Sonsuz Mârifet Ummanları

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2015 Ay: Mayıs Sayı: 123

ARTI ve EKSİ SONSUZ

İnsan, bir muammâ.

O; artı ve eksiye, hayra ve şerre, yani müsbet ve menfîye doğru sonsuz bir istîdat ile yaratıldı.

Özde ahsen-i takvîm üzere yaratılmış olduğundan; rûhundaki istîdatları inkişâf ettirdiğinde, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle, âlâ-yı illiyyîne doğru sonsuz terakkî etme imkânına sahip.

Buna mukabil; nefsine imtihan maksadıyla konmuş fücûra kapılır, dünyanın câzibelerine aldanır ve nefsâniyetin hoyratlıklarına dûçâr olursa, esfel-i sâfilînin enkazına yuvarlanması tabiîdir.

Bir yanda Allah Teâlâ’nın;

“Mükerrem kıldık!” (el-İsrâ, 70) buyurduğu Âdemoğlu, masum melekleri dahî geçen keremli insan…

Bir yanda Hakk’ın;

“Onlar davarlar gibidir, hattâ daha şaşkın!” (el-A‘râf, 179) diye kovduğu, şeytanı da şeytanlıkta geride bırakan sefil insan…

Her insan; nefsâniyet ve rûhâniyet, dünya ve âhiret, helâl ve haram arasında yaptığı tercihlerle bu iki yoldan biriyle istikametlenmekte…

Bir yolun sonu cennet, rıdvan, Cemâlullah…

Diğer yolun sonu cehennem, kahr-ı ilâhî…

Mâneviyat, takvâ ve ilâhî fazîletler yolunu tutanlar, ilâhî vuslata doğru terakkî ederler. Kâinâta bakışları değişir. Allâh’a kalben yaklaşırlar, O’na dostlukta mesafe kat ederler. Îmânın halâvetini tatmış bu bahtiyarlardan Hârise  -radıyallâhu anh-’a; Fahr-i Kâinatsallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz, bir gün;

“–Ey Hârise, nasıl sabahladın?” diye sordu.

Hârise  -radıyallâhu anh-;

“–Hakikî bir mü’min olarak!” cevabını verdi.

Bu defa Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Ey Hârise! Her hâl ve hakikatin bir delili vardır. Senin îmânının hakikatinin delili nedir?” buyurdu.

Hârise  -radıyallâhu anh-;

“–Yâ Rasûlâllah! Dünyadan el-etek çekince, gündüzlerim susuz, gecelerim uykusuz hâle geldi. Rabbimin Arş’ını açıkça görür gibi oldum. Birbirlerini ziyaret eden cennet ehli ile yekdiğerine düşman kesilen cehennem ehlini görür gibiyim.” dedi.

Bunun üzerine Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Tamam yâ Hârise! Bu hâlini muhafaza et! Sen Allâh’ın, kalbini nurlandırdığı bir kimsesin.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 57) buyurdular.

Hazret-i Mevlânâ, bu hâdiseyi gönül lisânıyla temsilî olarak şerh ederek şöyle anlatır:

PERDELERİN ARDI

Hârise  -radıyallâhu anh, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’den;

«–Gördüklerimi anlatayım mı?» diyerek izin ister ve anlatmaya başlar:

«–Yâ Rasûlâllah! İnsanların yarın olacak diye inandıkları mahşer gününü bugün ortaya koyayım. Haşr ve neşrin bütün sırlarını açığa vurayım. Emret, bu sırların perdelerini yırtayım. İçimdeki ilâhî hikmetler cevheri, göklerin güneşi gibi parlasın!»

«Yâ Rasûlâllah! Emret, kimler dünyanın kir ve çirkinlikleri arasında hâlis altın ve pırlantalar gibi kalmayı bildi; kimler küfrün kızıl ve kara rengiyle paslandı, anlatayım.»

«Nübüvvetinin zâil olmaz ışığında nifâkın yedi uçurumunu ayân edeyim.»

«Âhirette şakîlerin giyeceği elbiseyi halka göstereyim. Orada peygamberler için çalınacak davul ve kösün sesini de duyurayım.»

«Coşkun ve taşkın bir hâlde bulunan Kevser havzını göstereyim de, suyu halkın yüzüne serpilsin, sesi de kulaklarına değsin!»

«Susamış kimselerin o havuz etrafında koştuklarını açıkça göstereyim! Onların omuzları omuzlarıma dokunuyor. Bağrışmaları kulağıma geliyor!»

«Cennetlikler sevinçlerinden gözümün önünde kucaklaşarak birbirleri ile musâfaha ediyorlar.»

«Cehennemliklerin de âh-vâh âvâzeleri ile inleyip feryâd ü figan etmeleri âdetâ kulağımı sağır edecek!»

«Bunlar derinden söylediğim birtakım işaretlerdir. Daha da söyleyeceğim, ama Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem’in azarlamasından korkuyorum!..»

O, sekr-i mânevîye müstağrak olarak böyle söylüyordu. Görülmemiş bir vecd ile kendinden geçmiş, (âdetâ) şuûrunu kaybetmiş, bütün sırları açığa vuracak hâle gelmişti. Hazret- i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem, onu bu hâlden uyandırmak için;

«–Kendini topla! Sus!» diyerek Hazret- i Hârise’nin yakasını çekti ve şöyle buyurdu:

«–Kendine gel! Dilinin dizginini tut ki, söylenmeyecek sözleri söyleyecek hâle geldin. Rûhunun aynası ten kılıfından dışarı fırladı. Ancak unutma ki, nâil olunan sırları açığa vurmak, onları hazmedemeyiştendir. Allâh’ın isimlerinden biri de Settâr’dır. Bunu bil ve bu sıfatla vasıflanmanın saâdetini kuru bir hazımsızlığa kurban etme!»”

Bu sahâbî hakkında Rasûlullahsallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Bir kimse; kalbini Allâh’ın nurlandırdığı bir şahsı görmek isterse Hârise’ye baksın.” (İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 289) buyurmuşlardır.

KALBİN NURLANMASI

Bu sahâbî, bu dereceyi nasıl kazandı?

Rasûlullah Efendimiz’in sohbetinden kâmil mânâda istifâde ederek sâfiyet kesbetti. Faydalı ilim ve «mârifetullah»ta mesafe kat ederek bu kıvâma erdi.

Ancak bu ilim ve mârifet, havâssa ait, hattâ havâssü’l-havâssa ait bir ilim ve mârifet idi.

Zira insanlar üç kategori teşkil ederler:

◆ Avâm: Halk. Mânevî âlemlerden habersiz çoğunluk.

◆ Havâs: Seçkin ve istîdatlı olanlar.

◆ Havâssü’l-havâs: Seçkinlerin en seçkinleri olan küçük bir azınlık.

İlim de insanların bu kalbî mertebelerine göre derecelenir.

◆ Havâssü’l-havâssa ait olan ilim; peygamberlere mahsus, Cenâb-ı Hak ile peygamberân-ı izâm hazerâtı arasında sırdır. Nitekim Rasûl-i Ekremsallâllâhu aleyhi ve sellem– ashâbına;

“Benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız… Sahrâlara dökülüp Allâh’a yüksek sesle (heyecan ve duygu derinliği içinde) yakarışta bulunurdunuz.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19) buyurmuştur.

Diğer bir hadîs-i şerifte de;

“Benim Cenâb-ı Hak ile öyle anlarım olur ki, onlara ne bir mukarreb melek ne de herhangi bir peygamber vâkıf olamaz.” buyurmuştur. (Münâvî, Feyzü’l- Kadîr, IV, 8)

◆ Havâssa tâlim edilen ilim. Satırlara dökülmeyen, sadırdan sadıra nakledilen ledün ilmi. Ancak aklen ve rûhen yükselmiş, ehil ve istîdatlı zevât tarafından doğru kavranabilen hakikatler.

Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Ali, Hazret-i Selmân ve Hazret-i Hârise gibi sahâbîlerin nâil oldukları ilim… Mârifetullah…

◆ Avâma ait ilim: İlmin halka ait kısmı ise, satırlarla, kitaplarla nakledilen ilimdir. Bu ilimde kişi en yüksek seviyeye de gelse, zâhirin kabuğunu aşamadıkça avâmî huduttan dışarı çıkamaz.

Bu ilim; ürettiği insan tipi ha yüksek derecelerine bir merhale olduğu takdirde, kıymetlidir. Yani «mârifetullâh»a basamak olabildiği ölçüde değerlidir.

Satırlarda kalan, rûhu yüceltmeyen, davranışı inceltmeyen, şuuru derinleştirmeyen ilim; âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere merkebin sırtında yük olarak duran kitap gibidir. (el-Cum‘a, 5)

Beyne depolanan ilim, bilgisayara yüklenen dosyalar gibidir. İlim sadra inmedikçe; kalpte nurlanma meydana getirip, bütün âzâdan sâlih ameller olarak tezâhür etmedikçe; faydasız ilim olmaktan kurtulamaz. Fânî dünyada para kazandırabilir, makam-mevkî-apolet kazandırabilir, fakat -kuru bilgi olarak kaldıkça- kişinin âhiretine hiçbir fayda sağlamaz.

FAYDA YOK

Bugün, insanın bilgi sahibi olarak, câhillikten kurtulmasına «aydınlanma» diyorlar. Zâhirî ilmin inkişâf ettiği devirlere Aydınlanma Çağı diyorlar.

Ancak batı medeniyetinin ürettiği insan tipi, maddî ilimde ne kadar ilerlese de; kalbini nurlandıramadı, vicdanını ferahlatamadı, rûhunu nefsin cenderesinden kurtaramadı. İnsanlıkta, insânî duygularda mesafe alamadı.

Bu, zâhiriyle medenî, nefsânî yapısıyla vahşî insan; kazandığı maddî bilgisiyle, daha büyük cürümler işledi, daha hızlı cinayetlere imza attı.

Çünkü insanın mânevî ve rûhânî buudları ihmal edildiği müddetçe; maddî ve zâhirî ilim, sadece nefsâniyetin ve şeytâniyetin yolunu aydınlattı. Kalbe nur vermedi.

Makinenin esiri oldu ve bunu medeniyet zannetti.

Hâlbuki, İslâm medeniyeti; asr-ı saâdetten günümüze kalbini nurlandırmış, rûhunu yükseltmiş, vicdanı hür, alnı ak nice pâk nâsiyeler yetiştirmiştir.

Meselâ;

Mevlânâ Hazretleri, Selçuklu Üniversitesinde dersiâm iken, yani zâhirî ilimlerin zirvesinde iken, o hâlini; «Hamdım!» diyerek anlatıyor.

Mârifetullâh tecellîleriyle dolu kâinâtın önünde açılmış bir kitap hâline geldiği, onda meknuz sırların kendisine ayân olmaya başladığı hâlini de; «Piştim!» sözüyle ifade ediyor.

Zâtî muhabbette fânî oluş hâlini ise; «Yandım!» diyerek hulâsa ediyor.

Hazret-i Mevlânâ’nın bu yanışı, Hazret-i Peygamber’in nûrundan ve aşkından bir in‘ikastı. Dedi ki:

“Ben Muhammed –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım, tozuyum…”

Hazret-i Ali  -radıyallâhu anh-; «mârifetullah»ta zirveleştikçe ve o lezzeti tattıkça, daha çok mest olarak kendi aczini idrâk etti;

“Bana («mârifetullah»tan) bir harf daha (öteyi) öğretenin kölesiyim.” buyurdu.

MUHABBET YANGINI

Bu yanış, onun gönül kandilinde öyle bir nur meydana getirdi ki; asırlardır, nice insan o hidâyet kandilinden istifâde ile, küfrün ve gafletin karanlık çıkmazlarından, İslâm’ın huzur ve cennete çıkan caddelerine ulaştı.

Aynı yanışı Es‘ad Erbîlî Hazretleri;

Tecellâ-yı cemâlinden, habîbim, nevbahâr âteş…

Gül âteş, bülbül âteş, sünbül âteş, hâk ü hâr âteş!

“Habîbim; Sen’in güzelliğinin tecellî ederek ortaya çıkmasından dolayı, Sana âşık olan ilkbahar ateş, gül ateş, bülbül ateş, sümbül ateş, toprak ve diken ateş!..”

Mârifetullah yolcusunu; Allah ve Rasûlü’nün muhabbeti, öyle bir yangın, öyle bir ateş hâlinde sarar ki, kendi varlığı da o ateşin içinde erir gider, fânî olur. Sakarya Nehri’nin Karadeniz içinde kaybolması gibi. Bir Hak dostu bu hâli şöyle ifade eder:

Sen çıkınca aradan,

Kalır seni Yaradan!

İnsanın en büyük problemi, benliğidir. Benliği bertarâf etmek, onu yakıp kül etmek de ancak, böyle bir aşk ve muhabbet yangınına gönüllü olarak dalmak ile mümkün olur.

Varlık, dünya, ten kafesi… Hepsi vuslatın önündeki engellerdir ki; dünya zindanında mahpus vuslat yolcusu, hasret ateşiyle yana yana bu gurbetin bitmesi için yalvarır. Yaman Dede gönlündeki bu şiddetli hasreti dile getirerek, ferahlık için Fahr-i Kâinât’ın cemâline mazhar olmayı niyaz eder:

Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam,

Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlarda nem duymam,

Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem duymam,

Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!..

Onlar; Hazret-i Hârise gibi, zâhirin ötesinde hakikatlere ermişlerdir. Muhabbetullah ve muhabbet-i Rasûlullah’ta, sonsuz terakkî yoluna girmiş, sair insanların idrâk edemediği âlemlerin yolcusu olmuşlardır. Bize bıraktıkları, o muazzam ummandan birkaç incidir.

Bu medeniyetin içli şairi Fuzûlî ise; gözlerinden akan yaşlarda, nehirlerin çağıldayışında, gökte ve yerde, her şeyde Allah Rasûlü’ne muhabbetli bir akış görür. Kâinatta nereye baksa, neyi görse her şey ona Allah Rasûlü’nü hatırlatmakta ve şöyle dedirmektedir:

Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdir muttasıl,

Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su…

“O Rahmet Peygamberi’nin ayağının değdiği, gezip dolaştığı, mübârek toprağına ulaşayım diye; sular, hiç durmadan ömürler boyu başlarını taştan taşa vurarak âvâre ve meclûb bir şekilde akmaktadır.”

Gönüllerini muhabbet nurlarıyla cilâlayanlar, orada bambaşka tecellîlerin nakış nakış yansıdığını görürler. O müthiş ilhamlar, muhabbetin kuvvetinden neş’et etmiştir ve muazzam sanat eserlerine bu bereketle hayat vermiştir.

Süleyman Çelebi;

Bir aceb nur kim güneş pervânesi…

diyerek, güneşin dahî O’nun etrafında pervâne olduğunu ifade eder.

Kalpleri nurlandırmanın yegâne yolu da, O Hidâyet Güneşi’ne pervâne olmaktır. O mücellâ ve musaffâ kalpten, kalb-i selîm tahsil edebilmektir.

Birkaç misal verdiğimiz bu nurlu kalplerin ilmi; avam seviyesindeki, kitâbî ilim değildir, onun çok üstündedir.

Onların seviyesi, kitap okumakla elde edilemez. Fıkıh, tefsir, gibi kitâbî ilimler dahî ancak bir merhaledir. Kulu; eserden müessire ulaştıran, Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıran faydalı ilimdir.

İnsan; sonunda öyle bir hâle erişecek, öyle bir kıvâma nâil olacak ki gözünün gördüğü her şeyde gönlü Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. Şu âyet-i kerîmedeki vasfı kazanacak:

“Onlar; ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler...” (Âl-i İmrân, 191)

Cenâb-ı Hakk’ı zikrederek kalpler itmi’nâna erecek, huzura gark olacak;

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4) sırrına mazhar olacak.

İşte böyle bir kıvâma eren kulunu Cenâb-ı Hak kendisine dost olarak kabul ediyor. Âhiretin dehşetlerinden bu kullarını masûn eyliyor. Âyet-i kerîmede buyurulur:

اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62)

İşte artı ve eksi istikamette sonsuz istîdâda sahip insan için hakikî gaye:

HAKK’A HAKK’A DOSTLUK

İnsanoğlunun vazifesi kulluk olduğu gibi, kulluğunun nihâî gayesi de; Hakk’ı tanımak, O’na yaklaşmak, O’na dost olma yolunda mesafe kat edebilmektir.

İnsan; ilâhî vuslat için, mâsivâdan geçebilmeli, nefsâniyetin süflî tuzaklarından muhafaza olmalıdır.

Malûmdur ki; yüce bir gayeye, yüksek bir ideale inanmış insanlar, yollarına çıkan tuzakları görmezler bile… Bir ideale kendini vakfetmiş insanlar, nefsin sızlanmalarını da, şeytanın iğvâlarını da âdetâ duymaz hâle gelirler. Vecd ve istiğrak hâlinde, başta anlattığımız Hazret-i Hârise gibi, dünyada iken âhireti seyretmeye başlarlar. Her adımlarını, âhiret ölçüsüyle atarlar. Yûnus Emre Hazretleri gibi dile gelirler:

Canlar cânını buldum; bu cânım yağma olsun!

Assı ziyandan geçtim; dükkânım yağma olsun!

Varlık çün sefer kıldı, dost andan bize geldi

Vîran gönül nur doldu; cihânım yağma olsun!

Yûnus ne hoş demişsin, bâl u şeker yemişsin

Ballar balını buldum; kovanım yağma olsun!

Hazret-i Suheyb’in yaşadığı şu hâdise; «Yağma olsun!» sözünün hayata geçmiş şeklidir:

Suheyb er-Rûmî  -radıyallâhu anhHazret-i Peygambersallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hicret etmek üzere Mekke’den çıktığında Kureyş’ten bir grup onu yakalamak ve Mekke’ye geri götürmek üzere peşine düşmüştü.

Suheyb  -radıyallâhu anh– takip edildiğini fark edince devesinden inip mevzilendi, sadağından bir ok çıkarıp yayına yerleştirdi ve bekledi. Kureyşliler bir ok atımı mesafeye gelince onlara seslendi:

“–Ey Kureyş topluluğu! Biliyorsunuz ki sizin en iyi okçunuz benim. Siz bana ulaşmadan sadağımdaki bütün okları üzerinize yağdırırım, sonra kılıcımı alır ve elimde en küçük parçası kalıncaya kadar sizinle vuruşurum, ancak ondan sonra bana istediğinizi yapabilirsiniz. Ama bunun yerine isterseniz size Mekke’de bıraktığım malların yerlerini söyleyeyim, onları alın ve karşılığında yolumu açın, bırakın gideyim.” dedi.

Onlar da bu teklifi kabul ettiler. (İbn-i Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, I, 223; İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 260-261)

Daha sonra Suheyb  -radıyallâhu anh– vakit kaybetmeden Medine’ye doğru yola çıktı. Rasûlullahsallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz Suheyb’i görünce ona;

“–Alışverişin kazançlı oldu, ey Suheyb!” buyurdu. Suheyb  -radıyallâhu anh– ise;

“–Yâ Rasûlâllah! Yolda beni geçip Size haberimi ulaştıracak kimse olmadığına göre başıma gelenleri Size ancak Cebrâil bildirmiştir.” dedi. (Hâkim, Müstedrek, c. III, s. 450-452)

Zavallı müşrikler dünyalığa tamah ederken; Suheyb’in gözleri, kalbini ve iki cihanını nurlandıracak Allah Rasûlü’nü görüyor da başka bir şey görmüyordu. Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

وَمِنَ النَّاسِ مَن يَشْر۪ى نَفْسَهُ ابْتِغَاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِ وَاللّٰهُ رَؤُوفٌ بِالْعِبَادِ

“İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allâh’ın rızâsını kazanmak için kendini fedâ eder (Allâh’ın rızâsı uğruna gerektiğinde bütün şahsî menfaatlerini terk eder. Dünyayı verir, ukbâsını satın alır.) Allah, kullarına karşı Raûf’tur (çok şefkatlidir). (el-Bakara, 207)

Dünya o müşriklere kalmadı. Fânî günlerini tüketip, hesapları görülmek üzere toprağın bağrına gömüldüler.

Tamah ettikleri altınlar da; kıyâmete kadar nice muhterisin ellerinde dolaşacak, sonunda dünyanın infilâkıyla beraber yok olup gidecek.

Ya Hazret-i Suheyb? Efendimiz’in buyurduğu gibi onun alışverişi kârlı oldu.

Bizler de;

Dünyayı verip âhireti satın almalıyız.

Damla karşılığında deryâ veren Kerîm bir zât ile alışveriş yaptığımızı da unutmamalıyız.

İyi anlamalıyız ki;

İmtihan mekânı olan bu fânî cihan gaye olamaz!

DÜNYA GAYE OLAMAZ!

İnsanın rûhânî istîdatlarını köreltip de; kısacık dünya hayatındaki bodur bir hedefi, kendisine ideal edinmesi, gaye sayması ne kadar acınılacak bir durumdur.

Son nefesten sonra hükmü geçmeyen bir makam veya apolet, kefeni giyince sıfıra düşen bir servet, insan için nihâî gaye olmaya değer mi?

Cenâb-ı Hak; bizlere hakkı hak bilip ona ittibâ, bâtılı bâtıl bilip ondan ictinâb etmek şuur ve gayretini nasîb eylesin.

Bizleri faydasız ilimden muhafaza eyleyip, her gördüğü şeyde ilâhî hakikatleri temâşâ edebilen, kalpleri Nûr-i Muhammedî ile nurlanmış kullarına ilhâk eylesin.

Âmîn!..