“Sizi Biz Yarattık Tasdik Etmeniz Gerekmez mi?” (el-Vâkıa 57)

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

“SİZİ BİZ YARATTIK, TASDİK ETMENİZ GEREKMEZ Mİ?” (el-Vâkıa, 57)

Yine ondan sonraki âyet:

“Sizin yaratılışınızda…”

Demin anlatmaya çalıştık; nasıl bir ana karnında merhale merhale geliyor…

“Ve (Allâh’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda (bütün mahlûkatta) kesin olarak inanan bir toplum için ibret verici işaretler vardır.” (el-Câsiye, 4)

Her mahlûk, Allâh’ın bir “Musavvir ve el-Bârî” sıfatı. Bir şekil yok daha evvel. Bir şekil yok. Şekilsizlikten Cenâb-ı Hak onu bir şekille…

Yılanın şekli ayrı. Ayak yok, kol yok, düz duvara tırmanıyor. İnsandan daha hızlı gidiyor. İnsanlar ondan korkuyor; eli yok, kolu yok. Baktığınız zaman bir ürperti veriyor, soğuk. Cenâb-ı Hakk’ın celâl sıfatının tecellîsi. Bir tarafta onun derisinden insanlar ayakkabı yapıyor, çanta yapıyor, vesâire yapıyor.

Her mahluk ayrı ayrı. Bir akrebe baktığınız zaman, yavrularını sırtında taşıyor. Bir yılana baktığınız zaman, yavrularını bakarak büyütüyor, gözüyle büyütüyor, emzirecek durumu yok.

Velhâsıl Cenâb-ı Hakk’ın “el-Bârî, el-Musavvir” sıfatı.

Kimi hayvan ayaksız, kolsuz. Kimi hayvan iki ayaklı, kimi hayvan dört ayaklı, kimi hayvan kırk ayaklı.

Bir karınca bile dümdüz duvara tırmanıyor. Biz ufak bir yokuşta soluyoruz.

Cenâb-ı Hak her yarattığına ayrı bir hususiyet veriyor. İşte akıl sahipleri için ibretler…

Yine Cenâb-ı Hak Vâkıa Sûresi’nde buyuruyor ki:

“Sizi Biz yarattık (diyor), tasdik etmeniz gerekmez mi?” (el-Vâkıa, 57) diyor.

(Rahime) attığınız o nutfeyi gördün mü?” (el-Vâkıa, 57) diyor. Bir düşün diyor, spermi bir düşün diyor.

“Onu yaratıp (insan hâline getiren) siz misiniz, yoksa Biz miyiz?” (el-Vâkıa, 59) diyor Cenâb-ı Hak. Hep tefekküre davet ediyor.

İnsan bir necâsetten meydana geliyor. Onu temizlemeden namaz da kılamazsın. Yani bir mâzîni gör, hiçliğini gör!..

Ana karnında birçok merhalelerden tertemiz çıkıyor. Doğan çocuk mis gibi kokuyor.

İşte Cenâb-ı Hak soruyor:

“İnsan! (Diyor.) Seni şekilsizlikten en güzel şekilde birleştiren, düzgün ve dengeli kılan, ihsanı bol, ikramı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (Bkz. el-İnfitâr, 6-8) diyor.

Ölüm ve yeniden diriltme hususunda Cenâb-ı Hak:

“Aranızda ölümü takdir eden Biz’iz…” (el-Vâkıa, 60) diyor.

Kimse bir ömür takvimini bilmiyor. Kaç sayfa olduğunu bilmiyor. Bilen hiç kimse yok.

“Aranızda ölümü takdir eden Biz’iz…” (el-Vâkıa, 60) diyor.

“…Biz irâdemizi gerçekleştirmekten âciz değiliz.” (Bkz. el-Vâkıa, 60) diyor.

(Ölümü) sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir âlemde tekrar var edelim diye (takdir ettik).” (el-Vâkıa, 61) diyor.

Biz gideceğiz, ayrı bir nesil gelecek. Onlar gidecek, ayrı bir nesil gelecek. Biz ne yapacağız? Biz ayrı bir mekânda, ayrı bir âlemde bekleyeceğiz. Tekrar kıyamette oradan kalkacağız.

Velhâsıl ölümden kaçacak bir yer yok. Âhiretten kaçacak bir yer yok.

يَقُولُ الْاِنْسَانُ يَوْمَئِذٍ اَيْنَ الْمَفَرُّ

Bir şaşkınlık. O kıyamet günü, “O (zor) gün insan, «Kaçacak bir yer var mı?» der.” (el-Kıyâme, 10) Yalnız Cenâb-ı Hak. Kul bunun idrâki içinde olursa huzur içinde yaşar. Bütün o ihtiraslardan, vesâireden, her şeyden… Kendi derdiyle meşgul olur. Son nefes derdiyle meşgul olur. Îman derdiyle meşgul olur.

Cenâb-ı Hak yine âyette devam ediyor Vâkıa Sûresi’nde:

“Andolsun ilk yaratılışı bildiniz…” (el-Vâkıa, 62)

Nasıl dünyaya geldin?

“…Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?” (el-Vâkıa, 62) buyuruyor.

Nasıl bir merhaleler? Dünya’ya geldik, nasıl bir gençtik, çocuktuk, arkadan bir gençtik, evlilik, vs. merhale merhale gidiyor. Ömür varsa o da. Arkadan, yolculuk…

Yine Cenâb-ı Hak, tohumları, bitkileri bildiriyor. Nasıl bir toprağa Cenâb-ı Hak bir güç veriyor:

“Ektiğiniz o tohumu gördün mü?” (el-Vâkıa, 63) buyuruyor. Attığın o tohumu gördün mü? Şimdi o attığın tohumu düşün diyor. Onu Biz mi filiz olarak çıkartacağız? “Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa (topraktan) bitiren Biz miyiz?” (el-Vâkıa, 64) buyuruyor.

Demek ki toprağa baktığın zaman bir ağaçlara, bir yeşillik gördüğün zaman, yine ilâhî azameti düşüneceksin. “Aman yâ Rabbi!” diyeceksin.

“Dileseydik onu kupkuru bir çer çöp yapardık (buyuruyor) siz de şaşıp kalırdınız.” (el-Vâkıa, 65) Hiç diyor, toprak bir şey vermezdi size diyor. Toprak, devamlı  veriyor. Veriyor, her bir tarladan tonlarca buğday çıkıyor, toprak seviyesi aşağı düşmüyor.

“O içtiğiniz suyu gördün mü?” (el-Vâkıa, 68) buyuruyor. Bir de içtiğin suyu bir düşün diyor.

“Onu buluttan indiren siz misiniz, yoksa indiren Biz miyiz?” (el-Vâkıa, 69) buyuruyor.

“Dileseydik, onu tuzlu yapardık (buyuruyor). Şükretmeniz gerekmez mi?” (el-Vâkıa, 70) buyuruyor.

En çok tebahhur, denizlerden oluyor. Yani Dünya’nın aşağı yukarı üçte ikisi deniz. Deniz ne? Tuzlu su. Diğer sulara bak tebahhur edilen: Her türlü su var. İçtiğimiz su, dışarı çıkan su, terler, idrarlar vs. lağım suları vs… Güneş ne yapıyor? Hepsini tebahhur ettiriyor. Semâda ne oluyor? Temizleniyor onlar. Tertemiz yine akıyor, yine…

Yani şu suyun, bir kitabı yazılsa şu suyun; kaç sefer semâya çıktı, kaç sefer temizlendi, kaç sefer aktı; ciltler dolusu kitaplar yetmez. Bir Akdeniz, deposuz olarak havada geziyor. Cenâb-ı Hakk’ın takdir ettiği yere yağıyor.

Mevlânâ da diyor ki; bak diyor…

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” [el-Alak, 1])

“Düşün diyor; nasıl diyor, Güneş diyor, tebahhur ettiriyor diyor, yukarıda temizleniyor hepsi diyor. Sonra da rahmet olarak akıyor diyor. Sen de diyor, o diyor, «Lâ ilâhe» : «Allah’tan uzaklaştıran her hâl»ini, tebahhur ettir diyor. Yok ettir onu diyor. Bir rahmet insanı ol buyuruyor. Sana bu yağmur bir misal değil mi?” buyuruyor.

Yine ondan sonra, Câsiye 5. âyette:

“Gecenin gündüzün değişmesinde, Allâh’ın gökten indirmiş olduğu rızıkta (yani yağmur vasıtasıyla çıkan bütün nebâtatta) ölümden sonra yeri onunla diriltmesinde…” Bir sonbahar geliyor, kupkuru… Ağaçlar odun hâline geliyor. İlkbahar geliyor, yeni baştan bir canlılık. “…Diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan toplum için dersler vardır.” buyuruyor.

Nasıl, gece-gündüz hiç takdim-tehir yok. Saniye şaşma yok. Gündüzleyin maîşet, geceleyin uyku ve dinlenme, bir tükeniş. Geceye bir tükenmekle giriyorsun. Dayanamıyor, uyuyorsun. Fakat seherlerde uyanacaksın, rûhunun açlığını gidereceksin. Onu bir düşün. Gece ve gündüz…

Cenâb-ı Hak; libas kıldık, örtü kıldık buyuruyor geceye. (Bkz. en-Nebe, 10)  O örtünün altında Cenâb-ı Hak’la beraber olabilmek seherlerde.

“…Yağmuru indirmekte…” buyuruyor. Ölümünden sonra diriltiyor. İlkbaharda yağan yağmur da H2O, sonbaharda yağan yağmur da H2O. Biri diriltiyor, biri neredeyse gübre oluyor, odun hâline geliyor.

Rüzgârlar değişik yönlerden esiyor. Birbirine o tozları taşıyorlar. Yani gecenin gündüzün vazifesi ayrı.

وَجَعَلْنَا الَّيْلَ لِبَاسًا

“Gece bir örtü…” (en-Nebe, 10)

Gündüz de:

وَجَعَلْنَا النَّهَارَ مَعَاشًا

(“Gündüzü de çalışıp kazanma zamanı kıldık.” [en-Nebe, 11])

O da çalışıp kazanma. Kazanırken de kazanman da bir ibadet hâline gelecek. Âilene temiz rızık kazanmak için uğraşacaksın. Sana ibadet olacak bu. Yanlış yerlerden bir rızık almamaya gayret edeceksin.

Cenâb-ı Hak kulu, seher vaktinin feyziyle rûhunu doyuracak, gündüze böyle bir bereketle başlayacak. Zira kul, seher vaktinde gıdasını aldığı vakit, gündüzleri fücurdan; Allah’tan uzaklaştıracak her şeyden kendini korur. O feyz, o rûhâniyet kendini korur. Boş lâflar, dedikodular vs. gözlerin yanlış şeylere bakması, kulakların yanlış şeyleri işitmesi… O şekilde bir korunur.

Rüzgârlar da çok ibretli. Burada fizikçiler diyorlar ki:

Deryâlar üzerinden kalkan tuz zerrecikleri, denizlerden çıkan tuz zerrecikleri, çöllerde savrulan tozlar, yanardağların püskürttüğü küller, rüzgâr vâsıtasıyla atmosferin üst tabakasına kadar taşınır. Buralarda havadaki su buharı aşınarak su zerreleri hâline gelir. Nasıl bir hâlden hâle geçiş?..

Polenler, çiçek tozları, tohumlar… Devamlı taşınıyor, aşılamalar oluyor.

Yine Cenâb-ı Hak hep bunları bildirdikten sonra:

“İşte Sana gerçek olarak okuduğumuz bunlar, Allâh’ın âyetleridir. Artık, Allah’tan, O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?” (el-Câsiye, 6) Neye kanacaksınız?!.

Bu kadar ilâhî azamet tecellîlerini Cenâb-ı Hak lûtfediyor, ihsân ediyor ve insana ihsân ediyor.

Cenâb-ı Hak:

“Andolsun (diyor) Biz, öğüt alsınlar diye bu Kur’ân’da (insanlara) her türlü misâli verdik.” (ez-Zümer, 27) buyuruyor.

Her misal. “Şu misal” de! O muhakkak Kur’ân-ı Kerîm’de var ona âit bir misal.

“Onlar Kur’ân’ı inceden inceye düşünmezler mi? Yoksa onlarda kalp yok mu?” (Bkz. Muhammed, 24) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Tabi bunların hepsi neyle; tezkiyeyle mümkün.

Kalp ufku açılacak. Gaflet kalkacak.

Yine ondan sonra Cenâb-ı Hak bu kadar nîmetleri bildirdikten sonra:

“Vay hâline (diyor), her yalancı günahkâr kişiye!” (el-Câsiye, 7) diyor.

Yine:

“Şüphesiz Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (el-Enfâl, 22) buyuruyor. Yani kalbi karanlık olanlar, kalben âmâ olanlar.

Yine Cenâb-ı Hak:

“Sen ölüye duyuramazsın…” (en-Neml, 80) buyuruyor âyette.

Ondan sonra gelen 8. âyette:

“O, Allâh’ın kendisine okunan âyetlerini işitir de sonra büyüklük taslayarak, sanki hiç onları duymamış gibi (küfründe) direnir. İşte onu acı bir azâb ile müjdele.” (el-Câsiye, 8)

Ne yapar? Alay eder müslümanlarla. Duymaz. Nasıl bu ilk devirde, câhiliye devrinde ne ise, o câhiliye devrinin bir kısmı devam ediyor.

Zincirlikuyu’da bir mezarlık vardır -karşı tarafta- oraya, mezarlığın kapısının üstüne; كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ yazıldı. “Her canlı ölümü tadıcıdır…” (Âl-i İmrân, 185; el-Ankebût, 57) Gazetede makaleler çıktı. Bu, bizi karamsarlığa götürür, bunu kaldırın diye.

Hamâkat, tam hamâkat!.. Yani ölümden kaçacak neresi var?!

Velhâsıl bunlar ne oluyor? Nefs-i emmâre oluyor. Bunlar lâ-yüs’el/sorumsuz bunlar. Nefs ne oluyor; aygırlaşıyor nefs. Hak-hukuk, zulüm nedir bilmiyor. Hepsi benim hakkımdır diyor.

İşte görüyoruz, milyonlarca insanı esir edenler, insanlara zulmedenler, memleketlere zulmedenler…

Bunlar nedir? Enâniyet çukurunda boğulanlar -Allah korusun-, bir nevî canlı cenazeler.

Yine Cenâb-ı Hak:

“Kim de Ben’i anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz ki onun sıkıntılı bir hayatı olacak, Biz onu kıyamet günü kör olarak hasredeceğiz.

«–Rabbim! Beni niçin kör kıldın, ben dünyada görüyordum.» diyecek. Cenâb-ı Hak:

«–İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi, ama sen onları unuttun. Bugün de sen unutuldun.»” (Tâhâ, 124-126)

Velhâsıl gafletten kurtulma. Onun için tezkiye şart. Tezkiye olmazsa zaman zaman gaflet işgal eder.

Gaflet nedir o zaman?

İki gözünün önüne iki parmağını koy; bir şey görebilir misin? Görmediğin için, görmediğin âlem yok mu? Sen görmüyorsun.

Yine gaflet; hakikatlere karşı kalbe bir perde çekilmesi. Bunun neticesi, mayın tarlasına pervasızca koşmak. Uçurumların kenarında dikkatsizce dolaşmak. Gaflet, bu!..

Mevlânâ; “kuzunun kurda sevdalanması” diyor. Yani kişinin günahlara sevdalanması. Kişinin günahlara sevdalanması, gaflet, o!.. Kulun ebedî hayatına zehir saçan mânevî bir hastalık.

Yani kendisini yoktan var eden, ihsan eden, ikram eden Rabbini unutması.

Yahut gaflet, anlık zevkler uğruna ebedî bir saâdeti felâkete uğratmak.

Düğünlerde öyle olmak, kazançta öyle olmak vs. Birtakım yanlış, görüyoruz bunu. Televizyonun, internetin menfî propagandalarının robotu olmak. Orada savrulup gitmek. Şahsiyetini kaybetmek orada.

Yani bu, gaflete düşmüş kimse, okyanus ortasında dümeni kırılmış bir gemi gibi, hangi girdapta batacağı belli değil.

Fânî hayatta herkes öleceğini bilir. Yani gaflet, onu unutturmaya çalışır. Zaten Kur’ân-ı Kerîm indiği zaman da teneke çaldılar, gürültü yaptılar; “aman duyup da huzurumuz gitmesin, ölüm haberi gelmesin bize, âhiret haberi gelmesin” diye. Yine aynı. Değişen bir şey yok…