Tasavvuf; Duyguların Terbiyesi

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2013 Ay: Aralık Sayı: 87

Efendim; Duygularımızla davranışlarımız arasındaki irtibattan bahseder misiniz? Tasavvufî terbiyenin duygular üzerinde ne gibi tesirleri vardır?

Bir atasözünde; “Her küp, içindekini sızdırır.” denilmiştir. İnsanın davranışlarını, fikir ve irâdeden ziyâde, duygular şekillendirir. Zira fikirlerin teşekkülünde de, irâdenin yönlendirilmesinde de kalbî temâyüllerin büyük bir payı vardır. Bu sebeple ağızdan çıkan en basit bir sözden en hayâtî davranışlara kadar hemen hemen bütün fiilleri, gönüldeki duygular yönlendirir. Müsbet duygular; nezâket, zarâfet ve letâfet olarak; buna mukâbil menfîler de kabalık ve nâdanlık olarak dışa akseder.

Meselâ hâl ve davranışlarla hep fazîletler tevzî ediliyorsa, o kalp bir gülistan olmuş demektir. Fakat ağızdan yalan, gıybet, dedikodu, iftirâ ve küfür gibi iğrenç sözler çıkıyorsa, kalbi nefsânî dikenler ve kaktüsler sarmış demektir. Gülün de, dikenin de neye lâyık olduğuysa mâlumdur. Gönüllere huzur veren bir gonca, cennetlere lâyıkken; bunun aksine, kalbe batarak elem veren dikenlerse ateşte yanmaya müstahaktır.

Bu bakımdan tasavvufta, his ve niyetlerin merkezi olan kalbin tasfiyesi, yani kötülüklerden arındırılarak güzel vasıflarla tezyîn edilmesi zarûrî görülmüştür. Zira kulun iç âleminin güzelliği, kendisi hakkındaki ilâhî takdîrin de lûtuf, rahmet ve bereket olarak tecellîsine vesîle olur. Kalbî niyetleri karanlık olanlarınsa, hiçbir zaman yolları aydınlık olmaz.

Şu kıssa, bu hakîkatin ne ibretli bir misâlidir:

Tarihte adâletiyle meşhur olan Nûşirevan, bir gün avda iken beraberindeki arkadaşlarından ayrıldı ve yolu bir bahçeye vardı. Orada bulunan bir delikanlıya:

“–Bana bir nar verir misin?” dedi. Delikanlı da verdi.

Nûşirevan, narın tanelerinden bolca su çıkarıp susuzluğunu giderdi ve bu hâl çok hoşuna gitti, âdeta mestoldu. İçinden;

“–Böylesine lezzetli meyvesi olan bu bahçe mutlakâ benim olmalı, ben ne yapıp edip burayı almalıyım.” diye düşündü.

Ardından bir nar daha istedi. Fakat bu defa aldığı nar kuru ve ekşi çıktı. Bunun sebebini sorunca o firâset sahibi delikanlı:

“–Sultânım, herhâlde gönlünüz haksızlığa meyletti. Güç ve kudretinizle bu bahçeyi benden almayı düşünmüş olmalısınız.” dedi.

Bunun üzerine Nûşirevan, bahçeyi cebren alma düşüncesinden vazgeçip içindeki kötü niyetten pişman oldu, tevbe etti. Sonra bir başka nar daha isteyince, birinciden çok daha sulu ve tatlı bir nar geldi.

Hayretler içinde kalan Sultan, nardaki bu lezzetin hikmetini sordu. Delikanlı bu sefer:

“–O menfî düşüncenizden tevbe ettiğinizi zannediyorum.” dedi.

Rivâyete göre Nûşirevan bu ve benzeri hâdiseler neticesinde intibâha geldi. İçindeki yanlış niyetleri bertarâf ederek zulüm ve haksızlıklardan bütünüyle sıyrıldı. Hakka-hukuka titizlikle riâyet etti. Böylece ismi adâletle bâkî kaldı.

Nûşirevan, haklarını fazlasıyla verip bütün halkıyla helâlleşti. Vefât ettiğinde ise tabutuyla memleketin her tarafında dolaştırıldı. Bu esnâda bir münâdî şöyle sesleniyordu:

“–Kimin bizde hakkı varsa gelsin alsın!..”

Üzerinde bir dirhem bile hakkı olan hiç kimse bulunamadı.[1]

Demek ki güzel bir gönül dünyasına sahip olanlar, arkalarında dâimâ güzellikler ve hoş hâtıralar bırakırlar. Zira insanın bütün hâl ve hareketleri, iç âleminin bir nevî aynası mesâbesindedir. Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmayacağı gibi, gönül âlemi berrak olmayan bir kimseden de güzel bir davranış beklenemez.

Bir ağacın meyveleri eğri büğrü ise, biliriz ki bu ağacın kökünde bir hastalık vardır ve ona bakım yapmak gerekir. İşte kalp de böyledir. Eğer kalp, hevâ ve heveslerin zebûnu olmuş ise, mânevî bir terbiyeden geçmesi zarûrîdir. Aksi hâlde, insanın yaptığı ameller de makbul olmaz. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarından gâfildirler.” (el-Mâûn, 4-5)

Yani Cenâb-ı Hak, kalp ve beden âhengi içinde, huşû ile îfâ edilen bir ibadete kıymet veriyor. İbadetlerin sırf fizikî ve biyolojik hareketlerden ibâret kalmayıp kalbî bir duyuşla, rûhî bir derinlikle edâ edilmesini istiyor.

Zira dînin bir zâhirî tarafı vardır, bir de bâtınî tarafı. İbadette böyle olduğu gibi, muâmelâtta da, ahlâkta da böyledir. Zâhirî temizlik nasıl mühimse, bâtınî temizlik de öylece mühimdir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼinde iç âlemini fücurdan, yani günahlardan arındıranlar için; “اَفْلَحَ / felâh buldu, ebedî kurtuluşa erdi[2] buyurmaktadır.

Nitekim amellerin makbûliyet şartı olan ihlâs da bir duygu disiplinidir, niyetin tashih edilmesidir. Kalbin Allâhʼın rızâsı dışındaki bütün yönelişlerden tamamen arındırılmasıdır.

Kulluğa makbûliyet kazandıran “beyneʼl-havfi veʼr-recâ”, yani korku ile ümit arasındaki kalbî muvâzene hâli de bir duygu disiplinidir. İbadetlerde huşû hâli de böyledir. Takvâ ve ihsan şuuru da bir duygu disiplinidir.

Bu itibarla iç âlemin tezkiye ve tasfiye edilmesi, böylece niyet ve duyguların da temizlenip ulvî bir mâhiyet kazanması zarûrîdir. Nitekim câhiliye devrinde kız çocuklarını diri diri gömen acımasız insanlar, nebevî terbiye neticesinde kalp âlemleri yıkanıp arınınca dünyanın en merhametli, müşfik, rakik kalpli insanları hâline geldiler.

Hazret-i Mevlânâ, ilâhî aşk deryasında yıkanıp mânen arınmadan önce, pek çok ilmi kendisinde cem etmiş büyük bir âlim olmasına rağmen, daha sonraları o hâlini; “hamdım” diye ifâde etmiştir. Zira insanı yüceltecek olan, kitap satırlarında yazanların zihne depolanması değildir. Nice âlim vardır ki, yaptığının yanlış olduğunu bilmesine rağmen nefsine yenik düştüğü için, nice câhilin bile yapmayacağı hatalara sürüklenmiştir.

Dolayısıyla insanı yüceltip “kâmil bir müʼmin” kılacak olan, dış âlemi ihmâl etmeden iç âlemini de olgunlaştırmak, feyz ve rûhâniyetle donatmaktır. Nitekim Mevlânâ Hazretleri, Şems-i Tebrizî adlı bir dervişin kendisine açtığı aşk-ı ilâhî ufkunda tattığı mânevî lezzetle kalben de olgunlaştıktan sonradır ki “piştim” ve “yandım” demiştir. İşte Hazret-i Mevlânâ, bu safhadan sonra bambaşka bir hüviyetle âdeta yeniden doğmuştur. Gönlü Konya sınırlarını aşıp cihan sathına taşmış, içinde bütün mahlûkâtın huzur bulduğu bir rahmet dergâhı hâline gelmiştir.

Meselâ o büyük velî, Şems-i Tebrizî vesîlesiyle girdiği mânevî iklimde, hissiyâtının nasıl inkişâf ettiğine bir misal sadedinde buyurur ki:

“Şems -kuddise sirruh- bana bir şey öğretti:

«Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin!»

Biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, aldığı mânevî terbiye neticesinde öyle bir hâle geliyor ki; nefsin bütün gurur, kibir ve enâniyet tuzaklarını ayağının altına alarak:

“Âlem buğday ben saman,

Âlem yahşî ben yaman!..”

yani “herkes tam, kusurlu olan benim” diyor. Öyle ince duygularla bezeniyor ki bütün mahlûkâta Hâlıkʼın şefkat nazarıyla bakıyor, insanlara merhamet ve edeple hizmet ediyor, yolların temizliğiyle meşgul oluyor, hayvanların hizmetini görüyor.

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, aç bir insan görünce, kendi açlığını unutup onu doyurmanın derdine düşüyor.

Velhâsıl, kulu Cenâb-ı Hakkʼa yaklaştıran da bu nevî ince duygulardır. Peygamberlerin, Allâhʼın âyetlerini okuyup Kitap ve hikmeti tâlimden sonraki en mühim vazifesinin “tezkiye” olması, yani müʼminlerin iç âlemlerini arındırarak onların duygularını yüceltmek olması, bu hakikate binâendir. Tasavvufî terbiyenin gâyesi de, gönül dünyasına duygu derinliği ve yüksek bir vicdan ufku kazandırabilmektir. Zira ancak bu sâyede insanın hâl ve davranışları fazîlette zirveleşerek Rabbin rızâsına vesîle olabilir…

Rabbimiz, hislerimizi ve niyetlerimizi rızâsıyla teʼlif eylesin. Râzı olduğu bir kulluğa cümlemizi muvaffak kılsın…

Âmîn!


Dipnotlar:

[1] Bkz. M. Sami Ramazanoğlu, Musâhabe, c. VI, sf. 43-44.

[2] Bkz. eş-Şems, 9.