Şeyh Sâdî (kuddise sirruh) -3-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2011 – Mart, Sayı: 301, Sayfa: 032

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Düşman, her hileye başvurup âciz kalarak bir şey elde edemeyince dostluk göstermeye başlar. Ondan sonra da dostluk adı altında öyle şeyler yapar ki, düşman yapamaz.”

[İnsanın en büyük iki düşmanı vardır. Biri iblis, diğeri ise kendi içindeki nefsidir. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır:

“Sakın şeytan sizi yoldan çevirmesin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.” (ez-Zuhruf, 62)

“…Şüphesiz ki nefis, aşırı şekilde kötülüğe sevk eder…” (Yûsuf, 53)

Nefs ve şeytan, hak yoldan saptırmak, günah ve isyanlara sürüklemek için bir mü’mini kandıramayınca, taktik değiştirerek bu defa sûret-i haktan görünürler. Nitekim şu âyet-i kerîme, İblis’in Cenâb-ı Hakk’a bir hitâbını şöyle haber vermektedir.

“…Andolsun onları (insanoğlunu) saptırmak için Sen’in sırât-ı müstakîminin (dosdoğru yolunun) üstüne oturacağım.” (el-A’râf, 16)

Yani İblis, sadece bozuk ve yanlış yollarda değil, sırât-ı müstakîm üzerinde de saptırma vazifesini icrâ eder.

Meselâ, bir câmi veya hayır müessesesi yaptırmasına mânî olamadığı kimseye bu defa, o esere kendi ismini verdirmeyi telkin eder. Böylece ihlâsı zedeleyerek yapılan hayrın ecrini, riyâ, şöhret ve kibirle yok etmeye çalışır.

Meselâ, namazdan alıkoyamadığı birine de; “Sen ne kadar da güzel kılıyorsun, senin namazın kabul edilmezse kiminki kabul edilir, hâlbuki baksana başkaları nasıl da gâfilâne kılıyor…” gibi vesveseler vererek kendini üstün görmeye, gurur ve kibre sürükler. Yahut mü’mini namazda öyle dünyevî düşüncelerle meşgul eder ki neticede ibâdetini ifsâd eder, geriye ancak kuru bir şekil kalıverir. Yahut da, kıldığı namazın makbul olmadığına dâir vesvese vererek kulu yes’e düşürmeye, reddedilen bir namazı kılmaktansa hiç kılmamak gibi şeytânî bir düşünceyi kabûl ettirmeye uğraşır. Böylece onu adım adım ibâdetten uzaklaştırmak için her yönden hamle eder.

Îman basîretine sahip bir mü’min ise, kendi vazîfesinin, emr-i ilâhîyi elinden geldiği kadar kusursuz bir şekilde yerine getirmek olduğuna inanır. İbâdetinin kabul olup olmayacağı hususunu, tamamen Rabbinin takdîrine bırakır. Bu hususta kendi kendine hüküm vermeye kalkışmanın, haddini aşarak kendini Rabbinin yerine koymak gibi bir cür’et mânâsına geldiğinin farkında olur. Bu sebeple aslâ Rabbinin rahmetinden ümit kesmez. Havf ve recâ (korku ile ümit) arasında bir gönül kıvamıyla yaşar.

Hazret-i Mevlânâ bu hususla ilgili olarak bir kıssa nakleder:

“Adamın biri her zaman «Allah Allah» diye zikreder, bu zikirden ağzı bal yemiş gibi tatlanırdı. Bir gün şeytan gelip:

«–Ne diye durmadan “Allah Allah” deyip duruyorsun. Bunca zamandır “Allah” demene karşılık bir kerecik olsun Allah sana; “Buyur kulum, ne istiyorsun?” dedi mi? Sende hiç utanma sıkılma yok mu? Daha ne kadar “Allah” deyip duracaksın?» dedi.

Bunun üzerine Allâh’ın adını dilinden düşürmeyen adam utanıp sıkıldı ve zikri bıraktı. Gönlü kırık bir hâlde yattı, uyudu. Rüyâsında Hızır -aleyhisselâm-’ı gördü. Hazret-i Hızır ona, neden zikri bıraktığını sordu. Adam:

«–Yaptığım onca zikre karşılık verilmedi. Hak katından; “Buyur kulum!” sesi gelmedi. O’nun kapısından kovulmaktan korktum.» dedi. Bunun üzerine Hızır -aleyhisselâm-, adama şu hikmetli karşılığı verdi.

«–Ey Allâh’ın kulu! Senin “Allah” demen, Allâh’ın; “Buyur kulum!” demesidir. Allah, isminin zikrini herkese nasip eder mi? Senin “Allah” diyebilmen, Allâh’ın sana duyduğu sevginin işâretidir.»

Bunu duyan adam kalkıp istiğfarda bulundu ve tekrar Allâh’ı zikre devam etti.”

İşte nefs ve şeytanın bunun gibi sayısız hileleri vardır. Mü’min, bu düşmanlarının tuzaklarından firâset ve basîretle korunmalı ve dâimâ Rabbine sığınmalıdır.

Unutmamak gerekir ki, görünen dış düşmana karşı tedbir almak kolaydır. Asıl mühim olan ise, içteki dost maskeli düşmanlardan gâfil kalmamaktır. Zira kaleler daha çok içten yıkılır.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Babam, rûhunu teslim ederken, bana şu nasihatte bulundu: «Oğlum! Şehvet bir ateştir, ondan sakın. Cehennem ateşini kendin için harlandırma. O ateşte yanmaya tâkatin yoksa bugünden sabır ile o ateşe su dök.»”

[Şehvet; nefsin her türlü şiddetli arzu ve ihtiraslarıdır. Mal, makam, mevkî, şöhret ve karşı cinse duyulan haddinden fazla ve aşırı düşkünlük gibi bütün azgınlık ve taşkınlıklar, şehvet cümlesindendir. Bunlar gâfil insanları asıl maksadından ve insanlık haysiyetinden uzaklaştıran mühim imtihanlardır. Bu tür imtihanlar karşısında sabredememek ve nefse yenik düşmek; gelgeç zevkler ve fânî menfaatler uğruna ebedî bir hayatı elîm bir azâba çevirmekten başka bir şey değildir.

Behlül Dânâ Hazretleri, hikmetli nasihatleriyle devrinin insanlarını ve bilhassa Halîfe Hârun Reşid’i nefse uyarak gaflete düşmekten îkaz etmeye çalışırdı. Halîfe de onun bu samimî hâlini sever, saraya girip çıkmasına müsâade ederdi. Fakat Behlül Dânâ bir müddet ortadan kayboldu. Uzun bir süre saraya uğramadı. Karşılaştıklarında Hârun Reşid merakla sordu:

“–Behlül, çoktandır görünmedin, nerelerdeydin?”

Behlül:

“–Bana cehennemi gösterdiler, oradaki vaziyeti seyrettirdiler.” diye cevap verdi.

Hârun Reşid bu cevâba şaşırarak:

“–Nasıl girdin oraya, ateş seni yakmadı mı?” dedi.

Behlül Dânâ, halîfeyi dehşete düşüren şu cevabı verdi.

“–Hayır, orada hiç ateş görmedim. Çünkü herkes ateşini dünyadan kendisi getiriyormuş!..”

İşte hayatımızı kendimiz için bir ebedî azap değil de sonsuz bir saâdet sermâyesi kılabilmemiz için en başta nefislerimizin aşırı arzularına dur diyebilecek bir sabır ve dirâyeti son nefese kadar elden bırakmamak îcâb eder.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Her insanda bir kalıp ve kıyafet görüyorsun. İnsanlık, o kalıp ve kisve ile değildir. İnsanlık; âlicenaplık ve diğergâmlıkladır. Sûret yeterli değil, asıl sîret (yani gönül âlemi) lâzımdır. İnsan; mârifet, fazîlet, (ince anlayış ve hassas gönül) sahibi olmalıdır. Bunlar olmadıktan sonra kırmızı-mavi boyalarla duvarlara yapılan sûretlere de adam demek îcâb eder. Bir insanda mârifet, fazîlet, merhamet, kerem ve ihsan olmadıktan sonra o adamla duvarlardaki resimler arasında ne fark vardır?”

[İnsanı insan yapan, onun zâhirî görünüşü değil, insanlık şeref ve haysiyetine yaraşır bir karakter ve şahsiyet sergileyebilmesidir. İnsan, hâl ve davranışlarıyla meleklerden üstün bir dereceye çıkabileceği gibi, bunun aksine hayvanlardan aşağı bir duruma da düşebilir. Bunun içindir ki hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

“Allah, sizin sûretlerinize (dış görüntünüze) ve mallarınıza bakmaz! Fakat sizin (ihlâs ve takvâ bakımından) kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34)

Yine Cenâb-ı Hak, kullarına zâhirî ve maddî durumlarına göre değil, mânevî hâllerine göre bir kıymet verdiğini şöyle beyan etmektedir:

“…Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı en çok takvâ sahibi olanınızdır…” (el-Hucurât, 13)

Takvâ ise bedene değil, kalbe âit bir keyfiyettir. Bu bakımdan dış görünüşe ehemmiyet verip varlık, makam ve mevkîye sığınmak, rûhâniyeti zaafa uğratarak nefsi palazlandırmaktır. Hâlbuki insan, iç âlemini takvâ ile, davranışlarını güzel ahlâk ve sâlih amellerle tezyîn edebildiği nisbette Hak katında bir kıymet kazanır.

İslâm’ı lâyıkıyla hazmetmeden, rûhî incelik ve derinliğe varamadan, dindarlığı yalnız kılık kıyafet ve şekle hasredenler için Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:

Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil,

Gönlün derviş eyleyen, hırkaya muhtaç değil!..]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Bulut, âb-ı hayat yağdırsa, yine de söğüt ağacından bir yemiş yiyemezsin. Çünkü söğüt ağacının meyvesi yoktur. (Kalp gözleri âmâ olmuş) alçak ve bozuk tabiatlı kimse ile vakit geçirme. Çünkü hasır kamışından şeker yiyemezsin.”

[Kalp körlüğü içinde olanların, ilâhî hikmetlerden nasip almaları ve bu nasibi sâlih amellere dönüştürebilmeleri mümkün değildir. İki gözünü iki parmağıyla kapatmış olan bir kimse, nasıl ki hiçbir şey göremezse, nefsânî bir şartlanma ve inatla, kalbi karanlık bir zindana dönmüş bir kimse de, en fecî idrak körlüğüne dûçâr olmuş demektir.

Bunun içindir ki ilâhî hakîkatler ışığında kendine bir istikâmet verebilmek, rûhunda bir cevher olanların kârıdır. Gökten âb-ı hayat yağsa, rûhâniyet mahrumlarına bir damla bile nasip olmaz. Tıpkı sert bir kayanın, üzerine düşen yağmur damlalarından istifâde edemeyişi gibi…]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Mide derdi olmasaydı hiçbir kuş tuzağa düşmezdi.”

[Başa gelen felâketlerin en büyük sebeplerinden biri de “ihtiras”tır. Mevlânâ Hazretleri de bu hakîkati şu teşbihle îzah eder:

“Nice balık vardır ki, su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.”

Dünya imtihanında insan da tıpkı bu misaldeki gibi pek çok olta ucundaki yemlere muhâtaptır. Yemi görüp içindeki tuzağı unutan gâfil ve muhteris kimseler, o yemin bir anlık lezzeti için kendini helâke sürükleyen balık gibidirler. Nefsânî arzularının esiri olup Rabbini unutan bir kul da bu hâldedir.

Velhâsıl nefsânî ihtiraslar, kalp gözünü perdeleyerek insanın hem dünyasına hem de âhiretine zehir saçar.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Yeni yetişen üzümün tadı ekşi olur, ama birkaç gün sabredilince tatlılaşır.”

“Sabır, önceleri insana zehir gibi görünür, fakat bunu huy edinirsen bal olur.”

[Sabır, büyük ve çetin bir imtihan mevzuudur. Sabrın dünyevî tarafı acı, fakat uhrevî tarafı ilâhî mükâfatlarla doludur. Cenâb-ı Hak en sevdiği kullarını âdeta çile çemberinden geçirmiştir. En ağır imtihanlara tâbî tutulanlar, peygamberler ve Hakk’a yakınlık derecelerine göre sâlih mü’minlerdir. Nitekim Allâh’ın Habîbi Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-;

“…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım…” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Hakîkaten, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Kâbe’de namaz kılarken üzerine bedbaht müşrikler tarafından ağır deve işkembeleri atılmış, Tâif’te taşlanmış, yedi evlâdından altısını sağlığındayken kaybetmiş ve daha nice çilelere mâruz kalmıştır. Fakat Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bütün bunları büyük bir sabır, rızâ ve tevekkülle karşılamış, ümmetine bu hususta da en güzel örnek olmuştur.

Velhâsıl, kulun Rabbine yakınlığı arttığı nisbette, ilâhî imtihan tecellîlerine sabredebilme dirâyeti de artar. Hattâ Allah için çekilen bütün acılar tatlanır; külfetler nîmete, zahmetler rahmete dönüşüverir.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Kısmetine râzı olmayan kuldan Cenâb-ı Hak da râzı olmaz.”

[Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına ermek istiyorsak, evvelâ O’nun hakkımızdaki takdîrine râzı olmayı bilmeliyiz. Rabbimizle huzur bulmalı, O’nun beraberlik ve dostluğuyla mutmain bir gönle kavuşmalıyız. Hikem-i Atâiyye’de buyrulan:

“Yâ Rabbî! Sen’i bulan neyi kaybetti? Sen’i kaybeden neyi buldu?” hikmetini kalplerimize nakşetmeliyiz.

Zira gerçek bir kulluk:

–Hakk’ın takdîrinden memnun olabilme sanatıdır.

–Her zaman ve mekânda Allah ile dost kalabilme mahâretidir.

–Hayatın med-cezirleri, değişen şartları ve sürprizleri karşısında muvâzeneyi bozmayıp şikâyet ve sızlanmayı unutabilme hüneridir.

Nitekim, çile ve ıztırapları âdeta “hoş geldin” dercesine karşılayan Eyyûb -aleyhisselâm-’a Cenâb-ı Hak; “O ne güzel kuldu.” buyurmuştur.1

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216)

Gaybı bilen, yalnız Cenâb-ı Hak’tır. Bizler, hâdiselerin derûnuna vâkıf olamadığımız için, zâhiren musîbet gibi görünen hâdiselerde de Cenâb-ı Hakk’a tevekkül ve teslîmiyet göstermeliyiz. Zira Cenâb-ı Hakk’ın sevip râzı olduğu kullar, her hâlükârda ilâhî takdîre râzı olabilen sâlih kullardır.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kim akşam olunca (samimiyetle); «Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, nebî olarak Muhammed -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’den râzı oldum.» derse, Allah Teâlâ Hazretleri’nin o kulunu râzı etmesi üzerine bir hak olur.” (Tirmizî, Deavât, 13/3389)]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Avamdan bir zarar görürsen incinme. Çünkü onlar, ne mihnet, ne de rahat vermeye güç yetirebilirler. Dostun dostluğunu ve düşmanın düşmanlığını Allah’tan bil. Zira her ikisinin de kalbi, O’nun tasarruf elindedir. Her ne kadar atılan ok yaydan çıkarsa da, akıllı insan oku yaydan bilmez, yayı tutan kimseden görür ve öyle bilir.”

[Îman esaslarından biri de, hayır ve şerrin Allah Teâlâ’dan olduğuna inanmaktır. Cenâb-ı Hak ile kalbî irtibâtı sağlam olanlar, başlarına gelen müsbet-menfî her şeyin aslında ilâhî bir imtihan tecellîsi olduğunu bilirler. O tecellîlerde vâsıta olan sebeplere takılıp kalmazlar. Sebepten Müsebbib’e, fâilden Fâil-i Mutlak’a kalben intikâl ederler. Her oluştaki murâd-ı ilâhî’ye dikkat kesilirler.

Şâir ne güzel söyler:

Ne kahrı dest-i âdâdan, ne lûtfu âşinâdan bil,

Umûrun Hakk’a tefvîz et, Cenâb-ı Kibriyâ’dan bil!

“Ne kahrı düşman elinden, ne de lûtfu dostlarından bil! Sen işlerini Allâh’a havâle et ve her şeyin Cenâb-ı Kibriyâ’dan geldiğini bil!..”

Dolayısıyla başa gelen ilâhî takdîr tecellîlerinden aslâ şikâyetçi olmamak îcâb eder. Kâmil bir îman şuuruna sahip olanlar, ne zorlukta bedbin olurlar ne de varlıkta şımarırlar. Bilâkis dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın imtihan tecellîlerine sabrederek ve şükrederek her durumdan mânen kazançlı çıkmasını bilirler.

Nitekim Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- muhtelif vesîlelerle sık sık; “Allâh’ım! Gerçek hayat, sadece âhiret hayâtıdır.” buyurmuştur. (Buhârî, Rikak, 1) Böylece -kahır veya lûtuf- hangi tecellî ile karşılaşırsa karşılaşsın, bunun kazanılması gereken ilâhî bir imtihan olduğuna dikkat çekmiştir.

Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirah, 5-6)

Yine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, çok sevdiği kızı Fâtıma -radıyallâhu anhâ-’yı dâimâ takvâya, zühde ve istiğnâya teşvik etmiş, bu dünyadaki sıkıntılara katlanarak ukbâda ebedî saâdete ermeyi tavsiye buyurmuştur.

Bizler de felâket ânında da saâdet ânında da; “Yâ Rabbî, bütün bu imtihanlar Sen’dendir. Gerçek huzur ve saâdet âhirettedir.” deyip sabır ve şükürle râzı olmalıyız ki, Allah Teâlâ da bizden râzı olsun.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“İhsanda bulun, fakat başa kakma ki, yaptığın iyilik aslında kendinedir. Hayırlı bir iş yaparsan, sonunda ondan yine sen istifade edeceksin.”

“Hayır işlemeye muvaffak olduğun için Allâh’a şükret. Zira Hak Teâlâ seni lûtuf ve ihsanından boş bırakmadı… Seni hayır yolunda istihdâm ettiği için sen O’na minnettar ol.”

[Bütün nîmetler Allâh’ın lûtuflarıdır. O nîmetleri yine Allah yolunda hayra sarf edebilmek de Rabbimizin ayrı bir lûtuf tecellîsidir. Dolayısıyla Allah için hizmette bulunanlar, bu gayretlerinin, hizmet ettiklerinden çok, kendilerine fayda sağlayacağını unutmamalıdırlar. Hizmeti nîmet bilmeli; kimseden bir minnet beklemeden, şükür duygularıyla gayret etmelidirler.

Ali Râmitenî Hazretleri buyurur ki:

“Minnetle (başa kakmak sûretiyle ve teşekkür bekleyerek) hizmet eden çoktur. Ancak hizmeti nîmet bilenler ise pek azdır. Siz hizmette bulunma fırsatını ele geçirmiş olmayı bir nîmet bilir ve hizmet ettiklerinize minnettar kalırsanız, herkes sizden memnun olur ve şikâyetçiniz kalmaz…”

Ömrü, Allâh’a kulluk ve O’nun mahlûkâtına hizmetle geçmiş olan merhum pederimiz Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, hizmetin kıymet ve ehemmiyetini şöyle ifâde buyururlardı:

“Hizmet etme fırsatı herkese nasîb olmaz. Çok kimseler vardır ki, her hususta hizmet kâbiliyetleri olduğu hâlde, zaman ve mekân müsâit olmadığından, hizmet etmekten nasipleri yoktur. Hizmet edenler, hizmeti bir nîmet bilip tevâzûlarını artırmalı ve hattâ bu nîmete vesîle oldukları için hizmet edilenlere teşekkür edâsı içinde bulunmalıdırlar.”]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Sonbaharda gül ağacını yıkma ki, ilkbaharda onun güzel manzarasından mahrum kalmayasın.”

[Gayret ve çalışmanın da, dinlenip uyumanın da bir vakti vardır. Gayret vaktinde gaflet ve tembellik edenlerin huzurlu bir istikbâli olmaz. Bunun gibi, dünya hayatı da gayret zamanıdır, zevk u safâ zamanı değil!..

Nasıl ki ekip-dikme mevsiminde rehâvete kapılarak tembellik eden bir çiftçinin ambarı boş kalırsa, dünya tarlasında hayır-hasenat ve amel-i sâlih tohumu ekmeyenler de, âhirette saâdet mahsulü biçemezler. Bu sebeple fânî hayatımızda Allah yolunda hizmet edelim ki bâkî hayatımız, Rabbimize vuslatın rahmet gölgesi altında geçsin.

Unutmamak gerekir ki, dünya telâşına dalarak Allâh’ı unutanlar, âhirette ilâhî rahmet lûtfedilirken unutulanlardan olurlar. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Kim de Ben’i anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz. O; «Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!» der. (Allah) buyurur ki: «İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!»” (Tâhâ, 124-126)]

Rabbimiz, kalp gözlerimizi böyle bir gaflet uykusuna dalmaktan muhâfaza buyursun. Fânî hayatımızı ebedî bir saâdetin sermâyesi kılacak bir îman firâsetini ve gayret-i dîniyyeyi hiçbir zaman gönüllerimizden eksik eylemesin!

Âmîn…

Dipnot: 1.  Bkz. Sâd, 44.