Sâhibü’l-Vefâ Musa Efendi

Hâce Musa TOPBAŞ -kuddise sirruhû- Hazretleri Hakkında
Muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi ile Mülâkat

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Temmuz, Sayı: 173

SÂHİBÜ’L-VEFÂ MUSA EFENDİ

Yüzakı:

–Muhterem Efendim, vefâtının yirminci senesinde, Sâhibü’l-Vefâ Musa TOPBAŞ Efendi -kuddise sirruhû-’yu, hem evlâdı hem de mânevî yolda hayru’l-halefi olan zât-ı âlînizden dinlemeyi arzu ettik.

Mâlûmunuz;

Bugün aile yapısı cemiyetimizde yara alıyor. Neredeyse her yuvadan ve her sokaktan bir feryat yükseliyor. Dolayısıyla ailelerimize de içinde yaşadığımız topluma da bir derman olması kabîlinden öncelikle şunu sormak istiyoruz:

Muhterem Efendim, Musa Efendi’nin bir aile reisi olarak, bir baba olarak hâli nasıldı? Onun olduğu ev ortamı nasıl bir yuvaydı? Evlâtlarını yetiştirme usûlü olarak bizlere ondan neler aktarmak istersiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Evvelâ şükran içinde ifade etmeliyim ki:

Onun olduğu ev ortamımız, ömür boyu hiç unutamadığımız bir cennet yuvasıydı. Her lâhzası ve her safhası itibarıyla bambaşka bir huzurun en güzel hâllerinin yaşandığı bir yuvaydı. En zorlu günlerde bile bir rahmet nefesi hâlinde bir yuvaydı. Çünkü her bakımdan bir cennet hazırlığının güzîde bir harmanı olması itibarıyla, âdetâ bir cennet yuvasıydı.

Bunun mimarı da, hiç şüphesiz muhterem babamız Musa Efendi Hazretleri’ydi.

Bir baba ve bir aile reisi olarak her hâli câlib-i dikkat inceliklerle ve hassâsiyetlerle doluydu.

Biz iki kardeşiz. Bizim yetişmemize büyük ihtimam gösterirdi. İmam Hatip Mektepleri açılınca bizi oraya gönderebildiğine çok sevinmişti.

Evlâtlarının, evvelâ dînî eğitim almasına çok ehemmiyet verirdi. Annemin de iki evlâttan sonra hâfız olmasına vesile oldu.

Dînî eğitimin muhtevâsı içinde bilhassa; evlâtlarının ve terbiyesiyle meşgul olduğu bir kişinin, bir İstanbul beyefendisi hâlinde, edep, hayâ, rikkat-i kalp, nezâket ve zarâfet sahibi olmasına çok îtinâ ederdi. Kendisi bu hususlarda çok titizdi.

Her akşam derslerimize yardımcı olurdu. Haftada bir akşam da yabancı dilimiz olan Fransızcayı çalıştırırdı.

Hat dersi almamız için bizi birkaç ders hattat Hâmid AYTAÇ’a gönderdi.

Onun bizlere verdiği eğitim, kuru nasihatlerle değil bizzat uygulayarak idi. Yani bize anlatıp kazandırmak istediği dînî, tarihî ve millî duygular ve İslâmî şuur; onları en güzel şekilde yaşatmak sûretinde idi.

Hiç unutmam:

Bizleri İstanbul’da Eyüp Sultan, Fatih Camii, Süleymaniye, Yahya Efendi gibi tarihî ve mânevî yerlere götürürdü. O mekânların rûhâniyetini yaşamamıza gayret ederdi. Yani Eyüp Sultan Hazretleri’ni bize Eyüp Sultan’da yaşatarak öğretirdi. Süleymaniye’yi Süleymaniye ikliminde yaşatarak muhteşem medeniyetimizi damarlarımıza kadar hissettirirdi. Böylece geçmişinden mahrum yetişenlerin olduğu bir hengâmda bizler, şanlı tarihimiz ve ölümsüz eserlerimizle müftehir bir şekilde yetişiyorduk.

Hiç unutmam:

Bursa’da da Emir Sultan, Ulu Cami gibi tarihî ve mânevî mekânlara götürürdü. Orada bizleri infâka alıştırmak için, daha önceden hazırladığı bozuk paraları verir, orada boynu bükük fakirlere vermemizi isterdi. Biz o hayırlara vesile oldukça; mahrumların duâlarıyla sevinir, mazlumları sevindirmeyi benimserdik.

Hiç unutmam:

Erenköy’de otururken, komşulardan biri hasta olsa, ona çorba veya muhallebi götürülürdü. Bunlar da, çocuklar eliyle gönderilirdi ki hizmete alışsınlar.

Maalesef günümüzde evlâtların böyle hizmetlere, yardımlara ve fedâkârlıklara alıştırılması zayıfladı. Çocukları kendi hâline bırakmak, onlardan hiçbir hizmet istememek, iyi bir şey zannediliyor. Batı menşeli psikoloji de buna âlet ediliyor.

Hâlbuki çocuk, anne ve babası tarafından terbiye edilmezse; onu sokak terbiye ediyor, internet terbiye ediyor, modalar, reklâmlar şekillendiriyor.

Musa Efendi, bu tür hususlarda çok ârif ve tedbirli yapıya sahipti.

O, evlâtlarının İslâm’a göre yaşamasına büyük bir hassâsiyet ve ciddiyet gösterirdi.

Hiç unutmam:

Ben evleneceğim zaman, şu ihtarda bulundu:

“‒Bak oğlum! Eğer evinize televizyon koyarsanız, babanıza vedâ etmiş olursunuz! Şayet o, sizin evinize girerse, bilin ki, ben giremez olurum…”

Çok şükür;

Bu tâlimâta o gün, bugün riâyet ettik.

Bu hususta zamanımız nice heyhatlarla doldu taştı. İnsanlar küçük cihazlarda büyük esâretlere düştüler.

Bir mütefekkir der ki:

“Gerçek mağlûbiyet, düşmana benzediğin zaman yaşanır.”

İnternetin menfî sokakları, modalar, reklâmlar ve emsalleri…

Üstelik;

O devirdeki televizyon; siyah-beyazdı ve bir-iki resmî kanaldan ibaretti. Bugünkü kadar tehlikelerle dolu değildi. Günümüzde internet ve televizyon cep telefonlarına girdi. İçinde, birtakım faydalı programlar var elbette, fakat her türlü mel‘anet de var. Gençliğin ihtilâçları içinde, bir gencin kendi kendine iradeli bir şekilde telefonu düzgün kullanabilmesi ne kadar mümkün?

Görüyoruz; Cuma hutbesi esnasında bile telefonu elden bırakamayıp, lüzumsuz ve zararlı ekranlarda dolaşacak derecede müptelâlığa dönüyor.

Anne-babalar, evlâtlarına; «Hayır!» diyemiyor, Musa Efendi Babamızın gösterdiği o duruşu ve müstakîm tavrı gösteremiyor, hattâ evlâtlarının cebine bu cihazları kendileri koyuyorlar. Kontrol yok. İrade eğitimi yok. Anne-baba eliyle ifsad!..

Sonra da; «Bu evlâtlar niye bozuldu?» diye şaşırmak yersiz… Hâlbuki çocuk yaşta interneti çocuğun eline vermemek lâzım. Belli bir yaşa geldikten sonra da, terbiye ederek, kontrol ederek, kullanmayı öğretmek lâzım.

Hepsi için de güzel örnek olmak lâzım. Anne-baba televizyon ve internet müptelâsı ise, evlâdına ne verecek?

Hâsılı önce anne-babaların da sağlam bir eğitime ihtiyacı var.

Bu noktada;

Muhterem Musa Efendi’nin hâli, eskimez tabirimizle baştan sona nümûne-i imtisaldi. Onda bir babada olması gereken; İslâmî eğitim, terbiye, ilim ve irfânı en zarif ve en güzîde şekilde dolu dolu temâşâ ediyordunuz. O, mükemmel bir yuva ve mükemmel evlâtlar için kendisine düşen her türlü mükemmel bilgiye, mânevî olgunluğa ve yorulmaz gayrete sahip bir müstesnâ şahsiyetti.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim, Musa Efendi’nin sizinle husûsî alâkası nasıldı?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

Âcizâne fakirin bakış açısına göre en husûsî alâkası, bizi İmam Hatip Mektebine vermesiydi.

O zaman, evlâtları gönderebilecek sadece maarif mektepleri ve yabancı mektepler vardı. Bu sebeple babam Musa Efendi, İmam Hatip Okulları açılınca çok sevindi. Bizi derhâl oraya kaydettirdi. Derdi ki:

“–On evlâdım olsa, onunu da İmam Hatipte okuturdum!”

Belki;

Maddî imkân olarak, evlâtlarını en lüks kolejlerde okutabilecek durumu vardı. Yurt dışına gönderebilecek imkânı vardı. Fakat o, evlâtlarının âhiret şuuru içinde yetişmelerini arzu ediyordu.

İmam Hatip’e başladık. İmam Hatip Okulu Vefâ’da açıldı. Orayı bir ortaokul;

“‒Burada tedrisat yapılmaz!” diye terk etmişti. Mahrumiyetler içindeydi. Bir cam kırılsa yerine taktıramayacak derecede yokluklar vardı. Cam yerine bir karton konuyordu. Ahşap binada merdivenden çıkarken tutunacak tırabzanlar yoktu. Her basamaktan ayrı bir ses çıkıyordu. Böyle yokluklar içindeydi fakat dînî tahsilin yaygınlaşabilmesi için mühim bir başlangıç idi. Bu sebeple desteklediler.

Kendisine danışanlara şunu telkin ederdi dâimâ:

“‒Evlâtlarınıza sahip olun. Evlâtlarınızı Kur’ân kurslarında, İmam Hatiplerde okutmanız zarûrîdir.”

Onun bize husûsî alâka gösterdiği mevzulardan biri de müslüman ahlâkı üzere hem dürüstlüğe hem de cömertliğe dayalı bir ticaret hayatıydı.

Biz ticaretle meşgul iken, zaman zaman dükkânımıza gelir, otururdu. Her vesileyle bizleri en güzel şekilde irşâd ederdi.

Hiç unutmam:

Bir defasında, bir fakir gelip tezgâhtardan yardım istedi. O da;

“‒Daha dün geldin, verdik! Böyle üst üste olmaz ki!” şeklinde azarlar gibi davrandı.

Bunu fark eden babam, o kişiyi çağırdı ve dedi ki:

“–Evlâdım, bizler de devamlı Rabbimiz’den istemiyor muyuz? Dün istedik, bugün yine istiyoruz. Sabah yiyoruz, öğleyin yine O’ndan niyâz ediyoruz.

Geri çevirmek ve azarlamak olmaz. Vaziyete göre az verilir, fakat mahrum bırakılmaz.”

Yine hiç unutmam:

Yardım isteyenlerin; «‒Allah versin! Allah versin!» diyerek başından savılmasına fâcia gözüyle bakar, çok üzülür ve şöyle derdi:

“‒Acaba; bize kim veriyor? Allah bize niçin veriyor? Sırf kendimiz için mi?

Düşünmeliyiz:

Bizler de Rabbimiz’den devamlı istiyoruz, sonra yine istiyoruz!

Servet Allâh’ındır. Kul, bir emânetçi olduğunu unutmayacaktır. Zira mülk, yalnız Allâh’ındır. Fânî hayatın bir imtihan malzemesidir.”

Yüzakı:

–Muhterem Efendim, mevzu açılmışken Muhterem Musa Efendi’nin ticaret hayatı nasıldı? Bir tüccar olarak nelere dikkat ederdi? Özellikle temas etmek istediğiniz bir husus var mı?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–İlk diyeceğim şu olur:

  • Kul hakkı. Onun ticarette en çok dikkat ettiği ve üzerinde titizlikle durduğu bir husustu kul hakkı. Buna bağlı olarak;
  • Kazancının helâliyetine büyük bir îtinâ gösterirdi. Gabn-i fâhiş denilen müşteriyi kandırma, onun bilgisizliğinden yararlanarak yüksek fiyatla satış yapma gibi yanlışlara karşı çok titizdi.

Helâl kazanca îtinânın ehemmiyetine binâen Rebî Molla kıssasını sıkça anlatırdı.

Rebî Molla; sütünü sattığı hayvanları, komşunun tarlasına girdiği için, kırk gün boyunca, hayvanların sütünü, tarla sahibi olan gayr-i müslim şahsa götürür. O kişi; «Helâl olsun!» dediği hâlde, samimiyetle götürür.

Bu samimî îtinâ karşısında, o Ermeni komşu müslüman olur.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim, Musa Efendi, varlıklı bir aileye mensup ve çok cömert… Ancak bunun yanında çok iktisatlı ve kanaatkâr bir hayatı yaşıyor ve yaşatıyor. Bu asilâne dengeyi îzah eder misiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

‒Pederimin hayat düsturu şu idi:

  • İktisâdî yaşayacaksın. Kifâyet miktarıyla geçineceksin. Maddî ve mânevî artanı infâk edeceksin!

Şöyle telkinlerde bulunurdu:

“‒Evlâdım, mutlaka riyâzat hâlinde yaşayın ve Allâh’ın verdiklerini, yine Allah için infâk edin! Riyâzat hâliniz sadece üç aylara ve Ramazân’a mahsus olmasın! Onu, hayatınızın her safhasına yayın ve ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk edin! Şunu iyi bilin ki, Dolmabahçe veya Topkapı Sarayı’nda bile yaşasanız, yine riyâzatla yaşamaya mecbursunuz. Onun için malı da mülkü de ancak kalbinizin dışında taşıyın. Eğer ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk etmezseniz, Allâh’ın verdiği nimetlere karşı nankörlük etmiş olursunuz. Unutmayın ki, infâk edilmeyen nimetler ziyan edilmiş demektir. Ziyan edilen nimetler de hesabı çok ağır birer âhiret vebâlidir.”

Yani iktisat terbiyesine çok ehemmiyet verirlerdi. «Hayatınızdan israfı ne kadar keserseniz, o kadar infâkınız artar.» derdi.

Meselâ biz İmam Hatip’e giderken üç vasıta değiştirirdik. Erenköy’den Kadıköy’e kadar otobüs ile gider, Kadıköy’den Karaköy’e vapurla geçerdik. Oradan da Vefâ’ya tramvay ile giderdik. Mektebimiz Çarşamba’ya taşındıktan sonra Fatih’ten Çarşamba’ya kadar yürüyerek giderdik. Bize zor gelmezdi. Yani şimdiki gibi bir konfor yoktu.  Gidiş-gelişimiz takrîben üç saati bulurdu.  «Çocuklar servisle gitsinler!» demezler bizleri iktisâda ve umumî halk gibi yaşamaya alıştırırlardı. Zaten halkın geliri cüz’î idi, özel servisler diye bir uygulama yoktu.

Hiç unutmam:

Musa Efendi, zekât ve hayırlarını sadece kendine mahsus bir deftere ayrı ayrı kaydederdi. Bunu evlâtları olmamız hasebiyle bize de gösterir ve bizim de aynı şekilde hayır ve zekâtlarımızı yazmamızı şu hikmet etrafında telkin ederdi:

“‒Evlâdım, şu benim verdiğim zekâtlar, şunlar da hayır-hasenatlardır… Çoğu insan az bir hasenatta bulunur, fakat yazmaz; «Ben çok hayır-hasenat yapıyorum.» der. Hâlbuki yazılınca, miktarının ne kadar az olduğu görülür.

Şükrâne olarak hayrat kısmının zekât kısmını çok geçmesi îcâb eder…”

Hiç unutmam:

Sultanhamam’dan, eve Sultantepe’ye gelirken, Mısır Çarşısı’nda, o günün parasıyla, meselâ portakal 20 kuruş, Üsküdar’da ise 25 kuruş olurdu. İktisatlı yaşamak ve böyle yaşamaya alıştırmak için, bize Eminönü’nden meyve aldırır, Sultantepe’ye kadar taşıtırdı. «Beş kuruştan ne olacak?» diye düşünmeyi israf sayardı. O artanı da hemen infâk ederdi.

Yine rahmetli babam, ayakkabımız delinmeden bizlere ikinci bir ayakkabı almazdı.

“Oğlum sana altı pençeli demir ayakkabı yaptırmak lâzım. derdi.  Çünkü o zamanlar köseleler çok fazla dayanıklı olmadığı için çabuk eskirdi. Ayakkabılarımızı Beykoz’dan alırlardı. Estetiği olmazdı ama, o zamanlar Beykoz’un ayakkabılarının köselesi nisbeten daha dayanıklı idi.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim, İmam Hatip’te okuduğunuz yıllardaki İstanbul’un mânevî ve tarihî ahvâlini, bizlere bugünlerle mukayese ve ibretli bir tefekkür açısından anlatır mısınız?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

‒1940-1950’li yıllar… Din toplumdan dışlanmış…

Sultanahmet’in ve Süleymaniye’nin avlusu top sahası idi. Camilerin mermerleri bakımsızlıktan kararmıştı. Halıları lif lif olmuştu. Kırılan pencerelerin yerine bir karton konuluvermişti. Bir saf cemaat vardı. Onlar da hamallardan ibaret idi.

Dolmabahçe Sarayı’nın yanındaki Dolmabahçe Camii, kayık müzesine çevrilmişti.

Saraçhane’deki Burmalı Mescid depo idi. Bir Ermeni’ye kiralanmıştı.

Vefâ Bozacısı’nın yanındaki cami, bir nalbanta kiraya verilmişti. Allâh’ın evi olsun diye yapılmış binaya atlar girip çıkıyordu. Hâlâ duvarında halkalar durur.

Bunları yaşamayan insanlar, bu hâdiselere şimdi inanmakta bile zorluk çekerler. Fakat biz bunları bizzat yaşadık.

Ezan, zorla Türkçe tercümesiyle okutuluyordu. Aslî şekline çevrildiğinde, ben çocuktum, ailede hanımlar heyecan ve gözyaşlarıyla beklemiş;

“‒Biz bu gece uyumayalım, ezân-ı Muhammedî’nin bir kelimesini bile kaçırmayalım!” demişlerdi.

Osmanlı’ya ait ne varsa siliniyordu. Kütüphânelerde, muazzam bir medeniyetin mîrâsı öksüz kalmıştı. Çünkü Osmanlı lisânı ve yazısı terk edilmişti.

Biz Osmanlı yazısını öğrenme husûsunda ilk dersi babamız Musa Efendi’den aldık.

Toplumda Tanzîmat’tan kalma bozuk alışkanlıklar vardı. Şehzâdebaşı’nda Ramazan ayında, Ramazân-ı şerif ile te’lif edilemeyecek tiyatrolar ve eğlenceler düzenlenirdi. Toplum tezat içindeydi. Adam gece bu eğlencelere gider, gündüz oruç tutardı.

Hiç unutmam:

İbrahim ELMALI Efendi sohbete gelirdi. Kendisi Beyoğlu müftüsü idi. Dînî tahsil o kadar dumûra uğramıştı ki; camilerin kapanmaması için, Fâtiha’yı az çok okuyabilen kişilere dahî hemen imâmet verdiklerini söylerdi.

Hulûsi Amcam, müfessir Elmalılı Hamdi Efendi’nin damadıydı. Onun tefsirini 1000-2000 adet bastırmıştı. Fakat okuyacak kimse yoktu. Ezher’de tahsil görmüş bazı kimseler alırdı, onların da imkânları olmadığından çoğu hibe olarak verilirdi. Babam da; Hamdi Efendi’nin tefsirinden bir miktar almış, satmaya çalışmış. Bir senede 30-40 takım dağıtabiliyorlar. Onları da Mısır’da, Şam’da okuyup gelmiş bir avuç hocaya hediye ettiklerini söylemişti.

O demlerde;

Toplumda irşad bu derecede zayıflamıştı.

Evlâdını hâfız olarak okutmak isteyen Anadolu insanı; şilteyi katlar, bir urganla bağlar, evlâdının sırtına koyar, şehre getirirdi. Sadece iki-üç kurs vardı, onlarda da yer bulunmazdı. Fakat babası çocuğa kurs sahip olsun diye, onu bırakır kaçardı.

O zamanki bütün kursların mevcudu, bugünkü bir tek kursun mevcudu kadardı.

Ekseriyâ Gönenli Mehmed Efendi ve Abdurrahman GÜRSES Hocaefendiler, büyük fedâkârlıklarla Kur’ân hizmetlerine revaç verdiler. Hapse girmeyi göze alırlardı.

O zaman Kur’ân eğitimi veren hocalarla, karakollar arasında «Sûfî ve Komiser» kitabındakine benzer kovalamaca yaşanırdı.

Bir bekçi, Kur’ân okutuyor diye bir hocaefendiyi tevkif eder, kimse de; «O hoca nereye götürüldü, ne zaman döner?» bilemez, kimseye de soramazdı. O karanlık devirde, bazen bir bekçi, devletin bütün salâhiyetini temsil ederdi.

Biz Erenköy’de Boşnak veya Arnavut bir hoca hanımdan Kur’ân öğrenmeye giderdik. Bahçe içindeki bu evde tahsil görürken, bir bekçi geçse, hoca hanım korkuyla bize;

“–Yere yatın! Aman bekçi sizi görmesin!” derdi.

Babam da nasıl Kur’ân öğrendiğini bize şöyle anlatırdı:

“–Babam, Kadınhanı’ndan bir hocaefendi getirdi. Bize evin bodrumunda Kur’ân-ı Kerim öğretirdi. Gündüzleri de bahçeyi sulardı, yani bir bahçıvan sıfatı içinde bulunurdu.”

Bunları anlatmamızın bir sebebi var:

Bugün Kur’ân hizmetleri -elhamdülillâh- serbest. İmkânlar geniş ve rahat. Konforlu kurslar var. Sayısız ve çeşit çeşit İmam Hatipler var.

Fakat Kur’ân tahsiline rağbetimiz ne kadar? Nimetlerin kıymetini ne kadar bilebiliyoruz?

Şu muhasebeyi dâimâ yapmak lâzım:

Necip Fazıl der ki:

“Tomurcuk derdinde olmayan ağaç, odundur!”

Eğer anne babalar, evlâtlarını İslâmî kültürle yetiştirirlerse, yarın onlar da sâlih ve sâdık evlâtlar olurlar.

Yok eğer evlâtlarını; «Uydum kalabalığa» diyerek toplumdaki gafillerin akıntısına bırakırlarsa, hem dünyada hem de âhirette ağır bir nedâmetle karşılaşırlar…

Kur’ân-ı Kerîm’in mânâ iklimine girmeyen gafiller, hayatın ancak dış yüzünü bilirler de, derûnî âlemin hikmet ve hakikatlerinden mahrum kalırlar.

Onlar, ömür boyu dünya lezzetleri ve şehvetlerinin peşinde koşar dururlar; lâkin cihânın var oluş hikmetinden gafildirler.

Onlar, bu dünya sofrasından oburca istifâde ederler. Lâkin sofranın gerçek sahibi olan «Rezzâk»ı tanımazlar.

Mezarlara yakınlarını gömerler de, toprağın altındaki büyük maceradan habersiz yaşarlar. Onlar, selvilerin harfsiz-sözsüz lisânından anlamazlar.

Zelzele, fırtına ve türlü musîbetlerle îkaz tokadı yediklerinde bile hakikatlere sırt dönerler, «tabiî âfetler» yaygarası ile sahte tesellîlere sığınırlar, kaçacak delik ararlar.

Ne gariptir ki, gafiller yüce Rabbin mülkünde yaşarlar, fakat mülkün gerçek sahibine bîgâne ve nâdan kalırlar ve nefsâniyetlerine esir olurlar. İlâhî azamet ve kudret akışları karşısında alık ve abus yaşarlar. Hüsrâna dûçâr olurlar.

Necip Fazıl, güneş gibi hakikatleri bırakıp da, seraplara aldanmak demek olan gafletin hâlini, ne kadar mânidar ifade eder:

Gönlüm uçmak dilerken semâvî ülkelere;

Ayağım takılıyor, yerdeki gölgelere…

Yüzakı:

–Muhterem Efendim, anlattığınız o yoklukların sona erdirilmesinde, Topbaş ailesinin ve Musa Efendi’nin de büyük hizmetleri olmuştu.

Musa Efendi, bildiğimiz kadarıyla hayır faaliyetlerini çeşitlendiriyordu. Onun dergâh hâline gelmiş gönlünde; kimsesiz ihtiyarlardan hasta gariplere, evlenecek gençlerden yurdun dört bir yanındaki Kur’ân kurslarına herkese yer vardı. Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

‒Musa Efendi fark gözetmeksizin Kur’ân hizmeti veren herkese ulaşırdı. Diyanet ve farklı ehl-i sünnet olan cemaatlerin kurslarına ayrım gözetmeden yardım ederdi. Rabbimiz’in;

وَلَا تَفَرَّقُوا

“Parçalanmayın! Bölünmeyin!” (Bkz. Âl-i İmrân, 103) emrine ittibâ ederdi.

Bu hasleti de Mahmud Sâmi Efendi Hazretleri’nden almıştır. Çünkü Sâmi Efendi Hazretleri de bayramlarda, devrin bütün ehl-i sünnet ve’l-cemaat hocaefendilerini ziyaret ederdi. Onlarla irtibatı, kardeşliği ve beraberliği temine gayret ederdi.

O zaman; Nûruosmâniye’de Hasan AKKUŞ’un, Bağlarbaşı’nda Süleyman Efendi’nin ve Taşlıtarla’da dedem Fahri KİĞILI’nın Kur’ân kursları vardı.

Fahri KİĞILI dedem, yani babam Musa Efendi’nin kayınpederi… Ondan da kısaca bahsetmek isterim:

O da ticaretten ve imâmetten bütün gelirini talebelerine sarf ederdi. Gördüğü bir rüya üzerine Taşlıtarla’da bir cami ve Kur’ân kursu inşâsına girişmişti. Otobüse, taksiye binmez, yürür o masrafı yine talebelerine harcardı.

Bizim eve, Sultantepe’ye gelirdi. Kalbi var, çarpıntılar içinde yokuşu tırmanırdı. Annem onu bu vaziyette görünce çok üzülür;

“‒Baba, bir taksiye binseydin, 2 liran yok muydu, çok terlemişsin?” derdi. Dedem geçiştirir, yine iktisatlı hayatına ve infâkına devam ederdi. Her şeyden tasarruf eder, onları hâfızlara yardıma vesile ederdi.

Dedem de Musa Efendi babam da, mülkün Allâh’ın emâneti olduğunu çok iyi idrâk etmişlerdi.

Bilhassa Musa Efendi’nin cömertliği de zarâfet, hassâsiyet ve incelik içindeydi. Hediyelerin paketi, yardım zarflarının üzerine yazılacak ifadeler, her ayrıntıya çok îtinâ gösterirdi.

Bugün yurt içinde ve yurt dışında geniş çaplı insânî yardım ve eğitim hizmeti veren Hüdâyî Vakfı’nın kuruluşunda ise Musa Efendi, tabiri câizse kendini gizleyen bir şahsiyetti. Unkapanı’ndaki dükkânını satarak ilk olarak, bu kuruluşun temeli yaptı. Kazasker’deki arsasını kat karşılığı verdi. On dört dairenin parasını da vakfa intikal ettirdi.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim, Musa Efendi’nin o zamanki İslâmî neşriyâta alâkası nasıldı?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

‒O devir, İslâmî neşriyat husûsunda da tam bir yokluk devriydi. Necip Fazıl’ın Büyükdoğu dergisi çıkardı. Pederim Musa Efendi; Bursa’ya giderken onlardan bolca alırdı, yollarda dağıtırdı. O zaman gençler arabalı vapurdan inenlerden gazete isterlerdi. Babam da onlara Büyükdoğu dağıtırdı. Kimisi şöyle bakar, bir tarafa atardı.

Zamanın muharrirlerinden Refiî Cevat ULUNAY, Ayasofya’nın camiye döndürülmesini teşvik husûsunda bir makale yazmışlardı. Musa Efendi; müslümanların hissiyâtına tercüman olan bu yazıya teşekkürle mukabele için, üç-beş araba ile bu yazarın ziyaretine gittiler. Hediyeler götürdüler.

Babam; dil, tarih ve kültürün, din ve şahsiyet husûsundaki ehemmiyetini son derecede müdrik idi.

Osmanlıca tahsilinin üzerinde dururlardı. İmlâsızlıktan ve uydurma kelimelerden sakındırırlardı. Kur’ân kültüründen gelen kelimeleri kullanmayı teşvik ederlerdi.

İslâm kahramanlarını hatırlatarak, tarih şuuru kazandırmaya gayret ederlerdi. Mâzîdeki hatalar için yapılabilecek bir şey kalmadığını, fakat tarihten ibret ve örnek alınarak istikbâle istikamet verebileceğimizi anlatırlardı.

Yüzakı:

–Efendim, muhterem pederiniz Musa Efendi’nin İslâm dünyasındaki mazlumlara imdâd etmek için de büyük gayretler içerisinde olduğunu biliyoruz. Sizler bu hususta şahitlik ettiğiniz hâtıraları paylaşır mısınız?.. 

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri; Hak dostlarının fârik husûsiyetinin, Peygamber Efendimiz’in; «Ümmetî!.. Ümmetî!..» dertlenişini yaşamaları olduğunu bildirir.

Musa Efendi Hazretleri’nin nabzı da İslâm dünyası için atardı. Kalbi, ümmet için çarpardı.

Meselâ Azerbaycan’a oradaki eğitim ve irşad faaliyetleri için seyahate giderdik. Döndüğümüzde; uçak saati sebebiyle gece geç vakitte de gelsek, mutlaka bekler, bizden malûmat dinlerdi. Bir babanın, evlâdını sorması gibi, oradaki kardeşlerin hâlini sorardı. «Müslümanların hâli nasıl?» diye suâl ederdi.

Bosna katliâmında oradaki müslüman kardeşlerimize yardım edebilmek için çok gayret gösterdi.

Bir sohbet meclisinden sonra Bosna-Hersek’teki yaraların sarılması için yardım toplanmıştı. Herkes kendi adına belli bir yardımda bulunduğu mecliste, o, büyük bir meblâğ uzatmış ve;

“–Bir Dost’un buraya verilmek üzere fakire emâneti!” diyerek takdim etmişti.

Ehl-i basîret müstesnâ; orada bulunanlara bu ifade, verilen paranın meclise gelmemiş bir şahsın gönderdiği yardım intibâını uyandırdı. Hâlbuki onun emânet dediği -Allah bilir ama herhâlde- kendi malı, dost dediği de Cenâb-ı Hak’tı…

Yetmiş yıl boyunca İslâm’a büyük baskılar uygulayan komünizm çökünce, hürriyet ve istiklâle kavuşan müslüman beldelere maddî ve mânevî yardımların ulaştırılması için çok gayret etti.

Balkan beldelerinde hizmet eden Rafet BİLAÇ, Şaban BÜYÜKDERE ve Muzaffer IŞIKVEREN; Musa Efendi’den şu câlib-i dikkat hâtırayı naklediyorlar:

“Komünizm çöktükten sonraydı. Musa Efendi Üstâdımız, Arnavutluk’a çeşitli yardımlar gönderiyordu. Biz yerine götürüp dağıtacaktık. Paket hâlinde bir hayli dolar vardı;

«‒Bunlar ayrı!» dediler. «Bunları, orada yaşlı insanlara dağıtacaksınız.»

Merak etmiştik;

«‒Efendim, niçin husûsen yaşlılar? Gençlere de versek olmaz mı?»

Dediler ki:

«‒Gençlerin hediyesi ayrı. Bunlar, o mazlum ihtiyar kardeşlerimiz için. Çünkü onlar, elli senedir komünizmin baskıları altında kalmışlar. Hiç bugüne kadar ellerine imkân geçmemiş, arzu ettikleri bir şeyi alamamış, ailelerine de sarf edememişlerdir. Onlara bu paraları verin de âhir ömürlerinde bir nebze ferahlık görsünler!»

Ne büyük bir zarâfet! Hakikaten o beldelerdeki mazlum ihtiyarlar, iki buçuk dolar maaş alırken, Musa Efendi Üstâdımız’ın ikrâmı olarak 50’şer dolar verdik. Ne kadar sevindiler. Âbâd oldular.”

Yüzakı:

–Muhterem Efendim, Musa Efendi’nin mahlûkāta şefkati de dillere destan idi. Bu hususta hâtıralarınız var mıdır?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

‒Mahlûkāta Hâlık’ın nazarıyla bakış tarzı da Hak dostlarının bir fârikası… Şâh-ı Nakşibend’in yıllarca sokak hayvanlarına hizmet ettiği ve mânevî terakkîde bu hizmetten de çok istifâde ettiği mâlûmdur.

Musa Efendi Hazretleri de evimizin çevresindeki mahlûkat ile tek tek ilgilenirdi. O muhabbet o mahlûklara aksederdi ki kapıdan girer girmez hemen etrafını çevirirlerdi. Hattâ köpekler, onu muhafaza etmek için, ayrı bir gayret ve heyecan gösterirlerdi.

Onun hisli gönlü; bahçedeki kedileri sıfatlarıyla isimlendirirdi. Yavrularına olan sadâkat ve merhametlerine göre her birine ayrı ayrı muamele ederlerdi.

Onun mahlûkāta şefkati de üstâdı Mahmud Sâmi Efendi Hazretleri’nden tevârüs etmiş bir husûsiyettir. Zira kendisi şöyle anlatmıştı:

“Tahminen kırk sene evvel muhterem Üstad Sâmi Efendi -kuddise sirruhû- ile Medîne-i Münevvere’de bir ev kiralamıştık. Zamanın şartlarına göre o zamanki evler kerpiçtendi. Kendi istirahatleri için hazırladığımız odaya teşrif ettiklerinde köşede kıvrılmış bir yılan görüp gayr-i ihtiyârî heyecanlandık. Kendileri ise bir sükûn ve huzur içinde;

«–Bu Allâh’ın mahlûkunu kendi hâline bırakın ve ona dokunmayın.» diye buyurdu.

Nihayet bir müddet sonra hayvancağız ortalıktan kayboldu.”

Yine kendisi anlatmıştı:

Sâmi Efendi Hazretleri; Mekke’de bulundukları bir zamanda, bir öğle vakti;

“–Dışarıda bir kişinin galiba yemeğe ihtiyacı var!” buyurur.

Muhterem pederim Musa Efendi; derhâl verilecek yemekleri hazırlayıp, elinde tepsi ile kapıya gider, kimseyi göremeyince geri döner.

Sekiz-on dakika sonra Sâmi Efendimiz tekrar gelerek;

“–Tekrar geldi, içeriye bakıyor.” buyururlar.

Tekrar yemekleri alıp kapının önüne çıktıklarında; dilini dışarıya çıkarıp içeriye bakan hayvancağızı, yani acıkmış olan köpeği görürler ve doyururlar.

Bunlar, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkāta bakış tarzının engin ve şâmil bir şefkat tezâhürüdür…

Yüzakı:

–Muhterem Efendim, Musa Efendi’yi bir mürşid-i kâmil olarak nasıl tarif edersiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

‒Merhum pederim Musa Efendi -kuddise sirruhû-’nun mâneviyat yolculuğunda en çok üzerinde durduğu husus, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şahsiyet ve karakteriydi. Onun telkin edilmesiydi. O’nun hâliyle hâllenmekti.

Musa Efendi; mânevî ders almak için gelenlere, önce şu sualleri sorardı. Dersi, ancak bu suallerin cevabına göre verirdi. İrşâd isteyen bir kişinin, önce hayatındaki şerîata uymayan ve istikamet üzere olmayan noktaları düzeltmesi gerektiğini bildirirdi. Zira çürük bir temelin üzerine binâ inşâ edilmez. Mânevî bir terakkî ve terfî olabilmesi için, hayatın şerîat temeli üzerinde olması lâzım.

Bu hakikat çerçevesinde sorardı:

‒Maddî ve mânevî ahvâlin ne durumda?

‒Geçimini nasıl sağlıyorsun?

–Memursan, vazifeni tam ve düzgün yapıyor musun? Mesaine riâyet ediyor musun? İhmalkârlık, iltimas, rüşvet vb. günahlardan ve haramlardan kendini koruyabiliyor musun?

–Esnaf isen, ticaretin nasıl? Sözünde duruyor musun?

–­Kefil oluyorsan, nereye kadar kefil oluyorsun? İmkânının üzerinde borçlara kefil oluyor musun?

–Alıp sattığın şeyler, helâl ve temiz mi, yoksa menhiyattan mı? Meselâ giyilmesi gayr-i meşrû olan kıyafetleri satıyor musun?

–Fâizle bir alâkan var mı?

–Kazancın helâl mi?

–Kirada mülkün varsa, orada yapılan işler, dîne uygun mu? Yoksa kazancına buradan haram ve şüpheli şeyler bulaşıyor mu?

–Zekât, öşür ve hayrat husûsundaki hâlin nasıl?

‒Aile hayatın nasıl? Aile fertlerine ilâhî tâlimatları öğrettin mi? Namazlarını kılıyorlar mı? Kızın varsa, tesettüre riâyet ediyor mu?

‒Evlâtlarını nerede okutuyorsun?

–Evlâtlarının Kur’ân eğitimine ihtimam gösteriyor musun?

–Anne-babanın durumu nasıl, onlarla münasebetin nasıl? Onlara kol kanat geriyor musun? Onlar bakıma muhtaç ise, onlarla alâkadar oluyor musun?

Musa Efendi -kuddise sirruhû- bütün bunların şerîatin muhtevâsı içinde olmasını şart görürdü. Bu ahvâl düzgün olmadan, ders vermezdi.

Bir lokum ikrâm eder gibi, herkese ders kâğıdı dağıtılmasını doğru ve muvâfık bulmazdı.

Bugün biz de evlâtlarımızı nasıl yetiştirdiğimiz, onların uhrevî istikbâli için ne yaptığımız, arkamızdan nasıl bir insan mîrâsı bırakabildiğimiz üzerinde kendimizi muhasebe etmeliyiz.

Evlâtlarımızdan mes’ûlüz.

Zemin güçlü olacak ki, üzerine çıkılan katlar sağlam olsun.

Tasavvufun esas tecellî edeceği saha, muamelâttır. Güzel ahlâktır, Efendimiz’in hâliyle hâllenmektir, Allah ile beraber olmaktır…

Zikirden de murat budur.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)

Yüzakı:

–Muhterem Efendim, Musa Efendi’nin Allah yolunda bu dünyada husûsî bir gayesi ve hasreti var mıydı?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

‒Sâmi Efendi’den aldığı emâneti, en güzel ve mükemmel şekilde gerçekleştirmek isterdi. İhvânın, muhteşem İslâm kültürüne sahip olmasını isterdi.

Vefâtına yakın ve en ızdıraplı zamanlarında bile;

“Yâ Rabbî! Bana sıhhat ve kuvvet ihsan buyur da, köy köy dolaşarak kardeşlerimin hizmet ve irşâdında bulunayım!” diye duâ hâlinde idi.

Yine muhterem pederim Musa Efendi’nin;

“Ne mutlu âhirete yüz akı ile göçebilene!” şeklindeki hisli temennîsi, amel-i sâlih
nâmına nice yaptıklarını bile kâfî görmeyen bir mü’min hassâsiyetinin yansımasıdır.

Bu vesileyle mecmûamızın adı da teberrüken Yüzakı olmuştur.

Nitekim Musa Efendi’nin hâlis niyetinin ve gönülden temennîsinin en güzel bir tezâhürü de şu oldu:

Dostları ve sevenleri bir hâfızlık proje imam-hatip lisesi ve yanında tatbikat camisi yaptırdılar, adına pederimin ismini verdiler:

Sancaktepe Musa Efendi Anadolu İmam Hatip Lisesi…

Tam onun arzu ettiği bir eser… Hâfızlık yapan talebelerin Kur’ân sedâlarıyla rûhâniyet tevzî eden mübârek bir eğitim yuvası…

İsim müsemmâyı çeker.

İnşâallah bu güzel mektepte; sath-ı vatandaki nice ilim ve irfan müesseselerini, diğer taraftan camilerin mihraplarını, kürsülerini ve minberlerini rûhâniyet ve takvâ ile dolduracak şahsiyetler yetişir. Böylece yeni nesilleri irşâd edecek imamlar, hâfızlık hocaları, imam hatip muallimleri ve gönüllerini dergâh hâline getiren vakıf insanlarla toplum hayat bulur.

Yüzakı:

–Efendim, tam bu noktada şöyle bir sual sorsak:

Musa Efendi, ardından ne mîras bıraktı?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

‒Muhterem pederim Musa Efendi; sadece biz evlâtlarının değil, bütün ümmetin babası idi. Ümmete mânevî bir mîras bıraktı.

En mühim mesele, bir insan mîrâsı bırakabilmek.

Bunun için de;

Dînî müesseselere, bilhassa Kur’ân kurslarına revaç verebilmek, şart. Zor zamanlarda Allâh’ın dînine yardım etmek, elzem…

İslâm şahsiyet ve karakterini mîras bırakabilmek için, bunlar zarûrî…

Bu mânâda;

Musa Efendi’nin mîrâsı; Türkiye’de ve bütün dünyada, tebliğe gönül veren ve hademe-i
hayrat olan binlerce sevenidir. Onlarca Kur’ân kursudur, imam hatip yurdudur.

Onun mîrâsı, onlarca insânî yardım gönüllüsüdür.

Onun mîrâsı, Afrika’da açılan ve mü’min kardeşlerimizin gönüllerini serinleten nice su kuyusudur.

Onun mîrâsı, kimsesizlerin evlerine ulaşan erzaklardır. Mahrumların içten duâlarıdır.

Onun mîrâsı, inşâallah amel defterini hiç kapatmayacak sadaka-i câriyelerdir.

Onun mîrâsı, Hüdayî Vakfı gibi nice hayır müesseseleridir.

Yüzakı:

–Efendim, muhterem pederiniz Musa Efendi’nin karakter ve şahsiyetine dair buraya kadar anlattıklarınıza ilâveten neler söylemek istersiniz? 

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

‒Musa Efendi; titiz, cömert ve zarif bir İstanbul beyefendisiydi. İnce ruhlu, sanatkâr bir yapıya sahipti. Meselâ önüne bir fincan geldiğinde eline alır, inceliğine-kalınlığına, şekline, desenine bakarak inceler, sanat tarafına bir not verirdi.

Hüsn-i hatta büyük iştiyâkı vardı. Gece yarılarına kadar hat sanatını meşk ederdi.

Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri’ne intisâb ettikten sonra ise, bütün hayatı o Hak dostunun ahlâkına bürünmek oldu. Çok sevdiği hat sanatı için dahî;

“–Artık hevesim kalmadı!” diyordu.

Eskiden çok titiz, intizamlı ve detaycıydı. Terzisi, ayakkabıcısı vardı. Giyimi-kuşamı hep muntazam olurdu. İntisaptan sonra bu îtinâlı hayat tamamen mâneviyâta döndü. Sâmi Efendi Hazretleri’nin inceliği, zarâfeti, merhameti ve duruşu, pederimize sirâyet etti. Ondan aldığı ve kendinde de var olan özelliklerle yeni bir karakter oluştu.

Dakikliğe çok riâyet ederdi. Sâmi Efendi Hazretleri ile Cuma namazlarına gidilirdi. Ben de şoförlüklerini yapmıştım. Tam 12’ye on kala kapıya varılırdı. Sâmi Efendi de tam 12:00’da kapıyı açarlardı. Bu dakiklik hiç şaşmazdı.

Babam, mülâkatlarında saate riâyet etmeyenlere çok üzülürdü.

“‒Dünya ehli, geçici menfaatleri için saate riâyet ederler. Fakat bizim insanımız, mâneviyat yolunda ya erken gelir, ya geç…” derdi. Bu âdapsızlığa çok müteessir olurlardı.

Yüzakı:

–Efendim, Musa Efendi Hazretleri’ne, sevenleri tarafından «Sâhibü’l-Vefâ» sıfatı verilmişti.

Son olarak;

Bunun esbâb-ı mûcibesini sizden dinleyebilir miyiz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

Muhterem pederim Musa Efendi, «sâhibü’l-vefâ» diye bilinirdi.

Onun vefâsı, çok şâmil ve geniş idi.

İlk hatırıma gelen;

Âlimlerin sahipsiz olduğu zamanlarda; onları ziyaret eder, hâl hatırlarını sorardı.

Ben çocuk iken, Elmalılı Hamdi Efendi’nin ailesini ziyarete gittiğimizi hatırlarım. Onların hâl ve hatırlarını sorar, zamanın sıkıntıları içerisinde zorluk çekmemelerini temine gayret ederdi.

Geçmişte medresede dersiâm olan, yani günümüz tabiriyle bir üniversite hocası olan insanlar, birden üç kuruşa muhtaç hâle düşmüştü.

Hocaefendilerin, imamların maaşları çok azdı. Normal memur maaşlarının üçte biri kadar maaşları vardı. İmamlık ve müezzinlik, büyük bir fedâkârlık gerektiriyordu. O devirde hocalar çok zarûret hâlindeydi. Dîne karşı bir düşmanlık olduğu için, hocalar kasten muhtaç bırakılmıştı. Hocalar; ancak cenaze yıkayacak, selâ okuyacak da eline üç-beş kuruş geçecek diye bekler vaziyetteydiler. Ama asıl tahribat, «alan el» hâline düşürülmüş olmalarıydı.

Musa Efendi Babam, böyle âlim ve hocalara sahip çıkmaya çalışırdı. Onlara yardımda bulunurken, mahcup etmek de istemez, takdim ettiği zarfın üzerine;

“Muhterem … Efendi, kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” diye yazardı.

Özellikle Ramazan ayı gelince hem imam efendilerin kendilerine, hem de ailelerine kumaş, zekât ve muhtelif hediyeler gönderirdi…

Onun bilhassa, üstâdı Sâmi Efendi Hazretleri’ne olan vefâsı, dillere destandı. Bayram günlerinde ilk ziyaret ettiği yer, Sâmi Efendi’nin eviydi. Yine ilk kurbanları onun için keserdi. Bilhassa onun muazzez rûhuna hatimler okunmasına vesile olur ve her yıl sevenleri tarafından üstâdı için tilâvet edilen on binlerce hatm-i şerif, vefâkâr gönlünü ziyadesiyle memnun ederdi.

Musa Efendi -kuddise sirruhû-, garip ve kimsesiz ihtiyarlar karşısında fevkalâde duygulanırdı:

“Bizim, bu garipleri aslında evimizde barındırmamız îcâb eder. Lâkin buna muktedir değiliz. O hâlde, bir huzur yurdu inşâ etmeliyiz.” diyerek birkaç yakınıyla beraber bu güzel düşünceyi hayata geçirmişlerdi. Zaman zaman da garipleri ziyaret edip onların ihtiyaçlarıyla yakından alâkadar olurlardı.

Şahsen benim daha kundak yaşımdayken hizmetimi gören bir hemşireyi, elli beş sene sonra aratıp buldurdu ve ona hediyeler takdim etti.

Yine fukarâya bir paket ikrâm edecekleri zaman da bunun en güzel bir şekilde ambalâjını yaparlar, gayet güzel bir şekilde ve nezâketle, incitmeden, gönül alarak takdîm ederlerdi. Alan mesrur olur, veren de huzur duyardı. Biri, Allah’tan geldiğini kabul ederek alır; diğeri de Allâh’ın verdiği bu emâneti yerine tevdî etmiş olduğu için sevinirdi.

Onun vefâsı; vazifeyi deruhte ettiği ilk günlerin zor zamanlarında, kendisini üzen davranışlar sergilemiş şahıslara kadar uzandı. Üzerine bir şal attı. Setretti, affetti, en kırıcı muâmeleye dahî iyilikle mukabelede bulunarak, kardeşliği korudu.

Hâsılı, o bir vefâ âbidesiydi. Onun hâtırasını yâd etmek ve hizmetlerini ihlâsla sürdürmek de biz evlâtlarının vefâsı olacaktır.

Yüzakı:

–Efendim, gönüllerimizi doyurucu ve ihyâ edici bu güzel mülâkat için çok teşekkür ederiz.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

‒Muhterem pederime vefâ olarak bu mülâkātı gerçekleştirdiğiniz için ben teşekkür ederim.

Cenâb-ı Hak bizlere de ardımızdan en hayırlı mîrâsı yani, yetişmiş insan mîrâsını bırakabilmeyi nasip buyursun.

Âmîn!..