Seherlerdeki Zikir

2002 – Subat, Sayı: 192, Sayfa: 015

Eğer mü’min, geceyi gâyeli kullanabilir ve zikrin rûhâniyetinden nasip alabilirse gecesi gündüzünden daha aydınlık olur. Lâkin gâyesiz uykuya mahkûm bir gece ise taşa, denize ve çöle yağan yağmur gibi semeresiz ve telâfisi zor bir kayıptır. Geceden nasip alabilmek “istiğfâr” ile başlar. İnsan nefsâniyete meyli sebebi ile fıtratında bulunan cehâlet, şehvet, ihtiras, kibir, gurur, cimrilik ve öfke gibi temâyüllere meyleder, ilâhî nîmetler karşısında nankörlük ederek günah işler. Mü’min, gaflet perdesini aralayabilirse işlediği cürmün ağırlığını vicdânında hisseder, nedâmetle ve ılık gözyaşlarıyla istiğfâr eder.

Hiç günahımız olmasa dahî, lutfedilen ilâhî nîmetlere şükredebilmemiz tâkatimizin üzerindedir. Bu bakımdan da acziyet içinde istiğfârımız, kulluğun zarûretindendir. Kur’ân-ı Kerîm, Peygamberlerin istiğfarlarının misâlleriyle doludur. Rabb’imiz “Rahmân ve Rahîm” olduğu için bizleri âyet-i kerîmede şu şekilde duâya ve kendisine ilticâya dâvet eder:

“(Ey Peygamber!) De ki: Sizin kulluk, duâ ve yalvarmanız (tevbeniz) olmasa, Rabb’im size ne diye değer versin? (ne kıymetiniz var, ne işe yararsınız?!)” (el-Furkan, 77)

Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz “Kelime-i tevhîd ile îmânınızı tecdîd edin.” buyurur. Diğer bir hadîs-i şerîfte de “Nasıl yaşarsanız öyle vefât edersiniz.” buyurmaktadır. Seherde başlayan tevhîdin rûhâniyeti günlerimizi ve gönüllerimizi ihâta ederse son nefesimiz yâni dünyâdaki her şeye büyük vedâ da, kelîme-i tevhîdin rûhâniyeti ile inşâallâh bir şeb-i arûsa dönüşür.

Seherlerde getirilen salavât-ı şerîfenin kıymeti pek yücedir. Rasûlullâh Efendimiz’e karşı bir muhabbet ve heyecan vesîlesidir. Cenâb-ı Hakk, Habîbini tekrîm ederek gönüllerimizin peygamber feyz ü bereketiyle dolup taşması için üzerimize düşen vazîfeyi bildirdiği âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Allâh ve melekleri, Peygamber’e çok salât ederler. Ey müminler! Siz de ona salevât getirin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.” (Ahzâb, 56)

Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’de “Le?amruke” buyurarak Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in hayâtı üzerine yemin eder ve diğer peygamberler içinde Efendimizin müstesnâ yerine dikkat çeker. -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizin kıyâmetteki büyük şefâatine nâil olabilme ihtimâlimiz de, ona olan muhabbet ve heyecânımız kadardır.

Dînimizin rûhânî hayâtını yaşayabilmemiz, Rasûlullâh’ı taklîd edebildiğimiz ölçüde mümkün olur. Taklid için de aşk ve muhabbet şarttır. Çünkü seven dâimâ sevileni taklîd eder. Sünnet-i seniyye dünyâsı içinde yaşayabilmemiz Rasûlullâh’a duyduğumuz muhabbet heyecânı nisbetindedir. Cenâb-ı Hakk onu kendi nûrundan halketmiştir ve kâinâtın yaradılış sebebidir. Gönülden kopan her salavât-ı şerîfe O’na olan muhabbetimizi ziyâdeleştirir.

Allâhu Teâlâ, yalnız onu nümûne-i imtisâl olarak tavsîf eder. İki cihân saâdeti yalnız onun “üsve-i hasene”sinde meknûzdur. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk:

“Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için üsve-i hasene (güzel bir örnek)’dir.” (Ahzâb, 21) buyurarak, şânını tekrîm ettiği Rasûlüne lâyık bir ümmet olmamız gerektiği husûsunu bildirir.

Seherlerdeki zikir, yâni gönlün Rabbi ile berâber olması, kalbin ihyâsı bakımından çok mühimdir. Cesedimizin maddî gıdâya ihtiyâcı olduğu gibi rûhumuzun da Hâlık’ını tanıyıp kulluk yapabilmesi için mânevî gıdâya ihtiyâcı vardır. Maddî gıdâlar nasıl ki tâ kılcal damarlara kadar yayılıp cesedin hayâtiyetini devâm ettirirse, mânevî gıdâ olan zikrullâhın da bütün letâiflerde mekân bulup mü’mini intibâha getirmesi zarûrîdir. Rabb’imiz kullarını “Dârüsselâm”a dâvet eder. Bu dâvete icâbet şartı da kalb-i selîmdir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“O gün, ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (Şuarâ, 88-89)

Kalb-i selîmi kazanmanın misâli de güneş altındaki bir mercek ile çer-çöpün yakılması gibi, gönüldeki menfî temâyüllerin ve mâsivânın, feyzini nûr-i ilâhîden alan bir zikir merceği altında kül edilmesidir.

Bu dünyâ hayâtında Rabbimizi kaç kerre zikredersek, yarın âhırette ilâhî vuslata o nisbette nâil olacağız. Bu sebeple seherlerdeki zikr u tesbîhin fuyuzât ve ihtişâmına liyâkat kazanmak mecbûriyetindeyiz. Dünyâda en hakîkî cevher ve feyizli amel, zikirdir. Dilin telaffuz ettiği zikrullâhın hakîkati, kalb mekânında tecellî ederse işte o zaman Hakk’a kulluk başlar ve yaradılışın sırrı tahakkuk eder. Zikrin ihtişâmını ve kulun “ahsen-i takvîm” sırrına vâsıl olması keyfiyetini âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk ne güzel telkîn eder:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selîm sâhipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allâh’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmrân, 190-191)

Îmânlı ölmenin, ilâhî neşveler ve safâlara kavuşmanın yolu zikr-i dâimîdedir.

(Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 168. Sayı, Sayfa 28)