Sâlihlerle Beraberlikte Teberrük Ufku

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -34-

2010 – Ağustos, Sayı: 294, Sayfa: 032

Bir müʼmin için Hak dostları ve sâlihlerle beraber ve hemhâl olabilmek, tâlihlerin en büyüklerindendir. Hak dostlarını ve mâneviyat ehlini tanıyıp onların yakınlığına nâil olmak ve yine onların huzurlarında ve çevrelerinde bulunup onların hâl ve davranışlarındaki feyiz ve rûhâniyetten istifâde etmek, Cenâb-ı Hakkʼın büyük bir lûtfudur, şükrü gerektiren müstesnâ bir nîmetidir.

HÂL TRANSFERİ

Na­sıl ki bir gül bah­çe­sin­de gezen in­sa­nın üze­ri­ne gül ko­ku­la­rı si­ner­se, sâlihlerin meclisinde bulunan kimselerin gönüllerine de o güzel insanlardan feyz ve rûhâniyet akseder.  Zira hâl sârîdir (sirâyet eder, yayılır). Bilhassa da in­sa­noğ­lu­nun “hâl”le­rin­de bu özel­li­k var­dır. Dolayısıyla gönüller, dâimî bir tesir alışverişi hâlindedir. Bu bakımdan sâ­lih ve sâ­dık­ müʼminlerle beraberlik, nef­si terbiyede -rad­yas­yon gi­bi- mü­şâ­he­de­si im­kân­sız, fa­kat neticesi mutlak bir müessirdir. Âlim­ler­den Câ­fer bin Sü­ley­man -rahmetullâhi aleyh-, sâ­lih in­san­lar­la be­ra­ber­li­ğin ken­di­si­ne ka­zan­dır­dı­ğı gönül feyzini şöy­le anlatır: “Kal­bim­de bir ka­tı­lık his­set­ti­ğim za­man kal­kar, he­men (tâbiînin büyük âlim ve âriflerinden olan) Mu­ham­med bin Vâ­sî’nin ya­nı­na gi­der, mec­li­si­ne ka­tı­lır, yü­zü­ne ba­kar­dım. Böy­le­ce kal­bim­de­ki ka­tı­lık gi­der, içi­me ibâ­det ne­şe­si ge­lir, tem­bel­lik üze­rim­den kal­kar ve bir haf­ta boyunca bu ne­şe ile ibâ­det eder­dim.” Bunun içindir ki müʼmin; âlim, ârif, sâlih ve sâdık kullarla beraberliğe büyük bir ehemmiyet vermeli ve bunun, mânevî varlığının en müstesnâ gıdâlarından biri olduğunu bilmelidir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ey îmân eden­ler! Al­lah’tan kor­kun ve sâ­dık­lar­la be­raber olun!..” (et-Tev­be, 119)

Dik­kat edi­le­cek olur­sa Ce­nâb-ı Hak, bu âyet-i ke­rî­me­de kul­la­rı­na; “Sâ­dık olun!” bu­yur­ma­mış, tak­vâ­nın mu­hâ­fa­za­sı için; “sâ­dık­lar­la be­ra­ber ol­ma­yı” em­ret­miş­tir. Çün­kü sâ­dık ol­ma yo­lun­da atı­la­cak ilk adım, sâ­dık­lara mu­hab­betle yönelip onlarla beraber olmaktır. Sâ­dık ol­mak ise, bu du­ru­mun en ta­biî bir ne­ti­ce­si­dir.

Nitekim İslâm semâsının yıldızları olan ashâb-ı kirâmın pek çoğu, câhiliye döneminde fıtrata ters, yarı vahşî bir ha­yat yaşıyordu. Fa­kat İslâmʼla şereflendikten sonra Al­lah Ra­sû­lü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile engin bir muhabbet iklîminde yaşadıkları beraberlik neticesinde nebevî ahlâkın kendilerine aksetmesiyle, dünyanın en fazîletli insanları hâline geldiler.

Onların bu beraberlikte sergiledikleri muhabbet, samîmiyet, gayret ve fedâkârlık da dillere destandır. Çünkü onlar, Allah Rasûlüʼyle beraber olabilmek uğruna hazarda ve seferde hiçbir bedeli ödemekten çekinmediler. Nitekim Uhud Harbiʼnde Muhâcir ve Ensar’dan bâzı sahâbîler canlarından çok sevdikleri Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼin etrafını sardılar; O’nun önünde şehîd olmak üzere Allâh’a söz verdiler ve: “–Yüzüm yüzünün önünde siper, vücûdum Sen’in vücûduna fedâdır! Allâh’ın selâmı her dâim Sen’in üzerine olsun! Hiçbir zaman yanından ayrılmayız yâ Rasûlâllah!” diyerek sonuna kadar savaştılar. (İbn-i Sa’d, II, 46; Vâkıdî, I, 240)

Zâtü’r-Rikâ seferinde ise sahâbe altı kişi nöbetleşe bir deveye biniyor, yürümekten ayakları delinip tırnakları düşüyordu. Yara bere içinde kalan ayaklarını bez parçalarıyla sarıp Allah Rasûlüʼnün peşinden gidiyorlardı. (Bkz. Buhârî, Meğâzî, 31)

Yine hanım sahâbîler de, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i görmekte geciken ve uzun zaman Oʼnunla görüşemeyen evlâtlarını ciddî bir şekilde îkâz ediyor, bu husustaki ihmâle aslâ tâviz göstermiyorlardı. Velhâsıl kalbin mâsivâdan muhâfaza edilmesi ve dâimâ hayırlı telkinlere muhâtap kılınması için rûhâniyetlerinden istifâde edilebilecek peygamber vârisi âlim ve âriflerle, sâlih ve sâdıklarla ünsiyet zarû­rîdir. Bu hâl, insanın belli aralıklarla âdeta mânen şarj olup tekrar enerji kazanması gibidir. Gayret ehli müʼminleri görüp aşk ve şevke gelmek, fazîlet sahibi zâtların hâllerinden ibret alarak gaflet uykusun­dan uyanmak, hakîkaten büyük bir ihtiyaçtır. Bu sebepledir ki mânevî terbiye yolu olan tasavvufta da, sâlihlerle beraberliğin asgarî ölçüsü olmak üzere belli aralıklarla bir araya gelmek demek olan “sohbet”lere iştirâk, son derece mühim bir kâidedir.

ZÂLİMLER TOPLULUĞUYLA OTURMA!

Ecdâdımız; “Defʼ-i mefâsid, celb-i menâfîden evlâdır.” demişlerdir. Yani kötü ve zararlı şeylerin def edilmesi, iyi ve faydalı şeylerin kazanılmasından daha öncelikli ve mühimdir. Dolayısıyla zâlim ve fâsık kimselerin menfî tesirlerine mâruz kalmaktan sakınmak, sâlihlerin feyiz halkasına dâhil olmaktan da önce gelen bir zarûrettir. Nitekim İmam Gazâlî Hazretleri, nasihatlerinden birinde buyurur ki: “Evlâdım! Son de­re­ce dik­kat ede­ce­ğin bir husus var­sa, o da kim­lerle dü­şüp kalk­tı­ğın­dır. Şu­nu iyi bil ki, bir se­pet sağ­lam el­ma, için­de­ki bir çü­rük el­ma­yı sağ­la­ma çı­kar­ta­maz. Fa­kat bir çü­rük el­ma, hep­si­ni çü­rü­tebilir. Bu­nun için dâ­imâ sâ­lih­ler­le dü­şüp kalk!”

Ra­sû­lul­lah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, sâlihlerle be­ra­ber ol­up fâsıklarla ihtilâttan sakınma­nın ehem­mi­ye­ti­ni ne gü­zel ifâ­de bu­yu­rmuştur:

“İyi ar­ka­daş­la kö­tü ar­ka­da­şın mi­sâ­li; misk ta­şı­yan­la kö­rük çe­ken in­san­lar gi­bi­dir. Misk sahi­bi ya sa­na ko­ku­sun­dan ik­ram eder ve­ya sen on­dan sa­tın alır­sın.

Kö­rük çe­ke­ne ge­lin­ce; o, ya se­nin el­bi­se­ni ya­kar, ya­hut da onun pis ko­ku­su sa­na si­râ­yet eder.” (Bu­hâ­rî, Bu­yû, 38)

Görüldüğü üzere insanın rû­hî te­mâ­yül­leri, çevresinde bu­lu­nan­la­ra istîdat­la­rı nisbe­tin­de -az ve­ya çok- fakat mutlakâ sirâyet eder. Üstelik hâllerdeki sirâyet, si­râ­yet eden hâlin “müs­bet” ve­ya “men­fî” ol­ma­sı­na da bağ­lı de­ğil­dir. Her hâ­lü­kâr­da in­ti­kal gerçekleşir. Ye­ter ki bu yakınlıkta “mu­hab­bet” ve “ün­si­yet” bağ­la­rı bu­lun­sun. Yani muhabbetle yaklaşılan sâ­lih kim­se­ler­den gö­nül­le­re hu­zur ve fe­rah­lık ak­set­ti­ği gi­bi, gâ­fil ve fâsık kim­se­ler­den de sıkıntı ve kas­vet ak­se­der. Zira gül, sümbül, karanfil gibi nâdide çiçeklerle bezenmiş bir bah­çe­­ üzerinden esen bir meltem, gittiği yerlere gönülleri mest eden hârika râyihalar götürürken; bunun aksine, kokuşmuş mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir rüzgâr da o çirkin kokuları etrafa yayar; böylece nefesleri tıkayıp ruhları daraltır. Dolayısıyla zâlimler, fâsıklar ve nefsânî bir hayata dalarak Allâhʼı ve âhireti unutan gâfillerle muhabbetli bir ülfet ve ünsiyet, mânevî hayatın âdeta kanseridir. Bunun içindir ki Ce­nâb-ı Hak, et­raf­la­rı­na dâimâ kö­tü te­sirler yayan mün­kir­lerden sakınma husûsunda şöyle buyurmaktadır:

“Âyet­le­ri­miz hak­kın­da ile­ri-ge­ri ko­nuş­ma­ya da­lan­la­rı gör­dü­ğün­de, on­lar baş­ka bir sö­ze ge­çin­ce­ye ka­dar on­lar­dan uzak dur. Eğer şey­tan sa­na unut­tu­rur­sa, ha­tır­la­dık­tan son­ra ar­tık o zâ­lim­ler top­lu­lu­ğu ile otur­ma.” (el-En’am, 68)

ÖLÇÜLER İNCELDİĞİNDE…

Her hususta olduğu gibi sâlihlerle beraber olup fâsıklardan sakınmak husûsunda da kalpteki hassâsiyet arttıkça ölçüler de incelir, herkesin far­k e­demediği nice tecellîle­r hissedilir. Bunun bir misâli olan şu hâdise pek ibretlidir: Sâmi Efendi Hazretleri’nin sevenlerinden Seyfi Baba, keşfi açık, hâl ehli bir zâttı. Topkapı’da oturuyordu. Bir gün Erenköyʼe, Sâmi Efendi Haz­retleriʼni ziyârete gelmişti. Ancak devlethâneye girer girmez düşüp bayıldı. Onu karşılayıp üstâdın huzûruna iletecek olan kişi telâşla üzerine su döküp ayılmasını temin ettikten sonra: “‒Hemen bir doktor çağıralım!” dediğinde Seyfi Baba bitkin bir hâlde müdâhale etti: “–Hayır evlâdım! Doktor filân çağırmayın; hâlimin maddî bir hastalıkla alâkası yok! Topkapı’dan Erenköy’e gelene kadar yollarda rastladığım isyan ehli ve isyan yerlerindeki kasvet tesir etti ve bu tertemiz kapıdan girip birden içerideki rûhâniyete nâil olunca gönlüm dayanamadı. Bu­ra­da­ki mâ­ne­vî ik­lî­min be­re­ke­ti ve ârif­ler sul­ta­nı Sâ­mi Efen­di’nin him­me­tiy­le bi­raz­dan hiç­bir şe­yim kal­maz.” de­di. Hâllerdeki sirâyet, gayr-i ihtiyârî beraberliklerde bile bu kadar tesirli olurken takvâ ehli bir müʼminin kendi irâde ve arzusuyla gâfillerle dü­şüp kalkması asla düşünülemez. Bu hususta gösterilen hassâsiyet noksanlığı, kişiyi ebedî hüsrâna kadar sürükleyebilir. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:

“Ki­şi sev­diği ile be­ra­ber­dir.” (Buhârî, Edeb, 96) Yani insan ki­mi se­ver ve kiminle daha çok dü­şüp kal­kar­sa kı­yâ­met­te de onun­la haş­ro­lunu­r.

Şeyh Sâ­dî-i Şî­râ­zî, hâl­ler­de­ki si­râ­yetin, kişinin mânevî hayatını nasıl değiştirebildiğine dâir şu misalleri verir: “As­hâb-ı Kehf’in kö­pe­ği, sâ­dık­lar­la be­ra­ber ol­du­ğu için bü­yük bir şe­ref ka­zan­dı; nâ­mı Kur’ân-ı Ke­rîm’e ve ta­ri­he geç­ti. Lût Peygamberʼin ka­rı­sı ise fâ­sık­lar­la be­ra­ber ol­du­ğu için küf­re dû­çâr ol­du.” Ubey­dul­lâh Ah­râr Hazretleri de bu hu­sus­ta sevenlerini şöyle îkâz etmiştir: “Ağ­yâr ve bî­gâ­ne­ler­le be­ra­ber ol­mak, kal­be fü­tûr, rû­ha da­ğı­nık­lık ve gön­le pe­ri­şan­lık ve­rir.” Ni­te­kim Bâ­ye­zîd-i Bis­tâ­mî Hazretleri bir­ gün, gönlün­de böy­le bir hu­zur­suz­luk his­set­ti. Bir tür­lü ken­di­si­ni o hâl­den kur­ta­ra­ma­dı. Mec­li­sin­de­ki­le­re: “–He­le bir ba­kın, ara­mız­da ya­ban­cı bi­ri mi var?” de­di. Araş­tır­dı­lar, kim­se­yi bu­la­ma­dı­lar. Fa­kat Bâ­ye­zid-i Bis­tâ­mî ıs­râr et­ti: “–He­le iyi araş­tı­rın. Asâ­la­rın ol­du­ğu ye­re de ba­kın.” de­di. Tek­rar araş­tır­dı­lar ve gâ­fil bi­ri­nin asâ­sı­nı bul­du­lar. O asâ­yı dı­şa­rı çı­kar­dı­lar. Bâye­zîd-i Bis­tâ­mî’nin gö­nül hu­zû­ru da ye­ri­ne gel­di. Bu hâl, eş­yâ­ya bi­le si­râ­yet eden mânevî keyfiyetin açık bir te­zâ­hü­rü­dür. Düşünmek gerekir ki fâsık ve zâlimlerin eşyâlarından bile gönül darlığı ve kasvet ârız olursa, onlarla ihtilâttan ne kadar ciddî bir sûrette sakınmak gerekir! Hâ­sı­lı; nasıl ki gâ­fil­ler­den men­fî te­sir­ler zu­hûr edip kal­bi da­ral­tı­yor­sa, sâ­lih­ler­den de müs­bet ve fe­yiz­li te­sir­ler hâ­sıl olup gön­lü fe­rah­lat­ır. Hakîkaten sâlih­lerle kurulan kal­bî irtibâtın be­re­ke­tiy­le ni­ce mâ­ne­vî ka­zanç­la­ra nâ­il oluna­bi­lir. Fakat sâlihlerle beraberlikten murâd; kalbî bir beraberliktir. Zira fiilî beraberlik, her zaman mümkün olmayabilir. Yahut fiilî beraberlik olsa bile kalbî beraberlik olmadığında, yine bir fayda hâsıl olmaz. Bu sebeple sâlihlerle beraberlikten kasıt; gönül beraberliğidir, yani hayat ve hâdiseler karşısında sâlih ve sâdıklar gibi hissedip davranabilmektir. Böyle bir beraberlik hâli varsa zâhirî beraberliklerin de faydası vardır. Yine bu beraberlik hâli varsa zâhirî ayrılıkların ziyânı yoktur. Öte yandan, sâlihlerle beraberlikten umulan gönül feyzini temin edebilmenin bâzı güzel usûlleri vardır ki, bunlardan biri de “teberrük”tür.

TEBERRÜK COŞKUSU

Teberrük; Allah Teâlâʼya duyulan îman muhabbetinden dolayı, Oʼna yakınlığı bulunan bütün varlıklardaki ilâhî tecellîlere gösterilen hürmet ve tâzim duygusunun tabiî bir neticesidir. Zira bir varlığa duyulan muhabbet, o muhabbete vesîle olan veya onunla alâkası bulunan her şeye sirâyet eder. Seven, sevdiğinin her şeyini sevip ona meftûn olur. Teberrük de kalbî olgunlaşma yolunda başvurulan ince bir muhabbet terbiyesidir. Sâlihlerle beraberlik, insana Allâhʼı hatırlatıp onun mâneviyâtını takviye ettiği gibi, sâlihleri hatırlatan şeyler de, sâlih zâtlarla kalbî irtibâtı temin eder.

Ayrıca sâlihlerin feyz ve rûhâniyetine nâ­il ol­mak için baş­vu­ru­lan usûllerden bi­ri olan teberrük, ba­zı­la­rı­nın san­dı­ğı gibi mes­ned­siz ve bid’at ka­bî­lin­den bir iş de­ğil­dir. Zi­ra bu­nun Haz­ret-i Pey­gam­ber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in ha­yâ­tın­da sayısız tezâhürünün olduğuna dâ­ir ha­dis ve si­yer ki­tap­la­rın­da pek çok rivâyet bulun­maktadır. Hattâ ashâb-ı kirâm ve onları tâkip eden müslümanların, Efendimiz’in zırhı, asâsı, kılıcı, yüzüğü, saç ve sakalları, ayakkabıları, su ve yemek kapları, elbiseleri gibi eşyâlarıyla teberrük etmelerine dâir, Buhârîʼde müstakil bir bâb açılmıştır.[1]

Nitekim Enes bin Mâ­lik t, Peygamber Efen­di­miz’in saç­la­rı ile te­ber­rük için as­hâb-ı ki­râ­mın na­sıl bir­bir­le­riy­le ya­rış­tık­la­rı­nı şöy­le nakleder:

“Ra­sû­lul­lah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efen­di­miz’i gör­düm; ber­be­ri onu tı­raş edi­yor­du. As­hâ­bı da âde­ta Oʼnun et­ra­fın­da per­vâ­ne ol­muş­lar­dı. Bir tek saç te­li­nin da­hî ye­re düş­me­me­si­ni, mu­hak­kak bi­ri­si­nin eli­ne düş­me­si­ni is­ti­yor­lar­dı.” (Müs­lim, Fe­zâ­il, 75)

Ashâb-ı kirâmın, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit herhangi bir şeyle teberrük gayretlerinin en gü­zel mi­sâl­le­rin­den bi­r diğeri de Hâ­lid bin Ve­lid -radıyallâhu anh-’ın, Haz­ret-i Pey­gam­ber’in saç­la­rın­dan bir­kaç mü­bâ­rek te­li sa­rı­ğın­da sak­la­ma­sı­dır.

Ri­vâ­yete gö­re Vedâ Haccı’nda Peygamber Efendimiz’in alnındaki saçları kesildiğinde Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlâllah! Alnının saçını bana ver! Bu hususta hiç kimseyi bana tercih etme! Anam-babam Sana fedâ olsun!” diyerek yalvardı. Saçlar kendisine verilince, onları gözlerine sürdü ve sarığının ön kısmına yerleştirdi. Bu mübârek saçların da bereketiyle onun savaşta karşılaşıp mağlup edemediği hiçbir topluluk olmadı. Nitekim Hâlid -radıyallâhu anh-:

“–Ben onu hangi tarafa yönelttimse, orası fetholundu!” demiştir. (Vâkıdî, III, 1108; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 111) Ashâb-ı kiram da ilâhî yardıma mazhar olabilmek için, üzerlerinde taşıdıkları Peygamber Efendimizʼe âit saçlar ile teberrük ederlerdi. Esrâru’l-Muhammediyye adlı eserde şöyle denilmiştir: “Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in saçı, asâsı veya kamçısı, günahkâr bir kimsenin kabrine konulsa, o âsi, konulan şeyin bereketi sâyesinde azaptan kurtulur. Bu sayılanlar bir insanın evinde veya bir beldede bulunsa, orada yaşayanlar, varlığının farkında olmasalar dahî onun bereketi sayesinde onlara pek çok belâ isâbet etmez. Zemzem suyu ve Zemzem suyu ile ıslatılmış kefen de, bu kabildendir.” (Rûhu’l-Beyan, VII, 486-487)

Yine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Veysel Karânî Hazretleriʼne hırkasını gönderip:

“‒Bunu giysin ve ümmetime duâ etsin!” buyurmuştur. (Müslim, Fedâilüʼs-Sahâbe, 223-225) Bu da Efendimiz rʼin eşyâsıyla teberrük edilmesinin açık bir işâretidir.

Nitekim Ebû Bekir tʼın kızı Esmâ -radıyallâhu anh- da bir gün bir cübbe çıkararak şöyle demiştir:

“Bu Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in cübbesiydi. Vefâtına kadar Âişe -radıyallâhu anha-ʼnın yanında kaldı. Hazret-i Âişe’nin vefatından sonra cübbeyi ben aldım. Nebî -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- onu giyerdi. Biz onu hastalar için yıkıyor ve suyu ile (teberrük ederek Allah Teâlâ’dan) şifâ taleb ediyoruz.” (Müslim, Libâs, 10)

Şu hâdise de, iyi veya kötü bütün mânevî keyfiyetlerin eşyâlar kadar mekânlara da sirâyet edebildiğini, bu yüzden günah ve mâsiyetlerin işlendiği ve ilâhî kahrın tecellî ettiği mekânlardan olabildiğince uzak durup sâlih amellerin îfâ edildiği ve ilâhî lûtufların tecellî ettiği mübârek ve mukaddes mekânlardan mümkün olduğunca istifâde etmek gerektiğini ne güzel ifâde eder:

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ashâbıyla birlikte Semûd Kavmiʼnin yeri olan Hicr bölgesinde konaklamışlardı. Ashâb, oradaki kuyulardan ihtiyaçları için su almış ve bu sudan hamur yoğurmuşlardı. Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- onlara aldıkları suyu dökmelerini, yaptıkları hamurları da develere yedirmelerini ve Sâlih -aleyhisselâm-’ın devesinin gelip su içtiği diğer kuyudan su almalarını emretti. (Buhârî, Enbiyâ, 17; Müslim, Zühd, 40)

Yine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyurur:

Şu Uhud öyle bir dağdır ki o bizi sever, biz de onu severiz. Yolunuz o tarafa düştüğünde dikenli de olsa oradaki ağaçlardan yiyiniz.” (Buhârî, Cihâd 71, 74, Etʼıme 28; Müslim, Hac 462, 462, 503-504)

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- böyle buyurmakla mübârek bir dağ olan Uhud’un civârındaki ağaçların meyvesinden teberrüken yenilmesine teşvikte bulunmuştur. Zira sâlih amellerin işlendiği mekânlara rahmet iner, melekler orada hazır bulunur, oraları huzur ve sekînet kaplar. Böyle mekânlarda duâ ve istiğfâr ile Allâhʼa yönelerek oradaki bereketten istifâde edilmelidir.

Nitekim sahâbe-i kirâm, Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼin her şeyiyle teberrük hâlinde yaşamışlardır. O’nun içtiği sudan içmek, O’nun mübârek elinin dokunduğu şeyi başa tâc etmek, O’nun gül kokulu terini, saç ve sakal-ı şerîflerini saklamak ve bu aziz hâtıralarla Efendimizʼin feyz ve rûhâniyetini yanlarında hissetmek, Oʼna olan muhabbet ve beyʼatlerini tâzelemek, hasretlerini bir nebze olsun gidermek ve Oʼnu sürekli îman gündemlerinde tutmak, onların gönüllerinde apayrı bir lezzet hâline gelmiştir.

Bütün bu rivâyetlerden anlaşılan odur ki, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in kendisi, eşyâları ve O’na âit herhangi bir şeyle teberrük etmek; merfû bir sünnet, makbul ve meşrû bir usûldür. Pek çok güzîde sahâbînin böyle yapması ve Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in de bunu tasdik etmesi, hattâ bazen emir, bazen de işaret buyurması, bunun apaçık bir delilidir.

As­hâb-ı ki­râm­dan son­ra gelen se­lef-i sâ­li­hîn de te­ber­rük­le il­gi­li bu ne­vî usûlleri yaşatmaya de­vam et­­miş­ler­dir. Nitekim selef-i sâlihînin büyük hadis üstadlarından biri olan Ahmed bin Hanbel’in, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e duyduğu muhabbeti aksettiren birkaç teberrük misâlini, oğlu Abdullah şöyle anlatır: “Babam, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in saçlarından bir tel alır, onu dudaklarının üzerine koyarak öperdi. Babamı, Allah Rasûlü’nün saç telini gözünün üzerine koyarken de gördüm. O, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in saç telini suya batırır ve o suyu içerdi. Bu suyla (teberrüken) Allah’tan şifâ dilerdi. Bir gün babam, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in su kâsesini aldı, sonra onu bir kovanın içinde yıkadı ve ondan içti. Yine o, şifâ niyetiyle Zemzem suyundan içer, onu ellerine ve yüzüne sürerdi.” (Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, Beyrut 1986-1988, XI, 212)

Yine Hak dostlarından Muînüddîn Çeştî Hazretleriʼnin kabrinin örtüsünü her sene değiştirip, eskisini evliyânın büyüklerinden birine verirlerdi. Yâhud da zamanın pâdişâhına verirler, o da bunu kıymetli bir mücevherat gibi, bir sandıkta teberrüken saklardı. İmâm-ı Rabbânî Hazretleriʼnin vefâtına yakın, o kabrin örtüsünü yine değiştirdiler ve eskisini Hazretʼe getirip; “‒Buna en lâyık olan sizsiniz.” diyerek takdîm ettiler. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri tam bir edeple kabûl ettiği örtüyü hizmetçilerine verip kalpten derin bir âh çekti ve; “‒Hazret-i Hâce’ye bundan daha yakın bir libâs, bir örtü yoktur. Bunu saklayın, bana kefen olsun.” buyurdu.[2]

MUHABBET ŞART!..

Teberrükten istifâdenin sırrı, mübârek hâtıraların sahiplerine duyulan gerçek bir “muhabbet”tir. Muhabbetin en büyük alâmeti ise fedâkârlık ve itaat ile istikâmet üzere yaşamaktır. Böyle bir muhabbet varsa teberrükten istifâde edilir. Aksi hâlde teberrük edilen eşyâ veya mekân sıradan bir varlık gibi kalır. Tıpkı Yûsuf uʼın Mısırʼdaki gömleğinin kokusunu babası Yâkub uʼın tâ Kenan ilinden duymasına mukâbil, gömleği getiren kardeşinin, taşıdığı aziz emânetin sırrından habersiz olması gibi. Hazret-i Mevlânâ bu misâli şöyle îzah eder: “Yâkub’da Yûsuf’un bir câzibesi vardı. Bundan dolayı Yûsuf’un gömleğinin kokusu O’na çok uzak bir yerden dahî ulaştı. Gömleği taşıyan kardeşi ise o kokuyu duymaktan mahrum idi. Çünkü Yûsuf’un gömleği, kardeşinin elinde bir emânet idi. Kardeşi, gömleği götürüp Hazret-i Yâkub’a teslim ile mükellefti. Yani o gömlek, kardeşinin elinde, köle tüccarı elinde bulunan mûtenâ bir câriye gibiydi. Köle tüccarının nefsi için değildi…” Velhâsıl teberrükten istifâdeye liyâkatin şartı, gerçek bir muhabbettir. Arzu edilen hâl transferi, aynîleşme veya mânevî yardıma ancak bu sâyede kavuşulabilir. Yok­sa böyle bir rû­hî de­rin­li­ğe bî­gâ­ne olanlar, en feyizli nîmetlerin bile bereketinden mahrum kalırlar. Şu kıs­sa, bu husûsu ne güzel izah etmektedir: Mü­rid­le­rin­den bi­ri Bâ­ye­zîd-i Bistâmî Hazretleri’ne: “‒Efen­dim, kür­kü­nüz­den bir par­ça ver­se­niz de te­ber­rü­ken üze­rim­de ta­şı­sam!..” der. Bâ­ye­zîd-i Bistâmî ise ce­vâ­ben: “–Oğ­lum, sen is­ti­kâ­met üze­re ol­ma­dık­tan son­ra Bâ­ye­zîd’in kür­kü­ne de­ğil, de­ri­si­ni yü­züp içi­ne gir­sen bi­le fay­da ver­mez!..” bu­yu­rur. Yani sırf şekille mânevî olgunluğa ulaşılamaz. Teberrükten umulan neticenin hâsıl olabilmesi için öncelikle zarûrî olan kalbî kıvâmın kazanılması gerekir.

VÂSITAYI GÂYE EDİNME!

Şunu da ifâde edelim ki teberrüğün faydası, îman muhabbetinden ötürü mübârek varlıklara gösterilen hürmet sebebiyle Cenâb-ı Hakkʼın yardımını, rahmetini lûtfetmesi sâyesindedir. Rahmet ve bereketi lûtfeden, teberrük edilen varlığın kendisi değil, yalnızca Cenâb-ı Hakʼtır. Hak Teâlâ rahmetini tecellî ettirmediği takdirde, bereketi umulan o varlıklar bir “hiç” hükmünde kalır. Dolayısıyla bu yolda ifrat ve tefrite kaçmadan îtidal üzere gidilmelidir. Yani Hakkʼın emrettiği sâlih amelleri yapmadığı hâlde, sırf sâlih zâtlarla veya onların hâtıralarıyla teberrüğün kendisini kurtarmaya yeteceği şeklindeki ifrat düşüncelerin­den uzak durmak gerekir. Veya teberrük edilen varlıklarda, âdeta ilâhî bir kudret vehmetmek gibi yanlışlıklara sapmamak îcâb eder. Fakat bu hususta aşırıya kaçanları bahâne ederek teberrüğü tamâmen red­detmek, bunun asr-ı saâdet ve selef-i sâlihîn döneminde bulunmayan bir bidʼat ve hattâ şirk olduğunu iddiâ etmek de apaçık bir cehâletin eseridir. Mühim olan, îtidal yolunu tutmaktır. Mutlak fâilin yalnızca Cenâb-ı Hak olduğunu, kendisiyle teberrük edilen varlıkların sadece Allâhʼın rahmet, mağfiret ve lûtfunu celbedecek vesîleler­den ibâret bulunduğunu unutmamaktır. Nasıl ki, seyahat esnâsında binilen bir araç, gâye değil vâsıta ise, kendisiyle teberrük edilen varlıklar da Allâhʼın rahmetini celbetmek için başvurulan birer vesîleden ibârettir. Fazilet sahibi sâlih zatlara ait olan eşyalar, Allah Teâlâʼnın o zâtlara değer vermesi sebebiyle değerlidir ve onlara bu yüzden ehemmiyet verilir. Kul, murâdını, bu vesîleler hürmetine Allahʼtan istemelidir. Rabbimiz, bu dünyada sâlih ve sâdık kullarıyla kalben beraber olabilme­mizi, âhirette de sevdiği kullarıyla haşrolunmayı cümlemize nasip ve müyesser eylesin. Bizleri kendisine yaklaştıracak her vesîleyi lâyıkıyla değerlendirebilen, basîret, firâset ve gayret ehli kullarından kılsın. Yine biz kullarını, mübârek gün ve gecelerin ve bilhassa da Ramazân-ı Şerîfʼin feyz, bereket ve rûhâniyetin­den müstefîd olan kulları zümresine dâhil eylesin… Âmîn!..

[1] Buhârî, Fardu’l-Humus, 5.

[2] Evliyâlar Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi Yayınları, İstanbul 1993.