Tarihin Şahit Olduğu En İdeal Toplum ASR-I SAÂDET

Ebedî Fecre

Yıl: 2010 Ay: Eylül Sayı: 67

İLÂHÎ TERBİYENİN ARMAĞANI: YÜCE PEYGAMBER…

Cenâb-ı Hak; bizlere en güzel örnek, en üstün model, üsve-i hasene olarak Varlığın Nûru, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bahşetti.

O; âyet âyet Kur’ân’ı yaşayan muazzam ahlâkı, hikmet-i ilâhiye ile mücehhez ve müeyyed müstesnâ haslet ve husûsiyetleri ile sıradan bir insandan devlet başkanına, şefkatli bir aile reisinden azametli bir kumandana, mütevâzı bir çobandan kıtalar arası ticaretle meşgul bir işadamına, toplumun en alt kademesinden en üst kademesine kadar her insana ve her mesleğe en mükemmel nümûne-i imtisal, model alınacak en kâmil örnek oldu.

Efendimiz’in yegâne muallimi ve mürebbîsi Cenâb-ı Hak idi. Mevcûdâtın medâr-ı iftihârı olan o insanlığın zirvesinin yetiştirilmesinde; ne anne, ne baba, ne öğretmen, ne de toplum, hiçbir kimsenin payı yoktu. O’nu Rabbi yetiştirmişti, ne güzel yetiştirmişti!

O; ilâhî terbiyeyle teşekkül etmiş şahsiyetiyle Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu, arzu ettiği ideal insanı sergilerken, yirmi üç yıllık risâlet hayatında husûsî terbiyesiyle yetiştirdiği ashâbıyla da bize, ideal toplum örneğini ikram etti.

İslâm hukûku metodolojisinin en önemli sîmâlarından Karâfî’nin de dile getirdiği gibi;

“Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sahâbeden başka hiçbir mûcizesi olmasaydı (cahiliye karanlığının derinliğinden çekip zirve bir medeniyetin yıldızları hâline getirdiği) sahâbe nesli, Allah Rasûlü’nün nübüvvetini ispata yeterdi.”

Çünkü böyle hem kemmiyet hem keyfiyet ölçülerinde zirveyi tutan bir talim ve terbiye; ancak bir peygambere, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e, nasip ve müyesser olabilirdi.

Bu gerçekten hareketle Thomas Carlyle isimli bir yabancı şu itirafta bulunmuştur:

“Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Hazret-i Muhammed kadar itibar görmemiştir.”

Tarihte kitleleri yönlendirmiş, bir hedefe sevk etmiş, bir şekilde müessir olmuş birtakım şahsiyetlere tesadüf edilir. Fakat hiçbirinin yetiştirdiği toplum, sahâbe-i kirâmın kat ettiği insânî, ahlâkî, irfânî gelişimi gösterememiştir. Hattâ pek çoğu sürükledikleri kalabalıkları hayra değil şerre, zirvelere değil çukurlara doğru götürmüştür. Firavun ve onun dünyada küfür ve zulüm bataklığında, âhirette de cehennem ateşinde boğduğu kavmi gibi…

Asr-ı saâdet toplumu ise, dünyada Allah Rasûlü’nün cennet râyihalı sohbetlerinde huzuru yaşamış, âhiret yurdunda da cennetle müjdelenme bahtiyarlığına erişmişti.

O BAHTİYARLAR…

Allah ve Rasûlü’nü kalpte tanıyan, ilim, irfan, merhamet, nezâket, zarâfet toplumu idi.

Onlar; İki Cihan Güneşi, dünyalarına doğmadan önce, cehâlet karanlığında idiler. Ümmî idiler. Asırlardır hidâyetten uzak kalmışlardı. İdraksizce putlara tapınıyor, şuursuzca birbirlerini katlediyor, vahşetle böbürleniyorlardı.

Ashâb-ı kiram, Efendimiz’in mûcizevî talim ve terbiyesi, irşad ve tezkiyesi neticesinde; cehâlet karanlığından, derin bir tefekkür ve uyanış sabahına erdiler. Cenâb-ı Hakk’ı ve Rasûlü’nü daha yakından tanımaya başladılar. Düşüncelerinin, ideallerinin merkezine tevhîdi yerleştirdiler.

Aşiret kavgalarından kan gölüne dönen korkunç çöllerde tatlı bir huzûrun baharı başladı. Her taraf bir emîniyet ve selâmet mekânı oldu.

Gönüllerin çorak toprakları, bereketli vahiy yağmurları ve feyizli bir bahçıvanın üstün emekleriyle dünyanın en güzel gülistanı, en mûtenâ çiçek bahçesi hâline geldi.

Onlar Kur’ân-ı Kerim’le yaşadılar…

Kur’ân için yaşadılar…

Kur’ân’ın gösterdiği sırât-ı müstakîm içinde yaşadılar…

Hayatlarının yegâne ideali, Kur’ân’ı yaşamak ve yaşatmak idi. Bu uğurda tarihte görülmemiş bir duruş sergilediler; işkenceye, baskıya ve zulme mâruz kaldılar, lâkin inandıkları değerlerden asla tâviz vermediler.

Aç kaldılar, kınandılar, ayıplandılar, tehdit edildiler, dövüldüler, hakarete uğradılar, öldürüldüler… Fakat Allâh’ın Kelâmı’nın ve Habîbi’nin yolundan kesinlikle vazgeçmediler. Canları bahasına da olsa en ufak bir tâviz bile vermediler.

Allâh’ın lutfettiği âyetleri yaşayabilmek için; gerektiğinde mallarını, mülklerini, yurtlarını bırakarak hicret ettiler…

Gerektiğinde hayatlarını fedâ etmeyi göze aldılar.

Gerektiğinde kendi akrabaları, hattâ öz babaları, öz kardeşleri ve öz evlâtlarıyla kılıç kılıca karşı karşıya geldiler.

En tehlikeli anlarda dahî Kur’ân’dan ayrılmadılar. Çünkü onlara dînin her rüknü bir lezzet hâline gelmişti; hem de;

DOYULMAZ BİR LEZZET

Onlar bu Kur’ân eksenli hayatı da bütün fazîletler gibi Fahr-i Kâinât Efendimiz’den öğrendiler. Çünkü Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ashâbına verdiği terbiyede Kur’ân eksenli bir eğitimi takip etti. Kur’ân’ı esas aldı… Kur’ân’ı üstün tuttu.

Ebû Talha -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Bir gün Hazret-i Peygamber’in yanına gittim. Açlıktan iki büklüm olmuş, belini dik tutabilmek için karnına taş bağlamıştı. Bu hâlde Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğretiyordu. Sahâbe bu hâli örnek aldı, Medine kārîlerle (Kur’ân muallimleriyle) doldu.”

Sahâbînin alâkasını celbeden ilk saha, Kur’ân’dı. Nâzil olan her âyet sanki gökten inen bir sofra gibiydi. Bütün gayretler; o sofradan âzamî ölçüde istifâde etmek, âyetleri telâkkî etmek, yaşamak ve tebliğ etmek içindi. Gece namaz kılmayı, seherlerde Kur’ân okumayı, yataklarına tercih ediyorlardı. Hattâ gece karanlığında evlerinin yakınlarından geçenler, arı uğultusu gibi nağmeler işitiyorlardı. (İbn-i Sa‘d ve İbn-i Esîr)

Hülâsa onlar, yirmi dört saatlerini Kur’ân’a göre ayarlayan bir nesil idiler. O cemiyet;

BİR KUR’ÂN TOPLUMU

Sahâbe; parça parça nâzil olan bereketli Kur’ân kevserini, yudum yudum ezberledi ve adım adım hayatlarına tatbik etti. Bu da tedricî eğitimin misâli oldu…

Onlar; âyetlerin hangi hâdise ve ahvâl üzere indiğine şahit oluyor, sebeb-i nüzulünü bizzat yaşadıkları için âyetteki murâd-ı ilâhîyi daha iyi anlıyor, anlayamadıklarını da yüce Kelâm’ın tebliğcisi, ilk beyan ve tefsir edicisi ve en güzel sûrette hayata tatbik edicisi Fahr-i Kâinât Efendimiz’e sual etmek bahtiyarlığına da sahip bulunuyorlardı.

Farzıyla, nâfilesiyle her namazda Kur’ân okumak gerekliliği, onlara Kur’ân hakikatlerinin dâimî şekilde telkin edilmesine vesile oldu.

Meselâ her rekâtte okunan Fâtiha ne büyük bir telkin…

Başta şeytandan ve onun bütün hîlelerinden Allâh’a sığınarak Allâh’ın ismiyle başlama…

Bütün senâların yegâne adresinin Cenâb-ı Hak olduğunun idrâki… Hamd ve şükür…

Bildiğimiz bilmediğimiz bütün âlemlerin Rabbi, efendisi, terbiyecisi ve rızık vericisinin himayesine ve terbiyesine girmeye davet…

Rahmân ve Rahîm olan Rabbimizin merhamet telkininden hisse alabilme ve mahlûkāta Hālık’ın nazarıyla bakabilme…

Kıyâmet gününü hâfızalarda canlı tutatbilme, sığınak ve barınağın yalnız Cenâb-ı Hak olduğunun idrâki içinde olabilme…

Cenâb-ı Hakk’a topluca kulluk gayreti içinde olabilme ve yardımın da ancak O’ndan geleceğinin şuuru için de olabilme…

Hazret-i Peygamber Efendimiz’in rûhânî dokusundan hisse alarak O’nun yürüdüğü sırat-ı müstakimde O’nun izini takip için dâimâ hidâyet niyazına devamın zarûreti… Yani hayatımızın her safhasında O’nun hâliyle hâllenebilme gayreti içinde olabilme…

İlâhî nimete nâil olmuş Hak dostlarından olmaya teşvik…

Dalâlet ve gazaba dûçâr olmuş toplumların hâline düşmekten îkaz…

Tarihten, kıssalardan ibret alma tembihi…

Cemî / çoğul kalıplarıyla, bir cemaat ve cemiyet içinde bulunmanın ihtarı…

Sayısız sır ve hikmetlere sahip, yüksek telkin ve mesajları hâvî Fâtiha-i şerîfe, ashâb-ı kiram için bambaşka bir mâneviyatla okundu ve yaşandı.

Sahâbe-i kirâm, hükümlerinin ve amellerinin isâbetli olması için Kur’ân kıssalarından ibret aldılar. Allâh’ın kendilerine nimet verdiği, sıddîklar, şehidler, sâlihler zümrelerinin en şereflileri oldular.

Sahâbenin ümmî, yani Kur’ân’la müşerref oluncaya kadar başka bir kitaba muhatap kılınmamış olmaları, onların, hidâyete susuz dimağlarını ve kalplerini, Kur’ân pınarına tam bir şekilde teksif etmelerine vesile oldu. Başka hiçbir kültürle bulanmamış zihnî ve kalbî bütün idrak melekeleri Kur’ân-ı Kerim’de yoğunlaştı. Böylece bütün mahlûkāta hayat hakkı tanıyıp huzur bahşeden zirve bir kültür meydana geldi. Ashab, tâbiîni; yani arkalarından gelen nesli, onlar da takip eden nesilleri Allah Rasûlü ve Allah Kelâmı’nın rehberliğinde yetiştirdiler. Böylece her şeyiyle asil ve aslî / orijinal bir medeniyet olan İslâm Medeniyeti vücuda geldi.

FAZÎLETLER MEDENİYETİ

Mü’mini kemâle erdiren akıl ve kalp fonksiyonları, âhenk içinde ve müştereken kullanıldı. Mü’minde heyecan ve aşk unsuru canlı tutularak tefekkür derinleşti. İnsanlar bu cihânın bir imtihan dershânesi olduğunun idrâki içinde yaşadılar. Kalpler, ilâhî azamet ve kudret akışlarına âşinâ oldu.

Okuma-yazma bilmeyen bir toplum, medeniyette zirveleşti.

Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallâhu anh-, sıradan bir deve çobanıydı. Hazret-i Peygamber’in rahle-i tedrîsinden geçtikten sonra Kûfe hukuk mektebini kurdu. Ebû Hanîfe ve birçok müctehid bu mektebin talebesiydi. Dünyaca meşhur hukukçular olarak tanınan Solon ve Hammurâbi, Ebû Hanîfe’ye ancak çırak olabilir.

O sahâbe nesliyle çağlar ve zamanlar şekillendi. İnsanlığa bir asr-ı saâdet ikrâm edildi.

İslâmî hassâsiyetin artması ve rûhânî hayatın inkişâfıyla tefekkür zirveleşti, ideal insanlar yetişti. Ancak böyle bir vasatta doğacak sanat, edebiyat İslâm medeniyetinde meyve verdi. Mevlânâlar, Sinanlar, Fuzûlîler yetişti. Yeniden böyle yüksek şahsiyetlerin yetişmesi için, yeniden huzur dolu bir toplumun oluşması için takip edilecek yolda, önümüzde yegâne örnek ve nümûne, sahâbe neslidir.

Sahâbe Efendilerimizin yetişmesindeki iki merhalede de büyük sırlar vardı. Mekke’nin îman heyecanını yaşamak lâzım ki Medine’de bir medeniyet inşâ edilsin. Mekke’de îmânın heyecanı yaşandı. Kalpte îmâna engel olacak bütün mânîler bertarâf edildi. Mekke’de yaşanan îmânın vecd ve heyecanı Medine’deki emsalsiz fazîletler medeniyetini dokudu.

Mus‘ablar, Bilâller, Ammârlar, Hamzalar, Erkamlar, İbn-i Mes‘ûdlar, Ebû Zerler… Her biri bu îman kimliğini büyük çileler çekerek kazandı ve asr-ı saâdetin temel sütunları oldu.

Çünkü Mekke’de İslâmî bir kimlik, Medine’de ise Allâh’ın bütün mahlûkātına huzur veren İslâmî bir toplum inşâ edilmişti. Mekke’de yüksek kıvamlı bir şekilde «fert» yetiştirilmiş, Medine’de de ancak o seviyedeki fertlerin öncülüğünde yüksek fazîlet ölçülerinde bir toplum meydana getirilmişti.

ÖYLE BİR MEDENİYET Kİ!

Çöller sükûn buldu, ağaçlar huzûra erdi. Yeşillikler arttı. Yaş bir dal koparmak yasaklandı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Medine’deki ilk faaliyetlerinden biri, şehrin merkezî bölgesini harem/dokunulmaz ilân ederek, tabiî hayata zarar verilmemesini sağlamak olmuştu.

İhsan; yani yaptığı her şeyi Allâh’ın kendini gördüğü şuuru ve Allâh’ı görüyormuşçasına bir îtinâ ve güzellik içinde yapmak, hayatın esası oldu. Az sonra kapatılacak bir kabir dahî güzelce kazıldı. Akıp giden nehirde bile israf edilmedi. Hayvanların memelerinin incitilmemesi için tırnaklar kesilmeden süt sağılmadı. Yaprak dökmek için ağaç silkelerken dahî, dalları ve köklerini incitmemeye, hırpalamamaya dikkat edildi.

Onlar kalplerinden dünyevî menfaatleri, yani ilâhları atmaya muvaffak oldular. Mal ve can, vasıta hükmüne girdi. Îmânın lezzetine kavuşuldu. Merhamet enginleşti. Şümullü bir merhamet, toplumu ilmek ilmek dokudu. Hayvanlar dahî huzur buldu. Zâlimlerin şerrinden selâmet buldu… Değil fazla yük yüklemek, üzerinde oturarak konuşmak bile o bîçâre hayvanlara zulüm telâkki edildi. Yavrularını emziren bir kelb için koca bir ordunun güzergâhı değişti. Bütün mahlûkāta bir nezâket tevzî edildi. Canlı ve cansız her şey Allâh’ın emâneti olarak telâkkî edildi.

Hizmet, hayat tarzı oldu. Fedâkârlık ve İslâm şahsiyeti sergilendi. Merhametin muktezâsı olarak gördükleri emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münker, ömürlerinin gayesi oldu. Bu gayede hiç yorulmadılar, bezginlik de göstermediler.

Emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münker vazifesini icrâ edebilmek, kişide üç husûsiyet gerektirir:

1. Bilgi, faydalı ilim…

2. Fedâkârlık…

3. Şahsiyet…

Sahâbe bu üç sıfatı birlikte sergiledi.

FAYDALI İLMİ TAHSİL ETTİLER

Onlar için ilim; dünyada tefekkür, amel-i sâlih ve hizmete, âhirette de cennete vesile olan bilgiydi. Onlar İlim Beldesi olan Fahr-i Kâinât Efendimiz’in dizinin dibinde, ilâhî vahiy pınarının başında, hiçbir bilgiyi, sadece zihne depolamak için tahsil etmediler. Onlar Kur’ân’ı âyet âyet hayata tatbik için öğrendiler. Efendimiz’in her sözünü, her fiilini -ancak muhabbet ve teslîmiyetle tâbî olmak için- adım adım takip ettiler.

Böylece «gerçek bilenler»den oldular.

Büyük şair ve mütefekkir Muhammed İkbâl, bir şiirinde, nefsi tezkiye edip de kalbi aşkla doldurarak gerçek bilenlerden olmanın ehemmiyetini ne güzel anlatır:

Bir gece, kütüphanemde bir güvenin, pervâneye şöyle dediğini duydum:

“–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve onları kemirdim. Bu meyanda Fârâbî’nin fazîletler şehri mânâsına gelen el-Medînetü’l-Fâzıla’sını sokak sokak, cadde cadde dolaştım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Kâbuslu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın…”

Güvenin bu feryâdına mukābil, pervâne, güveye yanık kanatlarını gösterdi:

“–Bak!” dedi. “Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım.” Sonra da şöyle devam etti:

“–Hayatı daha canlı kılan, çırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..”

Yani pervâne, güveye yanık kanatlarını göstererek hâl lisânı ile:

“–Sen bu felsefenin çıkmaz sokaklarında helâk olmaktan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mânâ deryasından nasiplenerek vuslata kanatlan!..” demekteydi.

İşte ashâbın hayat ve ilimdeki hâli de aynı böyleydi. Onlar Hazret-i Peygamber’in ilim nûru etrafında sadece kanatlarını değil gönüllerini de yakmış pervâneler gibiydi.

Onun içindir ki;

Bilgileri, îmanlarına yakîn kattı, sâlih amellerine teşvik oldu, geceleri secde ve kıyam içinde, âhiret korkusunu her an kalbinde hisseden, Rabbinin rızâsına talip gözü yaşlı birer ârif gönül oldular. Yani ilmin gayesi olan «mârifetullah»tan, Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanımaktan nasîb aldılar.

Geceleri gündüze döndü. Kışları bahar oldu. Tefekkürleri gelişti, insan vücûdunun bir damla sudan, kuşun basit bir yumurtadan, ağacın ve meyvelerin yok kadar bir çekirdekten meydana gelişleri ve emsalleri üzerinde derin tefekkürler başladı… Hayat, Allah rızâsına endekslendi. Merhamet, şefkat, hakkı tevzîdeki derinlik zirveleşti.

Böylece;

FEDÂKÂRLIK KAHRAMANLARI OLDULAR

Emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münker için, kendilerini aydınlatan nûru bütün insanlıkla paylaşmak için Çin’e, Semerkant’a, Dağıstan’a, Kazan’a ve arkadan gelenler de Endülüs’e kadar yolculuk etti.

Emr bi’l-mârûftan uzak kalmamak; «Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.» (el-Bakara, 195) âyet-i kerîmesindeki îkāzın şümûlüne girmemek için Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh- seksen küsur yaşında iken İstanbul’un fethi için düzenlenen sefere iştirâk etti. Fânî bedeni, İstanbul’a ulvî bir hâtıra ve bereket oldu.

Onun, ihtiyarlığını mâzeret görmemesi gibi; Abdullah İbn-i Ümm-i Mektum -radıyallâhu anh- da gözlerinin görmeyişini bir özür saymadı, İslâm sancağını diyar diyar dalgalandıran, insanları iki cihan saâdetiyle tanıştıran Kadîsiye seferinde sancaktar oldu.

Sahâbîler için hayatın en zevkli ve mânâlı anları, insanlığa tevhid mesajını iletmek oldu. İdam edilmek üzere iken kendisine üç dakika zaman tanıyan müşrike sahâbî teşekkür etti ve;

“Demek ki tebliğ için üç dakikalık vaktim var.” dedi.

Sahâbî, tebliğin büyük bir âhiret mes’ûliyeti ve ebedî saâdet sermâyesi olduğunu bizzat Allah Rasûlü’nden idrâk etti. Onlar, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in bilhassa Mekke devrinde, ümmetinin hidâyeti için nasıl çırpındığını; öz amcası Ebû Leheb’in hakaretleri, hemşehrilerinin saldırıları, Tâiflilerin taşlamaları karşısında yeis nedir bilmeksizin bütün imkânlarıyla nasıl dâvâsını tebliğe gayret ettiğini bizzat görmüşlerdi.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu gibi onlar kendi aralarında hep şu hakikati konuşurlardı:

“Kıyâmet gününde bir kişinin yakasına, hiç tanımadığı biri gelip yapışır. Adam şaşırarak;

«–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki!» der.

Yakasına yapışan kişi ise;

«–Dünyada iken beni hata ve çirkin işler üzerinde görürdün de, îkāz etmez, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.» diyerek ondan dâvâcı olur.” (Münzirî, et-Terğîb ve’t-terhîb, Beyrut 1417, III, 164/3506)

Sahâbe-i kiram; tebliğin bu ağır mes’ûliyetini omuzlarında hissederek, bütün imkânlarını hizmet ve tebliğ için seferber etti. Yine bu ulvî hizmete vesile olan muhataplarını da bu sebeple büyük bir ganimet bildi. Onlara dâimâ şefkat ve îtinâ ile yaklaşma firâsetini sergiledi. Bir başka ifade ile; onlar dâimâ;

ŞAHSİYET TEVZÎ ETTİLER

Muhatapları; onların sözlerini, davetlerini daha dinlemeden, sîmâlarında, hâllerinde, davranışlarında İslâm’ın güler yüzünü temâşâ ettiler. Ebû Hârun el-Abdî -radıyallâhu anh-’ın anlattığı şu kıssa buna ne güzel bir şahittir:

Biz gençler Ebû Saîd -radıyallâhu anh-’den bazı şeyler öğrenebilmek için onun yanına giderdik. O bizi görünce şöyle derdi:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bize vasiyet ve emânet ettiği kişiler, merhaba, hoş geldiniz! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize şöyle buyurdu:

«İnsanlar size tâbî olacaklar. İnsanlar dünyanın dört bir yanından size gelip dîni iyice öğrenmek ve onda derinleşmek isteyecekler. Onlar size geldiğinde kendilerine îtinâ gösterin ve hayırla muâmele edin!»” (Tirmizî, İlim, 4/2650; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17, 22; Dârimî, Mukaddime, 26; Hâkim, I, 164/298)

Onlar mümtaz şahsiyeti Allah Rasûlü’nden tahsil ettiler.

Sahâbî Allah Rasûlü’nden ne aldı?

1. İn’ikâs, yoğun rûhânî tesir…

2. Akrabiyyet / En yakın olmak…

Böylece ashâbın gözünde ve gönlünde; hayır ve hak, bütün güzelliği ile, şer ve bâtıl da bütün çirkinliği ile netleşti. Her davranış ve her nefeste Allah rızâsı arandı…

Sahâbîde Allah, kâinat ve nefs üzerinde yeni bir anlayış meydana geldi. Güneşi, küçük bir aynada seyreder gibi, Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenmek yegâne gayeleri oldu.

Riyâzat hâli yaşandı. Aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş sahâbî çevresinin ve toplumunun tanımadığı bir hayat tarzı oldu.

“Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı” telâkkîsi gelişti. Bin beş yüz kişi ile kurulan Medine site devleti, on sene sonra yüz elli bin kişiye ulaştı. Bir kilometrelik Medine site devletinin sınırları Filistin ve Irak’a vardı.

Bir toplum ve ülke olarak kazanılan zaferlerin ve muvaffakiyetlerin ardında, bu cemiyetin her bir ferdinin ulaştığı şahsî inkişaf vardı. Çünkü onlar, aklın, rûhun ve nefsin ulaşabileceği son noktaya ulaştılar. Nefs-i emmârenin şerrinden kurtulup nefs-i kâmileye nâil oldular. Nefislerini sorgulayan insanlar hâline geldiler. Nefsânî arzularını körelttiler, fıtrattan gelen ulvî istîdâtlarını tekâmül ettirerek «vuslat» yolunda mesafe aldılar.

Netice olarak bir zamanın vahşî, bedevî insanları, melek misâli latif bir hâle büründü. Öyle bir inkişaf ki, âdetâ;

ÇUKURDAN ZİRVEYE

Cehâlet ve zulüm bakımından -tâbir câiz ise- Hint Okyanusu’nun dibindeki insanlar Allah Rasûlü’nün kalbî dokusundan hisse alarak merhamette, şefkatte, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkāta bakışta zirveleşti…

Dostluğun merkezine Allah ve Rasûlü yerleştirildi. Sahâbe nesli dâimâ;

“Allah bizden ne ister, Rasûlullah bizi nasıl görmek ister?” düşüncesi ve heyecanı içindeydi. Değişen ağır şartlar karşısında da; «Allah bize kâfîdir!» idrâki içindeydi.

Annesinin yüreğinden kopararak kızını diri diri gömmeye götüren vahşî insanlar İslâm’dan sonra gözyaşı ile iki büklüm olan; değil karıncayı, yılanı incitmeyen birer şefkat meleği hâline geldiler.

Gönüller, yorgun sînelerin huzur ve teselli bulduğu bir dergâh oldu. Kalpler; dul, yetim ve kimsesizler için sığınak ve barınak oldu.

İslâm kardeşliği ile, Mekkeli muhâcirler ile Medineli ensar, eşi benzeri olmayan bir şekilde birbirine kenetlendi. Fedâkârlığın emsalsiz sahneleri yaşandı. Vasıta «muhabbet», neticesi «âdâb» oldu. Yani Allâh Rasûlü’nün edebiyle edeplenme oldu.

“–Seç al, malımın yarısı senin olsun!” cömertliğine;

“–Allah malına bereket versin, sen bana çarşının yolunu göster.” kanaat ve istiğnâsı ile mukabele edildi. Ensar ve muhâcirler öyle kaynaştılar ki, muhâcirlerin imkânları gelişip kendi evlerine taşındıklarında, ensar hasretle gözyaşı döktü.

Sahâbe; kölelere ve esirlere de kendi evlâdı gibi, hattâ daha ileri bir merhametle baktı. Böylece, kavimler fevc fevc İslâm’ın şefkatli kanatları altına koştu. Köleler ilim, irfan ve sehâvetle önce maddî ve mânevî olarak âbâd edildi, sonra da âzad edildi.

Halîfe olduktan sonra bile Hazret-i Ebûbekir, fukarâya fiilen yaptığı hizmeti bırakmadı, kimseye devretmedi. Yetim kızların hayvanlarının sütünü sağmaya devam etti.

Ashâb-ı kiram içinde, bir malı olup da vakfetmeyen bir tek fert yoktu! Koca koca kervanları, hazine değerindeki su kuyularını vakıf ve infak eden, şükür ehli zenginler yanında; iftar edeceği lokmasını, kapısına gelip,للّٰه  «Allah için ver!» diyen yetime vererek suyla iftarla yetinen sabır ehli fakirleri ile o toplum tam bir îsâr / diğergâmlık meşheriydi.

ÎSÂR/DİĞERGÂMLIK ŞÂHİKASI

Gece yarılarında sırtlarında taşıyarak fakir evlerin kapılarına erzak bırakan gizli infak kahramanlarının sırrı, ancak mübârek na‘şları yıkanırken çözülürdü.

Yermük Harbi’nde şehâdeti yudumlamak üzere olan, yaralı, bağrı yanık, susuz üç sahâbî, kardeşlerini, kendi nefislerine tercih ettiler, o hâllerinde bile kardeşlerini düşündüler. O bir bardak su, kardeşliğin eşsiz bir sembolü olarak, Rablerinin katındaki ikrama nâil olan üç şehîdin arasında kaldı.

İslâm’dan önceki katı yürekli Ömer, İslâm’dan sonra rakik kalpli Hazret-i Ömer oldu:

“Fırat’ın kenarında bir kuzu zâyî olsa, bu sebeple Allâh’ın beni hesaba çekmesinden korkarım.” diyen ulvî bir tefekkür hâli meydana geldi. Sergilenen hakkāniyet ve adâlet, düşmanın dahî takdirini kazandı. Hayber vergilerinin tahsilinde gösterilen adâlet ve helâliyet titizliği, yahudiye bile;

“Yer ve gökler işte bu adâlet ve doğrulukla, nizâm içinde ayakta durur.” dedirtti.

Sahâbe-i kiram; sayısız misaller içinde, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in rehberliğinde bize ideal bir cemiyetin yıldızlar mesâbesinde ölçülerini verdi. Onları da ihsan üzere takip edenler, Allah Rasûlü’nün muhabbetinden aldıkları nasip ölçüsünde, O’nunla aynîleşmeleri nisbetinde, ideal toplumlar, hayran bırakan nesiller, gıpta edilen şehirler, devletler meydana getirdiler.

Bizim fert ve cemiyet hayatımızın da, birlik ve beraberlik, adâlet ve merhamet, ilim ve irfan, güzellik ve zarâfet gibi ölçülerle ideal bir kıvâma ulaşması için, yegâne yol, Allah Rasûlü’ne muhabbetle ittibâ; O’nun bize getirdiği Kur’ân-ı Âzîmüşşân’a sarılmak ve O’nun yetiştirdiği sahâbe nesli gibi fedâkârâne bir cehd ü gayret içinde olmaktır.

İki cihanda bir bayram sevincine ancak bu yolla kavuşabiliriz.

Yâ Rabbî, bizlere Habîb-i Edîbi’nin yolunda en güzel şekilde yürüyen, O’nunla aynîleşip, her hâllerinde O’ndan tahsil ettikleri ahlâkî kemâli yaşama gayretinde olan sahâbe-i kirâmın yolundan gitmeyi nasîb eyle!..

Yâ Rabbî! Cemiyetimizi, nesillerimizi de Sen’in rızânı arayan, tek gayesi Sen’in ismini yüceltmek olan, ideal bir takvâ toplumu eyle!.. Bizleri nimet verdiklerinin yoluna ilet… Gazaba ve dalâlete dûçâr olanlardan muhâfaza eyle!..

Âmîn!..