Şeyh Sâdî (kuddise sirruh) -2-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2011 – Şubat, Sayı: 300, Sayfa: 032

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Halkın, Kâbe örtüsüne yüz sürdüğünü ve onu öptüğünü görüyorsun. O ipek örtü, zâhiren ipek böceğinin kozasından yapıldığı için şöhret ve îtibar bulmadı. Lâkin bir müddet, mukaddes Kâbe duvarında bulundu da, onun için aziz oldu.”

[Allah katında makbul bir varlığa yakınlık, cansız varlıklara bile bir kıymet kazandırmaktadır. Şüphesiz ki bu kâide, varlıkların en mütekâmili ve şereflisi olan insanoğlu için, çok daha fazla geçerlidir.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe 119) buyurmaktadır.

Bütün insanlar, beden olarak birbirlerinin aynısı veya benzeridir. Fakat iç âlemleri; muhabbet, ülfet ve ünsiyet ettikleri kişilerin şahsiyet ve karakterine göre bir mâhiyet kazanır. Sâlih ve sâdıklarla beraber olan bir kimse, istîdâdı nisbetinde onların rûhâniyetinden feyz alır. Kendisi ne kadar kusurlu olursa olsun, samimiyetle sevip yakın olduğu, âidiyet ve mensûbiyet duyguları içinde bulunduğu makbul ve mûteber kimselerden dolayı bir değer kazanır.

Lâkin bunun zıddına; muhabbet ve hayranlık duyulan fâcir ve fâsık kimselerin gafletlerinden de az veya çok, fakat mutlakâ menfî bir pay, beraberinde bulunan kişiye sirâyet eder. Varlıklar ve gönüller arasındaki bu hâl transferi sebebiyle insan, hangi mekânlarda bulunduğuna ve kimlerle beraber olduğuna dikkat etmelidir. Zira buna göre mânen seviye kazanmakta veya kaybetmektedir.

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî, hâllerdeki sirâyetin, kişinin mânevî hayatını nasıl değiştirebildiğini şu misalle îzah eder:

“Ashâb-ı Kehf’in köpeği Kıtmîr, sâdıklarla beraber olduğu için büyük bir şeref kazandı; nâmı Kur’ân-ı Kerîm’e1 geçti. Hazret-i Nûh ve Hazret-i Lût’un hanımları ise fâsıklarla gönül birliği içinde olduklarından, cehenneme dûçâr oldular.2”

Unutmamak gerekir ki insanın rûhuna en çok tesir eden iki mühim müessir vardır:

1-Boğazından geçen lokmanın helâliyet derecesi.

2-Beraber bulunduğu kimselerin mânevî keyfiyeti.

Ayrıca takvâ ehli büyükler, -çok mecbur kalmadıkça- haramların ve kerahatlerin irtikâb edildiği mekânların gölgesinde bile yürümeyi uygun görmemişlerdir. Zira oralardan da kalbe kasvet in’ikâs etmesi tehlikesi vardır. Bu hassâsiyeti bütün mâsiyet mekânlarına karşı gösterebilmek, “takvâ”nın bir gereğidir. Zira haramlardan sakınmanın birinci kâidesi, onlara yaklaşmamaktır.

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Vedâ Haccı’nda Minâ ile Müzdelife arasındaki Muhassir Vâdisi’nden hızlı olarak geçmişlerdi. Sahâbîler hayretle:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ne hâl oldu ki süratlendiniz?” diye sorunca Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Cenâb-ı Hak, bu mevkîde Ebâbil kuşlarını göndererek Ebrehe’nin fil ordusunu helâk etmişti. O kahırdan bir hisse gelmesin diye hızlandım…” buyurdular. (Nevevî, Şerhu Müslim, XVIII, 111; İbn-i Kayyım, II, 255-256)

Nitekim hacda, bu mahalde vakfe yapılmamaktadır. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, daha önce de, Semûd Kavmi’nin helâk edildiği bölgeden geçtikleri Tebük Seferi dönüşünde aynı hassâsiyeti göstermişlerdi.3

Görüldüğü üzere rahmet ve kahır tecellîleri, cansız varlıklara ve mekânlara dahî sirâyet etmektedir. Bu yüzden rahmetin tecellî ettiği Kâbe-i Muazzama, mescidler, sâlihlerin meclisleri gibi güzel mekânlardan mânen istifâde edilmelidir. Bunun aksine, günah ve isyanların işlendiği ve dolayısıyla ilâhî kahrın tecellî ettiği mekânlardan da titizlikle kaçınılmalıdır.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“İyi günlerinde fakirlerin, gariplerin, muhtaçların gönlünü al. Onların gönlünü almak, başa gelecek belâları defeder. Muhtaç senden hâlini arz ederek bir şey isteyecek olursa, ver. Vermediğin takdirde, bir zâlim çıkar, senden zorla alır.”

[İslâm’da mülk; Allâh’a âittir, kula emânet edilen bir imtihan metâıdır. Fakat îman firâsetinden mahrum olanlar, mülkün bu ilâhî imtihan vasfından gâfildirler. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“İnsan var ya, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nîmet verdiğinde (bunun hikmetini düşünmeden) «Rabbim bana ikram etti.» der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise «Rabbim beni önemsemedi.» der.” (el-Fecr, 15-16)

Dolayısıyla bir mü’min, nîmetlere nâil olduğunda şımarıp azgınlaşmamalı, bilâkis Allah için ikram ve infâk ederek fiilî şükrünü, Allâh’ı zikrederek de kavlî şükrünü îfâ etmelidir. Rızık darlığıyla imtihan edildiğinde de isyan etmemeli; sabır, şükür ve rızâ hâlinde Rabbine yönelerek bu durumdan da mânen kazançlı çıkmayı bilmelidir. Zira Cenâb-ı Hak;

“Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!” (el-Fecr, 28) emr-i celîliyle rızâ hâlindeki kullarını Cennet’ine dâvet etmektedir.

Bilhassa israfın arttığı ve tüketim çılgınlığının had safhada olduğu günümüzde, Allâh’ın lûtfettiği nîmet ve imkânların mes’ûliyetini ve uhrevî hesâbını unutmamak gerekir. Garip, fakir ve muhtaçların, servetler içinde ilâhî tâyinle belirlenmiş bir haklarının olduğu, hatırdan çıkarılmamalıdır. O hakkın, gönüllü infaklarla ödenmediği takdirde, türlü musîbet ve felâketlerle de elden çıkabileceğini düşünmek îcâb eder. Bu sebeple fırsat eldeyken gönül huzûruyla infak ve ikramlarda bulunmak, en akıllıca olan davranıştır. Zira Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Herhangi birinize ölüm gelip de; «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infâk edin. Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Münâfikûn, 10-11)]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Gönül kimi severse güzel odur.

İnsan, bir kimseye muhabbet duymaz ve ona sevmeyerek nazar ederse, o, Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- gibi güzel olsa da gözüne çirkin görünür. Lâkin muhabbet nazarıyla bakarsa, şeytan bile gözüne melek gibi görünür.”

[Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e öyle bir muhabbet derinliğiyle bakıyordu ki, O’nun en yakınındayken bile O’na büyük bir hasret duyuyor, O’nun gül yüzünü seyretmeye doyamıyordu. Kalbi nefsânî bir öfke ve düşmanlıkla katranlaşmış olan Ebû Cehil ise bu hâlin tam tersi bir vaziyetteydi. Demek ki göz, gönle bir gözlük mesâbesindedir ve asıl gören gönüldür. Görülen şeylerin mânâsı da gönlün mânevî keyfiyetine göre değişmektedir.

Nitekim, devrin hükümdârı Leylâ’yı görünce hayret eder:

“–Mecnûn’un aklını başından alarak onu aşkından çöllere düşüren Leylâ sen misin? Senin diğer hemcinslerinden bir farkın yok ki!..” der.

Leylâ cevap verir:

“–Sen bana Mecnûn’un gönül gözüyle bakmıyorsun ki!..”

Leylâ’ya ancak Mecnûn’un gönül penceresinden bakabilenler, onda tecellî eden güzelliği temâşâ edebilirler. Mecnûn öyle bir muhabbet istîdâdına sahipti ki, Leylâ’yı serâpâ bir güzellik meşheri olarak görmüş ve bu mecâzî güzellik, onu ilâhî aşka yükselten bir basamak hâline gelmişti. Hakîkî güzeli bulabilmek, kâinattaki ilâhî azamet ve kudret tecellîlerini kalbin muhabbet penceresinden, îman heyecanıyla seyredebilmeye bağlıdır.

Cenâb-ı Hakk’ın, muhabbet sâikıyla yarattığı bütün mahlûkat, O’nun güzel isimlerinin tecellîsidir. Güzel isimlerin tecellîsi ise çirkin olamaz. Îmânı aşkla yaşayan muhabbet ehli mü’minler, muhabbetin mutlak menbaı olan Hak Teâlâ’nın her türlü takdîrini seve seve kabul ederler. Onlar nazarında, kâinatta abes ve hikmetsiz bir varlık yoktur. Bu sebeple onlar, her hâlükârda huzur dolu bir gönül dünyasına sahip olurlar.

Nefsânî arzularının esiri olduğu için hakîkî muhabbetten nasipsiz kalan kimseler ise, gerçek güzeli çirkin görür, asıl saâdeti sefâlet zanneder, şikâyet, sızlanma, geçimsizlik ve çatışmalardan kurtulamazlar. Zira bütün huzursuzluklar, hakîkî muhabbet noksanlığındandır.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Dalgıç, nehirde timsahtan veya denizde köpek balığından korkarsa, inci elde edemez.”

[Bir muvaffakıyetin değeri, ona ulaşmak için katlanılan güçlükler nisbetindedir. Hakk’ın rızâsına ermeyi, Cennet ve Cemâlullâh’ı arzulayan bir mü’min de, evvelâ nefsine ve şeytana karşı girişeceği çetin bir mücâdeleyi göze almak zorundadır. Rabbinin rızâsı veya nefsinin arzusu arasında bir tercih mecbûriyetinde kaldığında, büyük bir îman muhabbetiyle nefsinin menfaatini geri plana atabilmelidir. Zira her nîmetin bir bedeli vardır. Îman, en büyük nîmettir ve bedelinin Cenâb-ı Hakk’a ödenmesi zarûrîdir.

Muhabbetin kantarı, fedâkârlıktır. Muhabbetin samimiyeti ve seviyesi, sevilen uğrunda gösterilen fedâkârlık ve gerektiğinde onun için girilen risk ile ölçülür. Allâh’ı her şeyden fazla seven bir mü’min de gerektiğinde Allah için her türlü fedâkârlığı gösterebilmelidir. Nitekim Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, sahâbe-i kirâm ve selef-i sâlihînin örnek hayatları, bu hakîkatin sayısız tezâhürleriyle doludur.]

Şeyh Sâdî Hazretleri, insanın gönül yapısını üç kategoride değerlendirerek şöyle buyurur:

1-Gönül ehli iki kâmil insan, aralarında bir kılı bile muhafaza eder ve onu koparmazlar.

2-Eğer iki kişiden biri hoyrat, diğeri akl-ı selîm sahibi ise de böyle hareket ederler.

3-Her ikisi de câhilse, aralarında zincir de bulunsa, onu kırıp koparırlar.”

“On adam bir sofrada yemek yer de, iki köpek bir leş üzerinde geçinemez.”

[Kâmil bir mü’minin fârik vasıflarından biri de geçim ehli olmasıdır. Nitekim Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurmuştur:

“Mü’min, başkalarıyla ülfet eder (hoş geçinir) ve kendisiyle ülfet edilir. Kimseyle ülfet etmeyen ve kendisiyle de ülfet edilmeyen kişide hayır yoktur.” (Ahmed, II, 400, V, 335)

Rabbimiz; mü’minlerin, birbirini yıkayan iki el gibi olmalarını arzu etmektedir.4 Birbirini yıkayan iki elden maksat, birbirinin maddî-mânevî noksanını telâfî etmek, ayıp ve kusurlarını örtüp affetmek, sevincini de üzüntüsünü de paylaşmak, yâr olup bâr (yük) olmamak, birbirine dâimâ hakkı ve hayrı tavsiye edip bâtıl ve şerden sakındırmak, ihtilâfları husûmet ve dargınlığa dönüştürmemek için; “Ben haklıyım, sen haksızsın!” gibi münâkaşaları terk ederek her hâlükârda İslâm kardeşliğini yaşatabilmektir. Zira bu husustaki ilâhî emir çok açıktır:

“…Siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, (mü’min kardeşleriniz ile) aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin.” (el-Enfâl, 1)

Allah Teâlâ, her insanın iç dünyasını birbirinden farklı yaratmıştır. Bu sebeple topluluğun bulunduğu yerde görüş farkının vukû bulması gâyet tabiîdir. Mühim olan, her farklı düşünceyi İslâm’ın telkîn ettiği kardeşlik rûhuyla telif ederek gönüllerde husûmet ve ayrılıklara mahal vermemektir.

Günümüz toplumunda boşanma oranlarındaki tehlikeli artış, geçimsizlikler, sabırsızlıklar, münâkaşalar, çatışmalar ve huzursuzluklar, dâimâ fedâkâr, diğergâm ve gönül ehli insan eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Mânevî terbiye noksanlığı sebebiyle nefisler azgınlaşmakta; insanları hodgâm, egoist, menfaatperest ve “ben” merkezli yaşamaya dûçâr etmektedir. Bu hâl ise kardeşlik, dostluk ve birlik-beraberlik duygularına zehir saçmaktadır.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Engin deniz, kirli bir taşla bulanmaz. İncinen mü’min, henüz sığ sudur (yani ham hâldedir).”

“Hakk’a yakınlık kazanmış, mârifetten nasip almış bir mü’min ise, edep mahrumu câhillerden hakaret görürse, kırılmaz ve gücenmez.”

“Bir tâlihsiz taş, bir altın kâseyi kırabilir, ama ne taşın kıymeti artar, ne de altının değeri eksilir.”

[Mevlânâ Hazretleri, câhil ve görgüsüz kimselerin, ârif ve olgun kimseler hakkındaki ileri-geri konuşmalarının, o zâtların kıymetinden bir şey kaybettirmeyeceği hususunda;

“Köpeklerin ağzı değdi diye deniz kirlenmez!” buyurmuştur.

Küçük ve sığ sular, en ufak bir pislikle kirlenirler. Ancak derya misâli engin sular kolay kolay kirlenmez, bilâkis kendilerine atılan kirli nesneleri bile kirlerinden arındırırlar. Gâfil ve nâdan kimselerin yaptığı kabalıklar, attığı çamurlar ve ettiği hakâretler de deryâ gönüllü kâmil mü’minlerin kalbî muvâzenesini aslâ sarsamaz. Şu hadise, bu hususta ne güzel bir misaldir:

Bir gün Sultan Ahmed Han, çok sevdiği üstâdı Hüdâyî Hazretleri’ne kıymetli bir hediye göndermişti. Fakat Hüdâyî Hazretleri, devlet ricâlinden hediye alma alışkanlığı olmadığı için kabûl etmedi. Bunun üzerine hediyeyi artık uhdesinden çıkarmış olan Sultan Ahmed Hân, onu devrin şeyhlerinden Abdülmecîd Sivâsî Hazretleri’ne gönderdi. Abdülmecîd Sivâsî Hazretleri’nin hediyeyi kabul etmesi üzerine de onu bir ziyareti esnâsında:

“–Efendim! Ben bu hediyeyi daha evvel Hüdâyî Hazretleri’ne göndermiştim; kabul buyurmamıştı. Fakat siz kabul buyurdunuz!” dedi.

Sultânın murâdını anlayan Sivâsî Hazretleri şu hikmetli cevabı verdi:

“–Sultanım! Hazret-i Hüdâyî bir ankâdır ki, lâşeye tenezzül etmez!”

Bu cevaptan memnun olan Sultan, aradan birkaç gün geçtikten sonra Hüdâyî Hazretleri’ne uğradı. Ona da:

“–Efendim! Sizin kabul etmemiş olduğunuz o hediyeyi Abdülmecîd Efendi kabul buyurdu.” dedi.

Hazret-i Hüdâyî de mütebessim bir çehre ile:

“–Sultanım! Abdülmecîd Efendi bir deryâdır. Koca deryâya bir damlacık mâsivâ kiri düşmesi, onun sâfiyetine zarar vermez!” buyurdu.

Diğer taraftan; “Meyveli ağaç taşlanır.” denilmiştir. Kâmil mü’minler de, kendilerine gelebilecek taşlara hazırlıklı olmalıdırlar. Nitekim Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- nice görgüsüz ve câhil insanların kabalıklarına mâruz kaldı. Fakat engin bir rahmet ve muhabbet ummânı olan gönlü bunlardan incinmek yerine onların kendilerine yazık etmelerine üzüldü.  Rabbi kendisinden râzı olduktan sonra, başına gelenlere aldırış etmedi. Onun nazarında fânîlerin medh ü senâları veya alay ve yermeleri değil, Rabbinin rızâsı mühimdi. Bunun içindir ki, kendisini taşlayan Tâif halkının helâki için bedduâ etmek yerine, hidâyet ve selâmete ermeleri için duâ etti.

Sâlih bir mü’min de, kendisine ezâ ve cefâ verenlere, akl-ı selîm ile mukâbele etmeli, onlara kızıp öfkelenmek yerine affetmeli, merhamet nazarıyla bakıp onların hayrını dilemelidir.

Nitekim Hallâc-ı Mansur, kendisini anlamayanlar tarafından taşlanırken; “Yâ Rabbi! Benden evvel, beni taşlayanları affet!” niyâzında bulunmuştur.

Cenâb-ı Hak, sâlih kullarının bâzı vasıflarını bildirdiği âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmuştur:

“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler…” (Âl-i İmrân, 134)

“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkan, 63)

Bu olgunluk ve dirâyeti gösteremeyip, gördükleri kötülüklerden dolayı şahsî intikam peşine düşenler; mânevî olgunluktan nasipsiz, ham gönüllü ve sığ idrakli kimselerdir.

Bunun içindir ki mânevî olgunluk yolu olan “Tasavvufun başlangıcındaki ilk ders «incitmemek», nihâyetindeki son ders ise «incinmemek»tir.” denilmiştir. Bu mânâyı şâir ne güzel hülâsa eder:

Cihan bâğında ey âkil, budur makbûl-i ins ü cin;

Ne kimse senden incinsin, ne sen bir kimseden incin…]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Cennete hile ile girilmez. Çünkü yüzündeki perde yarın açılacaktır.”

[Mücrimler bu dünyada binbir hile ve kurnazlıkla suçlarını gizleyip yakalarını kurtardıklarını sansalar bile Hâkimlerin Hâkimi olan Allah Teâlâ’nın huzurunda, o büyük mahkeme gününde, hiçbir bahânenin ardına saklanamayacak, hiçbir yalan-dolanla suçlarını gizleyemeyecek, hiçbir maske ile gerçek yüzlerini örtemeyeceklerdir. Zira o gün bütün sırlar ortaya dökülecek, insanın uzuvları kendisi aleyhine şâhitlik edecektir.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Sırların ortaya döküldüğü günde insan için ne bir güç ne de bir yardımcı vardır.” (et-Târık, 9-10)

“Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri işledikleri şeye karşı onların aleyhine şâhitlik edecektir.

Derilerine: «Niçin aleyhimize şâhitlik ettiniz?» derler. Onlar da: «Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu.» derler…” (Fussilet, 20-21)

“Her insanın amelini (veya kaderini) boynuna bağladık. İnsan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 13-14)

“Kitap ortaya konmuştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. «Vay hâlimize!» derler; «Bu nasıl kitapmış! Küçük-büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!» Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (el-Kehf, 49)

Âhirette bütün amellerimizden, dünyada yararlandığımız nîmetlerden, konuşmamız gerektiği yerdeki susmalarımızdan, susmamız gerektiği yerdeki konuşmalarımızdan, bütün yapıp ettiklerimizden, ibadet ve hayırlarımızın ne kadar hâlisâne, ne kadar riyâ ve başka niyetlerle karışık olduğundan hep hesâba çekileceğiz. Orada iç dünyamızı ve hâlimizi en net şekliyle seyredeceğiz.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;

“(İlâhî mahkemede) hesaba çekilmeden evvel nefislerinizi hesaba çekiniz.” buyuruyor. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 27) Bizler de o büyük gün gelip çatmadan evvel, kendi iç muhâsebemizi yapmalıyız. O çetin hesap gününü düşünerek amel defterimizi bugünden aklamaya çalışmalıyız. Zira o gün, istiğfâr ile günahları bağışlatmanın da, helâlleşerek kul haklarını affetirmenin de imkânı olmayacaktır. Velhâsıl gün, bugündür; zaman, bu zamandır; fırsat, bu fırsattır!..]

Rabbimiz, o büyük günde amel defterimizi sağımızdan alabilmeyi, Kirâmen Kâtibîn meleklerinin anbean not ettiği o satırlarda, hayırlarla, amel-i sâlihlerle, güzelliklerle karşılaşmayı hepimize nasîb ve müyesser eylesin!

Âmîn…

Dipnotlar: 1. Bkz. el-Kehf, 18. 2. Bkz. et-Tahrîm,10. 3. Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 17. 4. Bkz. Süyûtî, Câmiu’l-Ehâdîs, no: 21028.