Son Nefesle Herşey Bitecek Kabirde Kazanmak Yok

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

SON NEFESTE HER ŞEY BİTECEK

KABİRDE KAZANMAK YOK

Son nefeste her şey bitecek. Kabirde kazanmak yok, kıyamette yok. Dünyada ne kazanmışsa o. Dünya da mahdut.

“Yarın diyenler helâk oldu.” buyruluyor.

Bugün ne kadar güç sarf edersek, o kadar -inşâallah- onun bereketini görürüz. Bugün güç sarf ettik çok; yarın hasta olduk, felç olduk, kader bu, yahut bu gücümüzü kaybettik; Cenâb-ı Hak; غَيْرُ مَمْنُونٍ buyuruyor. “…Bitmeyen bir ecir vardır.” (Bkz. Fussilet, 8; el-İnşikāk, 25; el-Kalem, 3; et-Tîn, 6)

Zamanında o güç-kuvvet varken yaptığın o ecirler, yolculuk oldu, hastalık oldu, yapamadın; aynı ecri Cenâb-ı Hak veriyor. Bu da Rabbimiz, kullarını ne kadar çok seviyor? Biz de ne kadar şey hâlindeyiz?

Mevlânâʼda güzel bir şey var:

“Hacca gidenler (diyor), orada (diyor), evin (diyor), sahibini arasınlar (diyor), beytin sahibini arasınlar (diyor). Bunu (diyor), öğrendikten sonra Kâbeʼyi her yerde bulabilirler (diyor). Bir gönül al ki, öyle bir gönle gir ki o senin için hacc-ı ekber olsun.” diyor.

Daha konuşacağımız çok şey var ama, burada Mehmed Akifʼin bir mısrâı var, öğretmenler için bu da:

Muallimim diyen olmak gerektir îmanlı,

Edepli, sonra liyâkatli, sonra vicdanlı…

Demek ki bir muallimin, bu dört tane vasfı lâzım.

Îmanlı olacak: Kendisini toplumdan mesʼul görecek, talebesinden mesʼul görecek.

Edepli olacak: O edep talebesine inʼikâs edecek.

Liyâkatli olacak: Cenâb-ı Hak “…Emâneti ehline verin…” (en-Nisâ, 58) buyuruyor.

Vicdanlı olacak: Kendisini mesʼul addedecek.

Cenâb-ı Hak bize -hanımlar- Kurʼân-ı Kerîmʼde 90 yerde… Kurʼân-ı Kerîm ilâhî bir mektup, Hâlıkʼın mahlûkuna gönderdiği bir mektup. 90 yerde Kurʼân-ı Kerîm; “Ey îmân edenler!” (hitâbıyla) şeyler veriyor, mesajlar… En büyük mesaj da:

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

“Müslümanlar olarak can verirsiniz” Cenâb-ı Hak buyurmuyor. Bize bir tehlikeyi gösteriyor: O can vermek bir sefere mahsus.

Bu, 90 yerde “Ey îmân edenler!” olarak geliyor.

258 yerde “takvâ” geçiyor. Kendimizin ilâhî müşâhedenin altında olduğumuzu idrak hâlinde olabilmek. Kıyamet günü kaset açılacak. Kendi senaryomuzu seyredeceğiz.

“Allah kimleri sever, kimleri sevmez”, onlar bildiriliyor.

Bir de “اَفْلَحَ”lar geliyor. “اَفْلَحَ,مُفْلِحُون , تُفْلِحُون” geliyor. “Kurtuluşa erenler.”

Zor bir yerden geçersen “kurtuluşa erdin, hadi geçmiş olsun” denir. Ağır bir hastalıktan geçersen “hadi geçmiş olsun” denir. Uçurumun kenarında dolaştın, düşmedin; “hadi kurtuldun, felâha erdin” denir.

Cenâb-ı Hak da:

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

(“Mü’minler, gerçekten kurtuluşa ermişlerdir.” [el-Müʼminûn, 1]) buyuruyor.

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9]) buyuruyor.

تُفْلِحُون, مُفْلِحُون buyuruyor. Kırka yakın âyet, kırk civarında âyet var bu hususta. Bunlardan bir iki misal vereyim, sohbeti öyle ben bitireyim:

Câfer Tayyar Hazretleriʼni, Efendimiz, Habeşistanʼa gönderdi. 13 sene kaldı orada. Hasretle yandı Efendimizʼe. 13 sene sonra döndü, Medîneʼye geldi. Efendimiz Hayberʼdeydi. Hemen hiç dinlenmeden Hayberʼe gitti. Efendimiz görünce 13 sene sonra:

“‒Câfer (dedi) bugün seni görmemle mi sevineyim, yoksa (dedi) Hayberʼin fethiyle mi sevineyim?” (İbn-i Hişâm, III, 414)

Yani bir yetişmiş insanı, Hayberʼe muâdil gördü Efendimiz.

Yine Vehb bin Kebşeʼyi Çinʼe gönderdi. Çinʼe gitti tebliğ etmeye, belki altı ayda gitti Çinʼe. Çince de bilmiyor. Orada kaldı ve İslâmʼın temelini attı. Bir hasret başladı, Medîneʼye döndü, Efendimiz vefat etmiş. Tekrar dedi; “Efendimiz beni bu Çinʼe vazifelendirdi.” Gitti Çinʼde vefat etti. Orada Müslümanlığın ilk tohumu başladı.

(Ebû) Eyyûb el-Ensârî Hazretleri, Efendimizʼe misafirperverlik etti. Gazvelere katıldı. İki sefer, seksen küsur yaşında; لَتُفْتَحَنَّ اْلقُسْطَنْطِنِيَّةُ (“İstanbul elbette fetholunacaktır…” [Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300]) hadîsi(nin müjdesi)ne nâil olmak için İstanbulʼa geldi. İstanbulʼda, ikinci gelişinde vefat etti. “Beni (dedi), ayağınızı attığınız son noktaya gömün. Benden sonra gelen İslâm askerleri devam etsin.” dedi.

Nedir bu? Hep bunlar “اَفْلَحَ: felâh buldu”.

Hiç sahâbî üşenmedi, zor gelmedi. 120.000 sahâbî vardı Vedâ Haccıʼnda, Mekke-Medîneʼde medfun 20.000 sahâbî yok. Hepsi dünyaya dağılmış.

Ömer bin Abdülaziz zamanında tâ İspanyaʼya gidildi. Prene Dağlarıʼna kadar çıkıldı. Ömer -radıyallâhu anh- zamanında Azerbaycan, Dağıstan, o taraflara gidildi. Hazret-i Osman zamanında -radıyallâhu anh- zamanında tâ Kazanʼa gidildi. Nedir bunlar? Hep “اَفْلَحَ: felâh bulma, selâmete erme.”

Cenâb-ı Hak:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…O gün (verdiğimiz) nîmetlerden elbette sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyurdu.

Bugün en mühim (hizmet) insan yetiştirme. Problem, insanda. Eğer kırk kişi uyusa, bir şey (uyanık) yoksa, o kırkı da uyur. Bir kişi uyansa, otuz dokuzunu kaldırır. Toplum da bugün öyle.

Onun için, mühim olan, kaliteli insan yetiştirmek.

Yine Mevlânâʼnın Mesnevîʼde bir mısraı var. Bir şey var, bir kıssa var. Mevlânâ diyor:

Baktım (diyor), gece yarısı (diyor), birisi (diyor), tarlada geziyordu fenerle (diyor).

“‒Ne arıyorsun burada (dedim), gece fenerle?” dedim.

“‒Yahu beni ne olursun yalnız bırak.” dedi.

“‒Ne arıyorsun?” dedim.

“‒Adam arıyorum, insan arıyorum.” dedi.

“‒Ben de çok aradım, bulamadım, sen de yorulma, git yat.” dedim.

Bana acı acı baktı:

“‒Beni ne olur serbest bırak, ben de bulamayacağımı biliyorum ama, hiç yoksa onun hasretiyle dolaşayım, hasreti bile bana bir lezzet veriyor.” dedi.

İşte bugün o şekildeyiz.

Efendimizʼe hasretiz. Ne kadar benzeyebiliyoruz, (Oʼnun vasıfları bize) ne kadar bir sirâyet hâlinde? Ashâb-ı kirâma hasretiz. Allâhʼın o velî kullarına hasretiz. Onlar dünyadan göçüp gittiler. Onları bir rahmetle, onların fânî bedenlerinden sonra biz onları rahmetle burada (anmaya) devam ediyoruz.

Biz de öyle bir -inşâallah- ömrümüz olsun ki, biz de öbür tarafa intikal ettikten sonra, fânî hayatımız bittikten sonra, burada ömrümüz devam etsin -inşâallah-.

Velhâsıl hepimiz meçhullerin içindeyiz. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, “karış kalır öbür tarafa döner” buyuruyor. “Öbür tarafta karış kalır, saâdet tarafına döner” buyuruyor. Yani “Cennetʼe döner” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Kader, 1)

Kurʼân-ı Kerîmʼde Belʼam bin Bâûrâ var. O da Allâhʼın sâlih bir kuluydu, zirveydi. Bunu da Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼde; “Hevâsına meyletti.” buyuruyor. Ve bir “soluyan bir kelp gibi şaşkınlaştığını” bildiriyor. (Bkz. el-A‘râf, 176)

Velhâsıl, bir meçhullerin içindeyiz.

Osman bin Mazʼûn -radıyallâhu anh- vefat etti. Bir kadın dedi ki:

“‒Ne mutlu sana! Sen Cennetliksin.” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“‒Yok (dedi), öyle deme (dedi), vallâhi (dedi), ben bile başımdan neler geçecek bilmiyorum.” dedi. (Bkz. Buhârî, Tâbîr, 27)

Onun için, bu iltifatlar güzel şey. -İnşâallah- bu hüsn-i zanlar makbul olur. Fakat şu var ki hakîkat olan, bir meçhullerin içindeyiz.

Cenâb-ı Hak; “Yakîn gelene kadar (Rabbine kulluk et).” (el-Hicr, 99) buyuruyor.

Bu dünyada bir diploma alırsın. Bu diploma hayat boyu geçerlidir, ömür boyu geçerlidir. O apoletle hayatın devam eder. Fakat mânevî hayatta o yok. Bir anda ayak kayar, -Allah korusun- gider.

Onun için;

وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا

(“…Ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl…” [Âl-i İmrân, 147; el-Bakara, 250])

Dâimâ duâ edeceğiz, Rabbimiz ayaklarımızı kaydırmasın -inşâallah-.

Verdiği nîmetlerin, şu İslâm nîmetinin bize Cenâb-ı Hak şükrünü îfâ ettirsin.

Muaz bin Cebel vardı. Efendimiz bu zâtı çok severdi. Husûsî meşgul olurdu. Bir gün Muâzʼın elini tuttu. Şöyle bir, elini salladı iyice:

“‒Bak Muâz! (dedi.) Her namazdan sonra duâ et (dedi):

اَللّٰهُمَّ اَعِنِّى عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ

(“Allâh’ım! Seni zikretmek, Sana şükretmek ve Sana güzelce kulluk etmekte bana yardım et!”) (Bkz. Ebû Dâvûd, Vitr, 26)

“Yâ Rabbi bana zikirle yardım et ki duyabileyim, anlayabileyim Senʼi.”

شُكْرِكَ: Sana teşekkür edebilmeyi.

Yani en mühim nîmet;

اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

(“Rahmân Kurʼânʼı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 1-4])

En büyük nîmet; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz.

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

(“O gün, verdiğimiz nîmetlerden elbette sorulacaksınız.” [et-Tekâsür, 8]) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak bize bir hiçlik, verdiği bu kadar nîmet karşısında şükredememenin şeyi içindeyiz. Cenâb-ı Hakkʼa şükredebilmek…

Onun için;

“‒Yâ Âişe!” buyuruyor Efendimiz, -ayakları şişerdi-:

“‒Şükreden bir kul olmayayım mı? Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?” buyururdu. (Bkz. Buhârî, Teheccüd, 16)

وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ: Ve ibadetleri, Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşacak ibadetleri nasîb eylemeni… Cenâb-ı Hakkʼın nasîb eylesi…

Yine Cenâb-ı Hak, Dâvud -aleyhisselâm-ʼın Cenâb-ı Hakkʼa bir duâsı var. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor:

“Dâvud -aleyhisselâm- şu şekilde duâ ederdi:

«Yâ Rabbi! (Birinci madde) Bana kendini sevdir…”

Cenâb-ı Hakkʼın kendini sevdirmesi, Cenâb-ı Hak sevdirir.

İkincisi;

“Sevdiğini sevdir.”

Üçüncüsü;

“Yâ Rabbi! Senʼin kendini sevdirecek, sevdiğini sevdirecek amel-i sâlihler nasîb eyle.” (Bkz. Tirmizî, Deavât, 72)

Demek ki dâimâ bunun telâşesi içinde olacağız ki bize Cenâb-ı Hakkʼı sevdirecek, Cenâb-ı Hakkʼın sevdiği Rasûlullah Efendimizʼi sevdirecek ve Oʼnun sevdiklerini sevdirecek, bizi o dereye çıkaracak amel-i sâlihleri Cenâb-ı Hakkʼın nasîb eylemesi. Bu ilticâ içinde olacağız -inşâallah-.

Rabbimiz, hepinizi sâlihât-ı nisvandan eylesin.

Efendimiz buyuruyor:

“Bana dünyada üç şey sevdirildi…”

Ben sevdim demiyor Efendimiz. Fâil-i Mutlak Cenâb-ı Hak, sevdiren Allah. Birincisi; “sâliha hanım”ı seviyor. (Bkz. Nesâî, Işretü’n-Nisâ, 10)

Allah seviyor, sevdiriyor. Niye erkek değil de burada hanım var? Çünkü hanımda hissiyat yüksek, şerre de hayra da. O şerre olan temâyülü dizginliyor, Cenâb-ı Hakkʼa olan gayretini artırıyor. Onun için Efendimiz buyuruyor, üç şey, birincisi “sâliha bir müʼmine”, Efendimizʼin sevdiği.

İşte Hatice Vâlidemiz… Onun vefat ettiği seneye “hüzün senesi” dendi.

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri:

“Benim kabrime gelen, annemin kabrine gelsin (buyuruyor) baştan.”

Molla Câmî Hazretleri:

“Annemi ben nasıl sevmem ki o beni bir müddet cisminde, bir müddet kollarında, hayat boyu da kalbinde taşıyor.” buyuruyor.

Hep bunlar anneler… Bugün çok muhtaç olduğumuz anneler, bugün sayısı çok azalan anneler bunlar.

Ebû Hanîfe Hazretleri Bağdat kadılığını reddettiği için, bir şerre âlet olmamak için Bağdat kadılığını reddediyor. Halife de zindana atıyor. Zindana haber gönderiyor:

“‒Gelsin (diyor) kadılık makamına otursun Bağdat kadılığına (diyor) hapisten, zindandan çıkarın.” diyor.

“‒Yok (diyor) ona (diyor) bir ben içtihadda bulunmaktan zindanı tercih ederim (diyor). Lâkin (diyor) tek üzüldüğüm (diyor) annemin üzülmesidir.” diyor.

Yani dâimâ, baktığımız zaman, Peygamber Efendimizʼin arkasında bir Hatice Vâlidemiz var. Bir Fâtıma Vâlidemiz var. Bir Âişe Vâlidemiz var. Velhâsıl dâimâ bir anneler var.

Cenâb-ı Hak, hep cümleniz -inşâallah- Cennetʼin ayakları altında olan -babalara buyurmuyor Efendimiz- o tip annelerden eylesin.

Tabi bu da iki uçlu. Mîraçʼta da Efendimiz:

“En çok Cehennemʼde kadınları gördüm.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Iydeyn, 7)

Demek ki hayra da şerre de iki tarafa da ufuk var.

Cenâb-ı Hak cümlenizi sâlihât-ı nisvandan eylesin. Elinizden, dilinizden, yüreğinizden bütün ümmet-i Muhammedʼin yavruları müstefîd olsun.

Duâmızın kabûlü niyâzıyla, Lillâhi Teâleʼl-Fâtiha!..