Son Nefes -II-

2003 – Subat, Sayı: 204, Sayfa: 032

Güzel bir kul olarak bu fânî âleme vedâ edebilmek için sayılı olan nefesleri son nefese hazırlamak zarûrîdir. Yâni mes’ud bir âhiret hayâtı için amel-i sâlihlerle müzeyyen, güzel, feyizli, huzurlu ve istikâmet üzere bir dünya hayatı elzemdir. Zîrâ hadîs-i şerîfte buyurulduğu üzere:

“Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr Şerhu’l-Câmii’s-Sağîr, V, 663)

Bunun sayısız misâlleri vardır. İbret ve hikmet dolu bu misâllerden bir tanesi şöyledir:

Adapazarı’nda bir müezzin efendi, muhterem pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-’un bir ziyaret sohbetine, öğle namazındaki vazifesini ikmâl ettikten sonra gelmekte iken, bindiği bisikletle kendisine yanan yeşil ışıkta yolun diğer tarafına geçmektedir. Bu esnada çok hızlı gelen ve ona yanmakta olan kırmızı ışıkta duramayan bir başka araç, çok sür’atli olarak müezzin efendiye çarpar. Çarpmanın şiddetinden ötürü müezzin efendi havalanıp yere düşerken son nefesinde bu dünyaya âid son ifade olarak hem çarpan şoför hem de yol kenarındakiler tarafından da duyulmuş olan sesli ve iştiyaklı bir edâ ile şu cümleyi haykırır:

“Sana geliyorum Rabbim!..”

İşte bütün mesele, ömrü, son deminde sürûr ve huzurla Allâh’a götürebilmek, yâni herkesin korkulu rü’yâsı olan o demde sevinç duyarak: «Rabbim, sana geliyorum!..» diyebilmektir… Cenâb-ı Hak, cümlemize bu bahtiyarlığı nasîb eylesin! Âmîn!..

Eskilerin ifâdesiyle bu hâl:

«Su testisi su yolunda kırılır…» darb-ı meselinin pek mânidar bir tezâhürüdür. Yâni gönüller, yaşarken en çok ne ile meşgul olmuşlar ise, ölürken de onunla meşgul olmaktadırlar.

Elbette bunun istisnâları da vardır. Yâni bir kul, son nefesini îmân ile verebilmek için her ne kadar sâlih amellerle dolu bir hayat sürmeliyse de buna güvenerek Allâh’ın rahmetine nâil

olacağına kesin gözüyle bakmamalıdır. Bunun zıddına bir kul da düştüğü günahlara ve süflî hayata bakarak Allâh’ın rahmetinden ümîdini kesmemelidir. Zîrâ son nefesin ne şekilde olacağı, ilâhî bir sırdır.

Yüce kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm’de, son nefesinde îmânlarını kurtarma mücâdelesi veren sâlih kullar birer örnek şahsiyet olarak sergilendiği gibi, bunun zıddına sâlih bir ömür sürerken nefsâniyetlerine râm olarak sonradan küfre dûçâr bir şekilde ölenlerin hazîn âkıbetleri de, birer ibret levhası hâlinde sergilenmektedir.

Nitekim, sâhip oldukları ilmi irfân ile tezyîn edemeyip nefsini arındıramayan İblis, Kârun, Bel’am bin Baura ve sahâbî iken dünyâ tamâlarına aldanan Sâlebe, bunların en bâriz misâlleridir.

Mâlum olduğu üzere İblis, önceleri Hak katında yüksek bir mevkî sâhibi idi. Ancak kibrinin neticesi olarak Cenâb-ı Hakk’ın emrinin kudret, azamet ve haşmetini göremeyip kendisinin Hazret-i Âdem’den üstün olduğu iddiâsına kalkıştı. Kendisinde bir varlık ve şeref vehmetmesi, onu Rabbinin emrine muhâlefet etmeye kadar sürükledi. Netîcede kibir ve inadının zebûnu olarak ebediyyen perişan oldu.

Kârun da, önceleri fakir ve sâlih bir zât idi. Tevrât’ı Hazret-i Mûsâ’dan sonra en iyi o tefsir ederdi. Hazret-i Mûsâ’nın duâsı berekâtıyla kendisine simyâ ilmi bahşedilmişti. Fakat sonraları nefsinin ve şeytanın desîselerine kapılarak kalbi dünyâya meyletti. Hazînelerinin anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşıyacak derecede idi. Buna aldanarak şımarıkça bir zenginliğin girdabında boğuldu. Fakat Hazret-i Mûsâ, ona zekâtını vermesini emredince o:

“–Malıma göz mü diktin? Bunları ben kendim kazandım.” deme cür’et ve küstahlığına düştü. Malı onu şımartıp helâkine sebep oldu.

Derken Kârun, Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârun’un mânevî derecelerini kıskanmaya başladı. Hazret-i Mûsâ’ya nâmus iftirâsı atacak kadar hasedinde ileri gitti ve bunun netîcesinde de böbürlendiği hazîneleriyle birlikte yerin dibine geçerek helâk oldu.

Mülkün sâhibi olan Cenâb-ı Hakk’ı unutarak; mal, mülk, mevkî gibi tuzakları olan dünyaya gönül vermek, esâretlerin en acısıdır.

Bel’am bin Baura da, Al­lâh Teâlâ’nın ken­di­sine ism-i âza­mı öğ­ret­ti­ği, ke­râ­me­t sâhibi sâlih bir kuldu. Bu zât, İs­râ­ilo­ğul­la­rı için­de âlim ve ve­lî biri ola­rak tanınıyor­du. Fa­kat son­ra­dan hevâsına, nefsî arzularına meyletmesi ne­tî­ce­sin­de o mânevî hâ­li­ni kay­bet­ti, hat­tâ îmân­sız ola­rak öl­dü. Bu hâdi­se Kur’ân-ı Ke­rîm’de şöy­le bil­di­ril­miş­tir:

“On­la­ra, şey­ta­nın pe­şi­ne tak­tı­ğı ve kendisine ver­di­ği­miz âyet­ler­den sıy­rı­la­rak az­gın­lar­dan olan ki­şi­nin hâ­di­se­si­ni an­lat. Dileseydik, onu âyet­le­ri­miz­le üs­tün kı­lar­dık; fa­kat o, dün­ya­ya mey­let­ti ve he­ve­si­ne uy­du (ahmaklık ve şaşkınlığa dûçâr oldu). Onun hâ­li, üs­tü­ne var­san da, ken­di hâ­li­ne bı­rak­san da, di­li­ni sar­kı­tıp so­lu­yan kö­pe­ğin du­ru­mu gibidir…” (el-A’râf, 175-176)

Güzel bir kulluk hayatı yaşarken dünyaya aldanarak ebedî saâdetini ebedî bir sefâletle değişme bedbahtlığına düşenlere dâir, asr-ı saâdetten bir misâl de Sâlebe’nin hâlidir. Sâ­le­be, ön­ce­le­ri mes­cid­den ve Pey­gam­ber Efen­di­miz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in soh­bet­le­rin­den ayrılmaz­ken, mal-mülk sâ­hi­bi olup dün­yâ sev­gisi gön­lün­de yer edin­ce, za­man­la ce­ma­ati ter­k et­miş, farz olan ze­ka­tı­nı bi­le ver­mek­ten im­ti­nâ ede­rek ha­zîn bir âkı­be­te dû­çâr ol­muş­tur. Sonradan Allâh Rasûlü’nün sözünü tutmamaktan dolayı pişmân olmuşsa da faydasız bir çırpınış içinde can verirken kulaklarında Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in:

“– Yâ Sâlebe, şükrünü edâ edebileceğin az mal, şükrünü edâ edemeyeceğin çok maldan hayırlıdır.” ifâdeleri çınlıyordu. (Bkz. Ta­be­rî, Tef­sîr, XIV, 370-372; İbn-i Ke­sîr, Tef­sîr, II, 388)

Tasavvuf târihinin büyük şahsiyetlerinden Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’yle ilgili şu hâdise de pek ibretlidir:

Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin genç yaşta beli bükülmüştü. Sebebini soranlara şöyle derdi:

“–Kendisinden ilim tahsil ettiğim bir hocam vardı. Vefatı esnâsında ona telkînde bulunduğum hâlde kelîme-i tevhîdi getiremedi. Bu hâli görmek, benim belimi büktü.”

***

Görüldüğü üzere, âkı­bet meç­hul­dür. Firavun’un si­hir­baz­la­rı mi­sâ­li, da­lâ­let üze­re ya­şa­yıp âhir ömür­le­rin­de hidâyete eren­ler ol­du­ğu gi­bi, Kârun ve Bel‘am bin Ba­ura misâli, hi­dâ­yet üze­re yü­rü­yüp, so­nun­da def­te­ri­ni hüs­ran­la ka­pat­mış olan­lar da mevcuddur. Do­la­yı­sıy­la bir kul, han­gi mâ­ne­vî ma­kam, mer­te­be ve üs­tün­lükte olursa ol­sun, ne­fis ve şeytan, dâimâ pu­su­da bek­le­mek­te ve fır­sa­tı­nı bu­lur bul­maz ayakları sırât-ı müstakîm’den kaydırabilmektedir. Zîrâ şeytan, Cenâb-ı Hak’tan:

“–Sırât-ı müstakîm üzerinde oturacağım ve kullarını azdıracağım!..” diye mühlet istedi, kendisine de imtihan dolayısıyla mühlet verildi.

Bu tasalluttan ancak ihlâslı kulların istisnâ tutulduğunu da şeytan şöyle îtiraf etti:

“– İhlâsını koruduğun kulların müstesnâ!..”

Peygamberlerin dışında hiçbir kul, îmân hususunda ayak kayması tehlikesinden kesin olarak selâmette değildir. Bu sebeple her bir mümin, kendisine lutfedilmiş olan ömür nîmetini lâyıkıyla değerlendirmeye gayret etmelidir. Ölümün soğuk ürpertilerinden kurtulmanın yegâne çâresi, ancak sâlihâne bir ömür yaşamaya gayret etmektir. Çünkü ölüme hazırlıklı olanlar, ölümden korku duymak yerine onu ebedî bir vuslat vesîlesi olarak telakkî ederler. Bunlar, “ölümü güzelleştirebilme”nin huzûruna ermiş mes’ud kullardır. Fakat gâfilâne bir hayat yaşayarak âhiretini mahvedenler ise, ölümün korkunç karanlığının girdabı karşısında soğuk ürpertiler duymaktan kurtulamazlar. Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:

“Oğul, herkesin ölümü kendi rengindedir, insanı Allâh’a kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere, ölüme düşman olanlara, ölüm korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.”

İşte bir kul, bu dünyâ hayatında benliğini aşar ve rûhunda meknûz olan melekî sıfatlar istikâmetinde merhaleler kat ederse, yâni “ölmeden evvel ölmek” sırrına nâil olursa, ölüm, hayâl ötesi muazzam ve müteâl olan Rabb’e vuslatın mecbûrî bir ilk adımı olarak görülür. Böylece ekseri insanlarda şiddetli korkulara sebep olan ölüm, gönüllerde “Refîk-ı A’lâ”ya, yâni “en yüce dosta” kavuşma heyecanına dönüşür.

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in son anları, bu heyecanın zirvesinde yaşanmış bir vuslat demiydi. O, ömrü boyunca her hâlükârda Rabbinin emrine itaat ve muhabbet hâlinde olduğundan, ölmeden evvel ölerek vefâtını bir şeb-i arûs hâline getirmişti. Nitekim Peygamber Efendimizin vefatına üç gün kala Cenâb-ı Hak her gün Cebrâil

-aleyhisselâm-’ı göndererek Rasûlü’nün hatırını sormuştu. Son gün olunca Cebrâil

-aleyhisselâm- bu sefer yanında ölüm meleği Azrâil de bulunduğu hâlde geldi.

Cebrâil -aleyhisselâm-:

“– Ey Allâh’ın Rasûlü! Ölüm meleği senin yanına girmek için izin istiyor! Halbuki o, senden önce hiçbir Âdemoğlunun yanına girmek için izin istememiştir! Senden sonra da hiçbir Âdemoğlunun yanına girmek için izin istemeyecektir! Kendisine izin veriniz!” dedi.

Ölüm meleği içeri girip Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın önünde durdu ve:

“– Yâ Rasûlallâh! Yüce Allâh beni sana gönderdi ve senin her emrine itaat etmemi bana emretti! Sen istersen rûhunu alacağım! İstersen, rûhunu sana bırakacağım!” dedi.

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“– Ey ölüm meleği! Sen (gerçekten) böyle yapacak mısın?” diye sordu.

Azrâil -aleyhisselâm-:

“– Ben, emredeceğin her hususta sana itaatla emrolundum!” dedi.

Cebrâil -aleyhisselâm-:

“– Ey Ahmed! Yüce Allâh seni özlüyor!” dedi.

Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“– Allâh katında olan, daha hayırlı ve daha devamlıdır. Ey ölüm meleği! Haydi, emrolunduğun şeyi yerine getir! Rûhumu, canımı al!” buyurdu.

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, yanındaki su kabına iki elini batırıp ıslak ellerini yüzüne sürdü ve:

“– Lâ ilâhe illallâh! Ölümün, akılları başlardan gideren ızdırap ve şiddetleri var!” buyurduktan sonra, elini kaldırdı, gözlerini evin tavanına dikti ve:

“– Ey Allâh’ım! Refik-ı A’lâ, Refîk-ı A’lâ (yâni yüce dost, yüce dost)!..” diye diye Rabb’ine duyduğu aşk ve iştiyâkın tezâhürü olan nice hâtıralarla dolu bir ömrü ardında bırakarak bu fânî âlemden hakîkî âleme hicret etti. (Bkz. İbn-i Sâd, Tabakât, II, 229, 259; Belâzûrî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 565; Ahmed b. Hanbel, VI, 89)

Feyizli bir kulluk hayatı yaşadıktan sonra son nefesinde Rabb’e vuslat heyecânını yaşayan büyük mutasavvıf Mevlânâ Hazretleri’nin dünyâya vedâ ânını da talebesi Hüsâmeddin Çelebi şöyle nakleder:

Birgün Şeyh Sadreddin, dervişlerin ileri gelenleri ile Mevlânâ’yı hasta yatağında ziyârete geldiler. Mevlânâ’nın hâlini görerek üzüldüler. Şeyh Sadreddin:

“– Allâh âcil şifâlar versin! Tamâmen sıhhate kavuşmanızı ümîd ediyorum.” dedi.

Bunun üzerine Mevlânâ:

“– Artık şifâ size mübârek olsun! Âşık ile mâşuk arasında kıl payı kadar mesâfe kaldı. Onun da kalkmasını ve nûrun nûra katılmasını istemiyor musun?” dedi. (Bkz. Ebu’l-Hasan en-Nedevî, İslam Önderleri Târihi, c. I, s. 449)

Mevlânâ, insanlar için büyük korku ve endişe sebebi olan ölümü bir kâbus gibi görmemiş, bilakis ölümü gurbetten kurtuluş, Hüsn-i Mutlak’a, yâni sonsuz güzellik sâhibi olan Cenâb-ı Hakk’a kavuşma olarak telakkî etmiştir. Kendisi, ölüm duygusunu şöyle ifâdelendirir:

“Ben ölünce bana öldü demeyin. Çünkü ölüydüm, ölümle dirildim. Dost aldı, götürdü beni…” (Rubâîler, 100)

Bu sebeple Hazret-i Mevlânâ, dünyâya vedâ edeceği vakte de “Şeb-i Arûs” (düğün gecesi) demiştir.

***

Şüphesiz ki Hazret-i Mevlânâ, Yûnus Emre, Aziz Mahmud Hüdâyî gibi nice Hak dostu gönül erbâbının dünyâdaki huzûrlu hayatı, kabir âlemlerinde de devâm etmektedir. Aşağıdaki şu mısrâlar, âdetâ böyle bir huzuru terennüm etmektedir:

Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde,

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter…

Ve serin selviler altında yatan kabrinde,

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter…

Yahya Kemâl

Ölümü bu güzellikte karşılayabilmek için benlik ve ihtiraslardan kurtularak ilâhî emirler doğrultusunda bir hayat yaşamak ve son nefese hazırlıklı olmak gerekir. Rabbimiz âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:

“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” (el-Hicr, 99)

İşte bütün Hak dostlarının hayatlarını hülâsa eden düstur!..

Her ârif ve âşık gönül, Hakk’ın kendilerine emanet ettiği hayatı dâimâ sırât-ı müstakim üzere bir kulluk ve ibadet ile tezyin ederek Rabbine bir kulluk bedeli olan “kalb-i selîm” götürmenin gayreti içinde olmuşlardır. Yâni Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in son nefeste: “Refîk-ı âlâ, refîk-ı âlâ / en yüce dosta, en yüce dosta…” diye terennüm ettiği kulluk tezâhürünün, onun izinden giden âriflerde de tecellîsi devâm edegelmiştir.

Nitekim bu Hak dostlarından, bütün ömrünü Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in sünneti

üzere yaşamaya gayret etmiş olan Sâmî Efendi -kuddise sirruh-’un son nefesteki hâli de bizler için ne güzel bir nümûnedir. Sâmî Efendi ki, gönlü Peygamber aşkıyla dolu bir Hak dostu idi. Nasıl bir kimse karda gider de onun ardında izler oluşur; sonra gelen de o izler üzerine yolunu bulur; işte Sâmî Efendi de Peygamber Efendimiz’in izlerini tıpkı böyle takip ederek ömür sürmüştü. Bunun tezahürü olarak da son nefesini, hayatı boyunca izini tâkip etme aşk ve heyecânında olduğu

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve

sellem-’in civârında ve teheccüd ezânı okunduğu esnâda teslîm etmek nasip oldu. O son demde yanında bulunanlar lisânından çıkan lafızların sadece:

“Allâh, Allâh, Allâh!..” olduğunu işitiyorlardı.

Aslında yalnız dili değil, bütün hücreleriyle beraber cesedi de rûhu da dâimâ “Allâh” diyordu…

Hâsılı bütün iş, güzel bir kul olarak yaşamak ve güzel bir kul olarak can verebilmektir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in hayatından hisse alan zarîf, derin, ince, rakîk ve hassas bir kul olabilmektir. Rabbin; «Ne güzel kul!» iltifâtına mazhar olabilmek, ancak Hakk’a gönül verebilmenin sevdâsına düşebilme netîcesindedir. Bu ilâhî muhabbet ile rûhâniyetin galebe hâlinde olabilmesi; gönlün kirden-pastan temizlenebilmesi iledir ki, o gönülde Hak güneşinin nûru parlasın… Bu hâlin netîcesinde de -inşâallâh- aldığımız her nefes, son nefese hazırlık mâhiyetinde olacaktır.

Diğer taraftan, bütün mânevî kayıp ve zararlar, Allâh’ı unutmanın neticesindedir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın!..” (el-Haşr, 19)

Hakîkaten, bütün günahlar, Allâh’ı unuttuğumuz zaman devreye girmeye başlar. Zîrâ bir kul, “Allâh” derken ve ölüm gerçeğinin farkında iken ibâdet ve davranışlarına îtinâ gösterir, bir gönlü incitmemenin hassâsiyeti içinde yaşar. Yâni hiçbir kimseye dili ile de davranışları ile bir diken batıramaz… Bu nezâketi Yûnus Emre Hazretleri ne güzel ifâde eder:

Gönül Çalab’ın(1) tahtı

Çalab gönüle baktı

İki cihan bedbahtı

Kim gönül yıkar ise

Cenâb-ı Hak, hayatımızın hazin bir âkıbete dûçâr olmaması için nefeslerimizin ve kalb atışlarımızın ne şekilde olması gerektiğine dâir Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok îkâzlarda bulunur. Bu bakımdan bütün mesele:

“Ey Müslümanlar! Allâh’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve Müslüman olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

âyet-i kerîmesinin muhtevâsında yaşayabilmektir. Aksi taktirde şu fânî âlemde ömür uzun olmuş, kısa olmuş, hiçbir şey ifâde etmez. Netîcede bütün ömürler:

(İnsanlar) kıyâmeti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış olduklarını sanırlar…”

(en-Nâziât, 46) ilâhî beyânının tecellîsine muhataptır.

Dolayısıyla bütün yapacağımız, bir akşam vakti yahut bir kuşluk vakti kadar kulluk, ibâdet ve tâat… Bu hususta Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin şu nasihati ne büyük bir îkâzdır:

“Dünyanın bir saati, kıyâmetin bin senesinden daha kıymetlidir. Zîrâ orada kurtuluşa kavuşturacak bir amel yapılamaz.”

İşte önümüzdeki her mevsim, her gün ve saat; bu kulluk, ibâdet ve tâat için büyük bir fırsattır. Bilhassa şu günlerde îfâ edilen hac, başlı başına bir son nefes tâlimidir. Hac ki, onun manzarası, bir mahşer sahnesi… Orada giyilen ihram, kefen iklîmi… Arafat, tevbe ve ilticâ mekânı… Şeytanı taşlama, dünyevî ve nefsânî bağlantılardan kopma netîcesinde içimizdeki nefsi ne nisbette taşlamamız gerektiğinin şuuruna varabilmek… Nihâyetinde anadan doğmuş bir bebek gibi günahsız hâle gelerek Hakk’a vuslatı hatırlamak… Kısaca son nefese nasıl adım atmamız gerektiğinin küçük bir provası… Cenâb-ı Hak, böyle bir haccı cümlemize ihsân buyursun! Âmîn!..

Yâ Rabbi! Son nefesimizi Cemâl-i İlâhî’ne kavuşma aşk ve iştiyâkıyla verebilmeye medâr olacak feyizli bir ömür yaşamayı cümlemize nasîb eyle!

Âmîn!..

Dipnot: 1) Çalab: Rab.