Şeyh Sâdî (kuddise sirruh) -1-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2011 – Ocak, Sayı: 299, Sayfa: 032

Bundan önceki yazımızda, kalplerin huzura ermesi, incelik ve hassâsiyet kazanması için gönülleri hikmetlerle ihyâ etmenin lüzûmunu ifâde etmiş ve Mevlânâ Hazretleri’nin hikmetli nasihatlerinden birkaç misal vermiştik. Bu yazımızda da Şeyh Sâdî-i Şîrâzî’nin hikmetli söz ve nasihatlerine yer vereceğiz.

Şeyh Sâdî, 13. asırda yaşamış bir gönül insanıdır. Yirminin üzerinde eser kaleme almış olmakla birlikte, bilhassa Mevlânâ Hazretleri’nin üslûbunu hatırlatan Bostan ve Gülistan adlı hikemî eserleriyle tanınmıştır. Âlim ve edib bir mutasavvıf olan Şeyh Sâdî; ilim, irfan, ibâdet ve cihadla dolu, bir asırlık ömrün ardından, doğduğu yer olan Şîraz’da vefât etmiştir.

Şeyh Sâdî’nin Gülistan adlı eserinde naklettiği, kendisinin nasıl bir mânevî terbiye ve irşâd ile yetiştiğinin de işâretlerini veren şu hâtırası, ne kadar hikmetlidir:

“Çok iyi hatırlıyorum. Çocukluğumda da ibadetlere çok düşkündüm. Geceleri kalkar, ibadetle meşgul olurdum. Bir gece babamın yanında oturuyordum. Bütün gece gözümü yummamış, Kur’ân-ı Kerîm’i elimden bırakmamıştım. Bâzı kimseler ise etrafımızda uyuyorlardı. Babama:

«–Şunların bir tanesi bile başını kaldırıp iki rekât teheccüd namazı kılmıyor; sanki ölü gibi uyuyorlar.» dedim. Bu sözüm üzerine babam kaşlarını çattı ve:

«–Oğlum! Başkalarının dedikodusunu edeceğine, keşke sen de onlar gibi uyusaydın!» karşılığını verdi.”

Yani babası Sâdî’ye âdeta şu dersi veriyordu:

“–Senin hor gördüklerin, seher vaktinin feyiz ve rahmetinden mahrum kalsalar da onlara Kirâmen Kâtibîn melekleri menfî bir şey yazmıyor. Senin amel defterine ise, din kardeşlerini küçük görme ve gıybet günâhı yazıldı…”

İşte böylesine hassas îkaz ve irşadlarla yetişip mânen inkişâf eden Şeyh Sâdî, hakîkate teşne yüreklere hikmet menbaı, yorgun ve bîkes gönüllere tesellî pınarı olan ihlâs ve samimiyet mahsûlü eserleriyle bugün bile irşad hizmetine devam etmektedir.

Şeyh Sâdî Hazretleri’nin kalp BOSTANındaki hikmet meyvelerinden tadabilmek, tefekkür GÜLİSTANındaki goncalardan kendimize bir ibret demeti derebilmek için, buyurun, hep birlikte onun gönül iklîmine mânevî bir ziyârete çıkalım:

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Hak dostları, daha ziyâde, kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş ederler.”

[Allah dostları, yalnızların yanıbaşında, mâtemlerin civârında bulunarak kimsesizlerin kimsesi olurlar. Garipleri ziyaret eder, iffetinden dolayı çekinip ihtiyacını arz edemeyen muhtaçları sîmâlarından tanırlar. Yine onlarda Hâlık’ın şefkat ve merhamet nazarıyla mahlûkâta bakış hassâsiyeti zirveleştiği için, umum halkın ekseriyetle gâfil olup farkına varamadığı nice büyük ecir kapılarını, yani sevap kazanma fırsatlarını görürler.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Hikmet ehli bir zâta sormuşlar:

«–Cömertlik mi iyidir, şecaat (cesaret) mi iyidir?»

O zât şu karşılığı vermiş:

«–Cömert olanın şecaate ihtiyacı yoktur.»”

[Mal, canın yongasıdır ve onun elden çıkması, insanoğlunun en mühim endişe sebeplerinden biridir.

Lâkin mal-mülk insanoğluna ilâhî imtihan gâyesiyle verilmiş bir emânettir. Cenâb-ı Hak, lûtfettiği malın belli bir kısmının, yine kendi yolunda sarf edilmesini isteyerek “sadakaları (Allah) alır…” buyurmuştur.1 Gâfil insanlar ise, mal-mülkün bir imtihan malzemesi olduğunu unutur da o ilâhî emâneti kendisinin zanneder, nîmetlerin asıl sahibi olan Allâh’a dayanıp sığınmak yerine, elindeki mal-mülkün izâfî kuvvet ve kudretine sığınır.

Nefs ve şeytan da, insanı sürekli fakir düşmekle korkutarak Allah yolunda infâk etmekten alıkoymaya çalışır. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri telkin eder…” (el-Bakara, 268) buyurarak bu hakîkati beyan eder. Bu sebeple şeytanın telkin ettiği fakir düşme korkusunu aşarak infakta bulunabilen cömert kimseler, Allah için risk alabilen gerçek cesaret ehlidirler. Yani cömertlik, îman cesaretine sahip kalplerin zaferidir, sâlih ve kâmil gönüllerin sanatıdır.

Hazret-i Hatice vâlidemiz, İslâm’ın en garip ve zayıf zamanında bütün servetini Allah ve Rasûlü için bezlederek îmânının ihtişâmını sergilemiştir.

Âilesine yalnızca Allah ve Rasûlü’nü bırakarak son kuruşuna kadar bütün malını-mülkünü de- falarca infak edebilen, gördüğü nebevî iltifat karşısında ise büyük bir aşk ve şevk ile; “Ben ve malım yalnızca Sen’in için değil miyiz, yâ Rasûlâllah!”2 diyen Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz, îman celâdetinde ne muhteşem bir zirvedir.

“Anam, babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyen sahâbîler de dünyada hiçbir sıkıntı ve riski göze almaktan çekinmeyip bütün imkânlarını Allah için fedâ edebilecek bir gönül kıvâmıyla İslâm semâsının yıldızları oldular. Allah onlardan râzı olsun!..]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Malının zekâtını ver. Bağcı, üzüm çubuğunun fazlasını budayıp keserse çubuk daha çok üzüm verir.”

[Mal-mülk, infâk etmekle zâhiren azalmış gibi görünür. Fakat hakikatte infak, hem dünya hem de âhiret hayatında berekete vesîle olur. Nitekim hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulmuştur:

“Sadaka kesinlikle malı eksiltmez, bir kul elini sadaka vermek için uzattığında, o sadaka sâilin (sadaka isteyen muhtacın) eline geçmeden evvel, muhakkak Allah Teâlâ’nın eline konulmuş olur…” (Ali el-Müttakî, VI, 377/16134; Taberânî, Kebîr, IX, 109)

“Her sabah iki melek iner. Biri; «Yâ Rab! İnfâk edene, infâkına karşılık yenisini ihsân eyle!» der. Diğeri de; «Yâ Rab! Cimrilik edenin malını telef et!» diye duâ eder.” (Buhârî, Zekât, 27; Müslim, Zekât, 57)

“Kim, helâl kazancından bir hurma kadar sadaka verirse -ki Allah, helâlden başkasını kabul etmez- Allah o sadakayı kabul eder. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sahibi adına ihtimamla büyütür.” (Buhârî, Zekât 8; Tevhîd 23; Müslim, Zekât 63, 64)]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Cimri, borç para isteyecek kişinin gelişini bir fersah uzaktan görür.”

“Hasisin parası kendisi toprağa girdikten sonra topraktan çıkar.”

“Altın ve madenler kazmakla çıkar; hasis, muhteris ve pintinin elinden ise canı çıkmakla çıkar.”

“Cimri bir insan, meşakkatle para biriktirir, hasislikle saklar ve hasretle bırakıp gider.”

[Hikmet ehli, bu hakîkatin îzahı sadedinde şöyle demişlerdir:

“Bir kul öldüğünde, malı hususunda iki musîbetle karşılaşır ki, daha önce bunlar gibisini görmemiştir:

Birincisi; bütün malının elinden alınmasıdır. Diğeri de; bütün malı elinden gitmesine rağmen bunların hepsinden hesâba çekilmesidir.”

Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın şu sözleri de ne kadar mânidardır:

“Bir malda üç ortak vardır. Birincisi mal sahibi, yani sen, ikincisi kaderdir. O, hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz. Üçüncüsü mîrasçıdır. O da bir an önce başını toprağa koymanı bekler, ölünce malını alır götürür, sen de hesâbını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma!..” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Dünyayı elde etmek bir hüner ve mârifet değildir. Asıl hüner ve mârifet, gönül elde etmektir.”

[Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını arayan bir mü’minin, bunu en çok nerede bulabileceğini Mâlik bin Dinar Hazretleri’nin şu rivâyeti ne güzel ifâde etmektedir:

Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a bir ilticâsında:

«–Yâ Rabbi!
Sen’i nerede arayayım!» dedi.

Allah Teâlâ buyurdu ki:

«–Ben’i, kalbi kırıkların yanında ara!»” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Hacca gidenler orada evin (yani beytin) sahibini arasınlar. O’nu bulduktan sonra Kâbe’yi her yerde bulabilirler.”

Kulu Cenâb-ı Hakk’a vâsıl edecek vesîleler, nefeslerin sayısı kadar çoktur. Mühim olan Hakk’a vuslat arayışı içinde yaşamaktır. Bilhassa nazargâh-ı ilâhî olan muzdarip gönülleri dertlerinden kurtarmak, Hakk’ın rızâsına ulaşmanın en güzel yollarından biridir.

Molla Câmî bu hakîkati şöyle ifâde eder:

“(Nazargâh-ı ilâhî olan bir) gönül al! (Çünkü gönül almak) hacc-ı ekberdir…”]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Gönlünün dertli olmasını istemezsen, dertli gönülleri dertlerinden kurtar.”

[Dertli gönüllerin samimî duâları, onların yardımına koşanların dertlerine dermân olur. Mü’min bir kulun en mühim derdi ise, âhiret selâmetidir. Bu selâmet ve saâdetin yolunu, şu hadîs-i şerîf ne güzel hulâsa eder:

“Bir kimse, bir mü’minin dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da kıyâmet gününde o mü’minin sıkıntılarından birini giderir. Bir kimse darda kalana kolaylık gösterirse, Allah Teâlâ da ona dünya ve âhirette kolaylık gösterir. Bir kimse, bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve âhiretteki ayıplarını örter. Mü’min kul, din kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah Teâlâ da o kulun yardımındadır…” (Müslim, Zikr, 38; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Abus, alık ve suratsız adama ihtiyacından bahsetme. Onun kötü tabiatından üzülürsün. Bir derdin varsa, onu öyle sâlih ve müşfik bir kişiye anlat ki, hiç olmazsa onun güler yüzlülüğünden peşin olarak bir haz ve huzur duyasın.”

“Alçaklardan minnetle bir şey istersen belki vücutça artarsın ama, rûhen eksilirsin.”

[Düşük karakterli kimseden bir şey istediğinde, şâyet sana istediğin şeyi verirse, o an nefsinin hesabına kazançlı olduğunu zannedebilirsin. Lâkin izzet ve şahsiyetin zaafa uğrar. Zira o kimsenin minnet yükleyen bakışları, yaptığı iyiliği başa kakan tavırları, alacağını istemekteki kabalıkları karşısında o kadar ezilirsin ki, onun yardımını kabûl ettiğine bin pişman olursun. Bu sebeple mü’min, şahsiyet ve vakârını korumak için hiç kimseye el açmamalı, yüz suyu dökmemelidir. Fakat hayat şartları buna mecbur bırakırsa, hiç değilse sâlih mü’minlere mürâcaat etmelidir. Nitekim İbnü’l-Firâsî’nin anlattığına göre babası:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! (İhtiyacımı başkasından) isteyeyim mi?” diye sormuş, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de:

“–Hayır isteme! Ancak istemek zorunda kalmışsan, bâri sâlihlerden iste!” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvûd, Zekât, 28)

Zira sâlih kullar, iyilikte bulundukları kimselerin şahsiyetini rencide edecek tavırlardan titizlikle sakınırlar. Bilâkis onlar, nazargâh-ı ilâhî olan gönüllere huzur vermenin, çâresizlere çâre olmanın ulvî lezzeti içinde bulunurlar.

İnsan, ihsâna mağlûptur; iyiliğini gördüğü kimsenin hâline meyleder. Bunun içindir ki ârif zâtlar, kâfir ve fâsık kimselerden bir iyilik görmeyi bile istemezler.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Bir tarikat pîrinin, yetiştirdiği müridlerden birine şöyle söylediğini işittim:

«İnsanlar, rızıklarına bağlandıkları kadar o rızkı veren Hak Teâlâ’ya da bağlansalardı, meleklerin makamlarının üstüne yükselirlerdi.»”

[İnsan, bu âleme imtihan için gelmiştir. Dünya imtihanının Leylâlarına takılıp onlardan Mevlâ’ya intikal edememek, -hayır veya şer- başa gelen her şeyin ilâhî bir imtihan tecellîsi olduğunu düşünememek, rızık peşinde koşarken Rezzâk’ı unutma nankörlüğüne düşmek; insanı bu âlemdeki fânî sebeplere bağlanıp müsebbibü’l-esbâb olan Rabbini unutma gafletine dûçâr eder. İnsan bu gaflete daldığı nisbette mânen alçalır, hattâ hayvanlardan bile aşağı bir dalâlete sürüklenebilir. Yine bu gafleti bertaraf edebildiği nisbette de yücelir, letâfet ve rûhâniyette melekleri bile geçebilir.

Rızık arayışında sebeplere sarılmak elbette gereklidir. Fakat Rezzâk’ı unuturcasına yersiz endişelere kapılmak, rızkı tekeffül etmiş olan Allâh’a îmânı zaafa uğratır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

 “Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor. Onlara da size de rızık veren Allah’tır. O, her şeyi işitir ve bilir.” (el-Ankebut, 60)

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz de şöyle buyurmuştur:

“Eğer siz Allâh’a gereği gibi tevekkül etseydiniz, (Allah), kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları hâlde akşam doymuş olarak dönerler.” (Tirmizî, Zühd, 33; İbn-i Mâce, Zühd, 14)

Bunun içindir ki Hak dostları, Rezzâk’ı unutarak O’nun rızıklarını yemeyi, büyük bir gaflet ve israf olarak görmüşlerdir.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Hazret-i Nûh’un kendisine isyan eden oğlu Kenan, bir peygamber oğlu idi; ama şahsî ve zâtî bir meziyeti olmadığından, peygamber oğlu olmak onun kadrini artırmadı ve kıymetini yükseltmedi.

Aslını, soyunu, nesebini bırak; bir hünerin varsa onu göster. Gül, dikenden; Hazret-i İbrahim de Âzer’den olmuştur.”

“Bir bedevî gördüm. Oğluna diyordu ki:

Evlâdım! Kıyamet günü sana, «Ne kazandın?» derler. «Hangi neseptensin?» demezler!

Yani amelini sorarlar. «Baban kimdir?» demezler…”

 [Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“…Amelinin kendisini geride bıraktığı kişiyi, nesebi öne geçiremez.” (Müslim, Zikir, 38; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de Ehl-i Beyt’ini ve bilhassa çok sevdiği kızı Fâtıma’yı dâimâ dünyaya meyletmekten sakındırmış, her fırsatta sâlih amellere ve âhirete rağbet etmelerini emretmiştir. Son anlarını yaşarken bile en yakınlarına şu îkazda bulunmuştur:

“Ey Rasûlullah Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey Safiyye! Allah katında makbûl ameller işleyiniz! (Sâlih amelleriniz yoksa, bana güvenmeyiniz.) Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa’d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)

Dolayısıyla kulu Hak katında kurtaracak olan, nesep veya intisap bağı değil, Allah Rasûlü’ne ve Hak dostlarına hâl ve yaşayışıyla ne kadar yakın olabildiğidir. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in amcası Ebû Leheb, kan bağı itibârıyla Efendimiz’in en yakınlarından idi, fakat O’na îmân etmediği için câhiliye karanlığında helâk olup gitti.

Öte yandan aralarında bir akrabâlık bağı bulunmamasına rağmen yaşadığı takvâ hayatı sebebiyle Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh- hakkında Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Selman bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir!” buyurmuştur. (İbn-i Hişâm, III, 241; Vâkıdî, II, 446-447; İbn-i Sa’d, IV, 83; Ahmed, II, 446-447; Heysemî, VI, 130)

Dolayısıyla İslâm büyüklerine gerçek yakınlık; onlara kan bağından ziyâde can bağıyla bağlanmaya ve her hususta onlara âidiyyet ve mensûbiyet duygusu içinde yaşamaya bağlıdır. Âhirette kula fayda verecek olan yakınlık da budur.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Ne kadar okursan oku, ne kadar bilgi edinirsen edin, bilgine yakışır şekilde davranmazsan (yani takvâ hayatın yoksa) câhilsin demektir.”

“Üzerine birkaç kitap yüklenmeyle, merkep âlim olur mu? O beyinsiz, sırtındakinin odun mu, yoksa kitap mı olduğunu bile fark edemez.”

[İlmin hakîkati, Hakk’ın rızâsı istikâmetinde yaşanmasıyla ortaya çıkar. Yaşanmayan bir ilim, âyet-i kerîmede de buyrulduğu üzere; “kitap yüklü merkep misâli”3 mânâsız bir hamallıktır. İlim, kişiyi hakîkate, hayra, takvâya, sâlih amellere sevk ediyorsa ilimdir. Yoksa İblis’te de ilim vardı, Kârun da ilim sahibiydi. Fakat onlar, ilmi, benliklerini palazlandırmanın vâsıtası kılmışlar, dehşetli bir gurur ve kibir bataklığına sürüklenmişlerdi.

Öte yandan ilmi zihne depolamak da kâfî değildir. Mühim olan, ilmin gerektirdiği olgunlukta bir şahsiyet ve karakter sergilemektir. Bu takdirde ilim, irfâna dönüşerek sâlih amellerin vücut bulmasına vesîle olur. Aksi hâlde davranışlara istikâmet vermeyen bir ilim, kuru bir hamallık ve faydasız bir yorgunluktan başka bir şey değildir. Nitekim Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de:

“Allâh’ım! Fayda vermeyen ilimden, huşû duymayan kalpten, doymak bilmeyen nefisten ve kabul edilmeyen duâdan Sana sığınırım.” niyâzında bulunmuştur. (Müslim, Zikir, 73; Nesâî, İstiâze, 13, 65)]

Rabbimiz, içinde yaşadığımız hikmetler dershânesinden gerekli dersleri alabilmeyi ve aldığımız dersleri hâl ve davranışlarımıza yansıtabilmeyi cümlemize nasîb ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar: 1. et-Tevbe, 104. 2.  Bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 11. 3. Bkz. el-Cum’a, 5.