Tarih Şuurunun İnsana Kazandırdıkları

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2013 Ay: Eylül Sayı: 84

Efendim, tarih şuuru insana ne kazandırır? Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Öncelikle tarih;

– Bir milletin hâfızası ve millî tecrübeler mecmûasıdır.

– İnsanlığın, yaşadığı hâdiselerin sebep ve neticelerini tahlil ederek ders ve ibret almasına imkân sağlayan, böylece milletlerin istikbal yollarını aydınlatan eşsiz bir meş’aledir.

Zira meşhur tarihçi, sosyolog ve devlet adamı İbn-i Haldun’un da ifâde ettiği gibi:

“Geçmiş hâdiseler, gelecek olanlara, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”

Bu sebeple tarih ilmini sadece kuru bir hâdiseler yığını olarak telâkkî etmek, büyük bir hatadır. Zira tarih, yalnızca bir kronoloji bilgisi değildir. Kronoloji, tarih ilminin ancak bir aksesuarıdır. Gerçek tarih ilmi, çeşitli vakʼalar, sürprizler ve maceralarla dolu toplumların hayatlarında hak veya bâtılın, doğru veya yanlışın asıl zeminini gösteren pek kıymetli bir ilimdir.

Velhâsıl tarih bilgisi, insana sebep ve neticeleri iyi tahlil ederek geleceğe emin adımlarla ilerleme basîreti kazandırır.

Nitekim cihâna hak-hukuk, adâlet, insanlık ve medeniyet tevzî eden ihtişamlı mâzimizden gelen hissiyâtımızın lisânıyla, Şeyh Edebali Hazretleri’nin, Osman Gâzi’ye ve onun şahsında da istikbaldeki devlet adamlarına yaptığı şu nasihat de bu hakikatin bir ifâdesi mâhiyetindedir:

“Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın!..”

Milletler, belli bir coğrafyada ömürlerini sürdürürken, asıl hayâtiyetlerini, tarihî köklerinden gelen mânevî değerleriyle devam ettirirler. Bunlar, geçmişte ortaya koydukları maddî ve mânevî eserler manzûmesi, zaferler mecmûası, âbide şahsiyetler silsilesi gibi temel değerlerdir. Öyle ki toplumun bütün hücreleri, ancak bu köklerden beslendikçe yaşar, gelişir ve meyve verir. Bir milletin istikbâlini müsbet veya menfî yönde şekillendirecek olansa bugünkü genç neslidir. Dolayısıyla genç nesillerin tarihî köklerinden gereken ibret derslerini alarak istikbâle yürümesi hayatî bir ihtiyaçtır.

Ayrıca unutulmamalıdır ki, bir millet, gerçek tarihini ve maddî-mânevî rehberlerini tanıyıp bunları lâyıkıyla takdîr edebildiği müddetçe “büyük millet” demektir. Bu sebeple yetişen genç nesiller, kendi tarihlerini, başkalarının tarihlerinden daha iyi bilir ve geçmişten de gerekli dersleri alırlarsa, gelecekten endişe edilmez. Lâkin tarihini kötüleyen, öz değerlerine yabancılaşan, geçmişteki büyük kahramanlarını hâin, hâinleri de kahraman ilân eden bir nesil yetişirse, -Allah korusun- istikbâl karanlık ve endişe verici olur. Çünkü mâzîye istinâd etmeyenlerin geleceği, hiçbir zaman emniyet altında olmamıştır. Dolayısıyla köklerimiz mâzîye, dallarımız istikbâle uzanmalıdır. Hiçbir zaman unutmamalıyız ki:

“Üç bin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan bir insan, günübirlik yaşamaya mahkûmdur.”

93 Harbi diye meşhur olan 1877-78 Osmanlı Rus Harbiʼnin Anadolu cephesinde Gâzi Ahmed Muhtar Paşa’nın yanında kâtip olarak vazife yapan Mehmet Arif Bey, tarih bilgisi ve şuuruna sahip olmanın ehemmiyetini bir hatırasında şöyle nakleder:

“Akıl bu ya, fakir, önceleri tarih ilmine hiç ehemmiyet vermezdim. «Bilinmezse ne olur, lüzumsuz ve faydasız, yalnız bir bilgiçlikten ibârettir.» der de, âdeta bilinmesiyle bilinmemesini denk tutardım…

Lâkin son olarak geçirdiğim tecrübelerin yardımıyla aklım başıma geldi de, anladım ki, meğer iş öyle değilmiş…

Tarih o kadar mühim, o kadar dikkate değer bir ilimmiş ki, tarih bilinmezse devlet gemisinin dümeni, istenilen istikâmete doğru çevrilemezmiş. Tarih bilmezlik, siyâsî olarak, devletçe çok büyük noksan ve hatalar meydana gelmesine sebep olurmuş.

Tarih, bir milletin ayıp ve noksanlarını görüp düzeltmesi için, önüne konulmuş bir ayna imiş. Hakikati gösteren ve sonraki nesillerin gözleri önüne konan bu ayna, ayıp ve kusurları olmayan milletlerin ise şu dünya pazarına, cemâl ve kemâllerine şükrederek, güzel bir kıyafet ile çıkmalarına yararmış…

Hemen iddia edebilirim ki, tarih, yalnız başına insanı canlandıracak, harika bir ilimdir. Lâkin tarihteki yüce hisler ve rûh, aydınlık bir fikirle beraber olarak, akıllı bir terbiyeci eliyle, gençlerin zihinlerine taşa nakşolunur gibi yazılmalıdır.”

Şu bir hakîkattir ki, tarihten beri ayakta kalabilmiş bütün milletler, yetiştirdikleri gençleri tarih şuuruyla donatabilme husûsunda tecrübeli davranan milletlerdir. Zira onlar çok iyi bilirler ki, geçmişin köklerinden beslenmeyen dalların geleceği, ancak kurumak ve kaybolmaktır. Onun için Almanlar, daha eğitimin başlangıcında iken gençlerine, kurşunlanan şehirlerini ve yanan ormanlarını; Japonlar ise, atom bombalarının buharlaştırdığı şehirlerini gösterip mâzîde yaşadıkları acı felâketleri hatırlatırlar. Veya bunun aksine millî birlik ve beraberlikleri sâyesinde kazandıkları zaferleri sermâye edinerek genç nesillerinin heyecanlarını zinde tutmaya çalışırlar.

Dünya milletlerinden pek azı, büyük hedefler ve yüksek idealler için ümit ve gayretlerini besleyecek çapta millî iftihar ve ibret tablolarına sahiptir. Onlar da sadece birkaç hâdisedir. Milletimiz ise, rûhundan rahmet taşıran Alparslan’dan başlayarak kurdukları fazîlet dolu medeniyetlerle tarihin altın sayfalarını süslemişlerdir. Yani bizler, diğer milletlere hiç nasîb olmadığı kadar parlak destanlarla dolu bir mâzîye sahibiz. Bir yanda İstanbul Fethi, bir yanda haçlılar karşısında kazandığımız büyük zaferler, bir yanda yirmi dört milyon kilometrekareye taşan fetih sancaklarımız, bir yanda maddî gücümüzün olmadığı bir dönemde dünya devlerini devirdiğimiz Çanakkale Muhârebeleri ve İstiklâl Harbi… Sadece bunları bile lâyıkıyla ve doğru bir şekilde okuyup anlamak, bu hususta kâfî bir misâl teşkil eder.

Diğer taraftan medeniyetlerin seviyesi, insana verdiği kıymetle ölçülür. İşte mübârek ecdâdımız, toplumdaki himâyeye muhtaç gariplerin, kimsesizlerin, yoksulların ihtiyaçlarını, kurmuş oldukları sayısız vakıflar sâyesinde, insan şeref ve haysiyetine yakışan en zarif bir üslupla gidermişlerdir.

Onlar büyük bir edeple; “muhterem âcizler” diye tâbir ettikleri akıl hastalarını, av etiyle beslemek ve ilâhilerle tedâvî etmek gibi, hâlâ kâbına varılamamış bir merhamet, muhabbet ve medeniyet seviyesine ulaşmışlardır.

Bulaşıcı ve tehlikeli bir hastalık oluşundan dolayı, toplum tarafından tecrid edilen cüzzamlılara da, Osmanlı vakıf medeniyetinde şefkat eli uzatılmış, onlar için her türlü bakımın yapıldığı “Miskinler Tekkesi” adı verilen şefkat müesseseleri kurulmuştur.

Hattâ hayvânât ve nebâtât bile, onların gönüllerindeki Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet ve hizmet aşkından nasipdâr olmuştur.

Nitekim ecdâdımız, binâların saçak altlarına kuşların barınmaları için zarif “kuş evleri” yapmış ve vakti gelip de göç edemeyen yaralı leylekler için vakıflar tesis etmişlerdir. Ecdâdımızın bu icraat ve tatbikatlarını lâyıkıyla öğrenmek, kendimizi onların ölçüleriyle değerlendirmek için son derece ehemmiyetlidir. Zira bu insanlık ve medeniyet seviyesine bugün bile dünyanın hiçbir yerinde ulaşılamamıştır. Bu itibarla da şanlı tarihimizden alacağımız pek çok ders bulunmaktadır.

Mesela günümüzde, sadece kendi menfaatini düşünen kapitalist ve materyalist dünya, gönüllerdeki merhamet ve şefkati yok ederek insaf ve vicdâna vedâ etmektedir. Nitekim bugün Suriye ve Mısır’da yaşananlar, insanlığın yüzkarası bir vahşet manzarasıdır. Dünyanın gözü önünde, en vahşî bir hayvanın dahî yapamayacağı zulümler, hunharca işlenmektedir. Sadece bu manzara bile, o coğrafyaları asırlarca hak, adâlet, sulh ve sükûn içinde yönetmiş olan ecdâdımızın, insanlık adına ne büyük bir hizmet icrâ etmiş olduğunun da bâriz bir misâlini teşkil etmektedir.

Lâkin bu kadar müstesnâ bir tarih ve kültür hazinemiz bulunmasına rağmen, hayırsız bir mîrasyedi edâsıyla geçmişimize sırt dönme gaflet ve umursamazlığına düşersek, hazin neticelere dûçâr oluruz. Günümüzde dehşetli bir hızla yayılan kültür ve medeniyet istîlâsına karşı ne direnecek ne de bir varlık gösterebilecek tâkatimiz kalır. Hele millî ve mânevî değerlerimiz talan edilirken sessizce ve kayıtsızca seyretmek, emânetin elden çıkmasıyla neticelenebilecek dehşet verici bir gaflettir.

Velhâsıl tarih, milletlerin hâfızasıdır. Fert ve toplumlar, hayatiyetlerini ancak din, dil ve tarih kültürüyle devam ettirebilirler. Bu yüzden mâzînin bittiği yerde, millet biter, insan biter, iz’an biter. Çünkü millet, bir bakıma tarihinden ibârettir. Onu mânevî değerlerinden ve tarih şuurundan uzaklaştırırsanız, geriye sadece insan sürüsü kalır.

Bu gerçeklerden hareketle yeni nesle tarih şuurunu doğru ve tam olarak verebilmek, hayatî derecede mühim vazifelerimizdendir. Aksi hâlde gençlik, muazzam bir hazinenin üzerinde zavallı bir dilenci gibi yaşamaya mahkûm olur. Nitekim yabancı kültür, var kuvvetiyle böyle bir hissiyâtı gençlerimize aşılamaktadır. Üstelik yeni neslimizin taptaze dimağlarını kabul edilemez bir aşağılık kompleksiyle kasıtlı emellerine karşı hayran bir ruh esiri gibi yetiştirmeye gayret göstermektedir.

Cenâb-ı Hak, genç neslimize, şan ve şeref dolu tarihî köklerimizden lâyıkıyla istifâde edebilmeyi ve ecdâdına hayırlı bir halef olabilmeyi nasîb eylesin! İslâmʼın istikbâlinde kıymetli hizmetlere imza atabilecek derecede ulvî bir îman heyecanını ve ruh asâletini genç kardeşlerimize lûtf u keremiyle ihsan buyursun.

Âmîn!..