçla, gecelerini de sabaha kadar ibadetle geçirmeye, et yememeye, hanımlarına olan alâkayı azaltmaya, güzel koku sürmemeye ve yeryüzünde gezip dolaşmamaya karar verdiler.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bundan haberdar olunca, önce onları îkaz buyurdu, sonra da ashâb-ı kirâmı toplayıp şöyle hitâb etti:

“Bazı kimselere ne oluyor ki hanımlarıyla beraber olmayı, yeme-içmeyi, güzel koku sürmeyi, uyumayı ve meşrû dünya zevklerini kendilerine haram kılıyorlar. Şüphesiz ki ben size keşiş ve ruhban olmanızı emretmiyorum. Benim dînimde et yemeyi terk etmek, kadınlardan uzaklaşmak olmadığı gibi, dünyadan el-etek çekip manastırlara kapanmak da yoktur.[7] Ümmetimin seyahati oruç, ruhbanlıkları (takvâları) ise cihaddır.

Allâh’a ibadet ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, hac ve umre yapınız, namazlarınızı kılınız, zekâtınızı veriniz, Ramazan orucunu tutunuz. Siz dosdoğru olunuz ki başkaları da öyle olsun. Sizden önceki ümmetler, aşırılıkları yüzünden helâk oldular. Dîni kendilerine zorlaştırdılar, Allah da onlara zorlaştırdı. Bugün kilise ve manastırlarda bulunanlar, onların bakiyeleridir.”

Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Ey îmân edenler! Allâh’ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin, haddi aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” (el-Mâide, 87) (Bkz. Vâhidî, s. 207-208; Ali el-Kārî, el-Mirkāt, I, 182-183)

Demek ki Allah Rasûlüʼnün beşerî hayata dâir koyduğu ölçülerin dışında kalan hayat tarzlarında hayır yoktur. Bilâkis bu, insanı birtakım rûhî zaaflara sürükler. Huzursuzluk, stres, dengesizlik, asabîlik veya gayr-i meşrû yollara düşmek gibi…

Bu bakımdan, helâl dâiresindeki beşerî ihtiyaçları sünnete uygun şekilde karşılamak, en doğru yoldur. Dîne hizmet veya Hakkʼa daha yakın olabilmek gibi, sûret-i haktan görünen gerekçelerle bâzı helâlleri kendine haram etmek, aslâ dindarlık gereği olarak görülemez.

Dolayısıyla müʼmin, her şeyden evvel, en büyük rehberinin Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu unutmamalıdır. Oʼnu yakından tanımaya gayret etmelidir. Her hâlini Oʼnun hâliyle mîzân etmelidir. Bunu yaptıktan sonra, kimin Allah Rasûlüʼnün yolunda olduğunu, kimin olmadığını, kime uyup kime uymaması gerektiğini anlaması gâyet kolaydır.

Müfessir Bursevî bu hususta şöyle der:

“Tâbî olacaksan, peygamberlerin efendisi Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tâbî ol! O ki, Âdem -aleyhisselâm- ve ondan sonraki bütün peygamberler ve velîler Oʼnun sancağının altındadır.

O’nun ümmetinden birine tâbî olmak istediğinde ise, sırf halk arasında meşhur, idareciler ve sultanların yanında makbul olduğu için tâbî olma! Bilâkis sana gereken, önce hakkı tanımak, sonra onunla insanları tartmaktır. Bu konuda, Rabbânî ilmin kapısı Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle der:

«Hakkı, (gâfil) insanlar vâsıtasıyla tanıyan; sapıklık girdaplarında çırpınır durur. Bunun için önce (Kurʼân ve Sünnetʼten) hakkı tanı, böylece hak ehlini zâten tanırsın.»” (Rûhuʼl-Beyân, c. 6, sf. 370-371, Erkam Yayınları)

Bu bakımdan, kendi yaşayışlarında Kurʼân ve Sünnetʼe riâyet hassâsiyeti bulunmayan kimselere -velev ki onlar halk arasında mürşid olarak meşhur olmuş bulunsalar bile- îtibar edilmemesi gerekir. Onlardan, keşif, kerâmet ve fazîlete benzer hâller sâdır olsa bile, bunlara ihtiyatla yaklaşılmalıdır. Zira bunlar ekseriyetle kerâmet ve fazîlet değil, şeytanın tuzağı olan istidraçlardır.[8]

Cü­neyd-i Bağ­dâ­dî -kud­di­se sir­ruh- bu hakikate dikkat çekerek:

“Bir ki­şi­yi ha­va­da uçar­ken gör­se­niz, hâ­li Ki­tap ve Sün­ne­tʼe uy­mu­yor­sa, bu bir (kerâmet değil) is­tid­raç­tır.” buyurmuştur.

Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri de, “fenâ-yı nefs” mertebesine, sadece bir eline Kur’ân-ı Kerîm’i, diğer eline de hadîs-i şerîfleri alıp bunların nûruyla aydınlık yolda yürüyen kişinin ulaşabileceğini ifâde etmiştir.[9]

Ayrıca bir mürîdine de şu nasihatte bulunmuştur:

“İlim öğrenmekten hiçbir zaman uzak kalma! Fıkıh ve hadis ilmini öğren! Câhil sofulardan uzak dur ki onlar, din yolunu zaafa uğratanlardır… Sünnet-i Şerîfe’ye sımsıkı sarıl ve selef-i sâlihîn imamlarının yolundan git!..”

DÎNİNİ KİMDEN ÖĞRENDİĞİNE DİKKAT ET!

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhâ-’ya şöyle buyurmuştur:

“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine iyi dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikâmet ehli âlimlerden al, sağa-sola meyledenlerden alma!”[10]

Dolayısıyla müʼmin, evvelâ Kur’ân ve Sünnetʼten hak ve hakîkatin mâhiyetini öğrenmelidir. Sonra da Kur’ân ve Sünnet kıstaslarına göre rehber edinebileceği kimseyi belirleyip yine Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde ilerlemeye gayret etmelidir. Zira Kur’ân ve Sünnetʼe tâbî olmayana, gerçek bir mürşid-i kâmilin bile faydası olmaz.

Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:

“Kur’ân-ı Kerîm, peygamberlerin hâl ve vasıflarıdır. Okuyup tatbik edersen, kendini peygamberlerle, velîlerle görüşmüş farzet! Kur’ân okuduğun hâlde, onun emirlerine uymaz ve Kur’ân ahlâkını yaşamazsan, peygamberleri ve velîleri görmenin sana ne faydası olur?..”

Cenâb-ı Hak, Kurân ve Sünnet istikâmetinde bir ömür yaşamayı, sevdiklerinin yolunda yürümeyi ve sâlih kullarıyla haşrolunmayı cümlemize lûtfeylesin.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 629.

[2] Harakānî, Nûru’l-Ulûm, s. 239.

[3] Kurtubî, el-Câmî, XX, 22.

[4] Kuşeyrî, Risâle, s. 57, 416-417.

[5] Beyhakî, Şuab, III, 305; İbnü’l-Cevzî, Telbîsü iblîs, s. 151.

[6] Kuşeyrî, a.g.e, s. 57; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, VI, 108.

[7] Tasavvufun telkin ettiği de budur. Yani kesrette vahdeti yaşayabilmek, kalabalıklar içinde dahî kalben Cenâb-ı Hakʼla beraber olabilmektir.

[8] İstidraç: Kerâmetin zıddı olarak, kâfir, fâsık ve müteşeyyih, yani velî olmadığı hâlde velîlik taslayan bâzı şahıslardan zuhûr eden hârikulâde hâller. Bu hâller birer ilâhî imtihan olup onları yavaş yavaş helâke sürükler.

[9] Abdurrahman Câmî, Nefahâtü’l-Üns min Hadarâti’l-Kuds (thk. Mahmud Âbidî), Tahran 1375 hş./1996, s. 384.

[10] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, el-Medînetü’l-Münevvere, el-Mektebetü’l-İlmiyye, s. 121.