Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruh) -4-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2011 – Ekim, Sayı: 308, Sayfa: 032

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

“Bir kul, namazda ancak şu dört şeyle huşû hâline erebilir:

1. Dâimâ helâl yemek, yerken kalben uyanık olmak ve huzur ile yemek.

2. Abdest sırasında gafletten uzak durmak.

3. İlk tekbiri alırken kendini huzur-i ilâhîde bilmek.

4. Namaz dışında da Hak Teâlâ’yı aslâ unutmamak.”

[Cenâb-ı Hak buyurur:

“Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir; onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2)

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar.” (el-Mâûn, 4-5)

Bedenî ve kalbî âdâb ve erkânına riâyetle kılınabilen huşû dolu bir namazda, kalpteki mâsivâ perdeleri ortadan kalkar; “Namaz, mü’minin mîrâcıdır.”1 hakîkatinin tecellîsiyle, huzûr-i ilâhîde târifsiz bir vuslat yaşanır. Namazdaki bu ruh mîrâcını yaşayabilmek ise, ona hem zâhiren hem de bâtınen hazırlanmayı gerektirir.

Helâl gıdânın müsbet enerjisini taşıyan bir beden, ancak zikir uyanıklığıyla alınan bir abdestten sonra feyizli bir namaza hazır hâle gelir. Namazı, bedenen ve rûhen hazır olmadan, baştan savar gibi ve gâfilâne kılmak ise, mânen büyük bir ziyanlıktır. Bu sebeple daha ilk tekbiri alırken Allah’tan uzaklaştıracak her türlü düşünceyi zihinden ve gönülden çıkarıp atmak gerekir. Namazın edâsı esnâsında da bütün dikkati, huzûrunda durulan Allah Teâlâ’ya teksif ederek, ciddî, uyanık ve edepli olmak îcâb eder. Zira namazda bedenin kıblesi Kâbe, kalbin kıblesi ise Cenâb-ı Hak’tır.

Namaza duran kimse, Allah Teâlâ’nın azamet ve yüceliğini, buna karşılık kendi kulluk, hiçlik ve acziyetini hissederek, huşû ve huzur hâlinde olmalıdır. Öyle ki, bu hâlini “istiğrak” seviyesine, yani kendi varlığından geçerek Hak’ta fânî olma derecesine yükseltmeye gayret etmelidir. Hiç şüphesiz ki bu hâlin zirvesi, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’dir.

Nitekim Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz şöyle buyurur:

“Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- namaza durduğu zaman, yüreğinden kazan kaynamasına benzer bir ses duyulurdu. Ezan okunduğu zaman, Allâh’ın huzûruna çıkacağı için etrafındakileri tanımaz hâle gelirdi.” (Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)

Allah Rasûlü’nün mânevî terbiyesi altında yetişen güzîde sahâbîlerden Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da namazdaki ruh mîrâcının ve kalbî istiğrâkın diğer bir kâ‘bına varılmaz numûnesidir. Nitekim o mübârek sahâbînin, bir savaşta baldırına ok saplanmış ve verdiği büyük ıztıraptan dolayı da çıkarılamamıştı. Bunun üzerine hemen namaza duran Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, girdiği mânevî istiğrak hâlinin bereketiyle, okun çıkarıldığının farkına bile varmadan, huzur içinde namazını tamamlamıştır.

Diğer taraftan; “Namaz kılanlar müstesnâ ki onlar namazlarında devamlıdırlar.” (el-Meâric, 22-23); “…Onlar namazlarını muhâfaza ederler.” (el-En’âm, 92) âyet-i kerîmeleri mûcibince, zâhirî ve bâtınî edeplerine riâyetle kılınan namazlar; kulu dâimâ Allâh’ın huzurunda olduğu şuurunu kazanmaya ve gönlü her dâim Allah ile olmaya hazırlar.

Mevlânâ Hazretleri bu hâle işâretle buyurur ki:

“Öyle bir abdest al ki, hiç bozulmasın. Öyle bir namaz kıl ki, hiç bitmesin.”

Yani kulluk şuurunu son nefese kadar taşımak ve Hakk’ın huzurundaki edebi ibadet dışında da muhâfaza etmek, kâmil mü’minlerin şiârıdır. Bu yönüyle Hak âşıklarının namazı dâimîdir, hiç bitmez. Onlar, hem namaz içinde hem de dışında, velhâsıl ömür boyu zikr-i dâimî ile, rûhen alnı secdede yaşarlar. Zira ibadetler, belli vakitler içinde edâ edilip bitirilirse de, Hakk’a îman ve kulluk dâimîdir. Onun kesintiye uğraması, son bulması veya bitmesi söz konusu değildir.]

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

“Bizim yolumuzun esâsı, «halvet der-encümen»dir. Yani zâhiren halk ile, bâtınen Hak ile olmaktır. Nitekim Kur’ân’daki; «Öyle (sâlih) kimseler vardır ki onları Allâh’ın zikrinden ne ticaret alıkoyar ne de alışveriş…»2 âyetinde bunlara işaret edilmektedir.”

“Sâlik, yeterince olgunlaştığında, kalbi ile dili arasında fark kalmaz. Yani dünyevî meşgaleler, kalbî ve bâtınî işlerine mânî olmaz. Bâtınî işler de, dünyevî meşgalelere engel teşkil etmez…”

[Mânevî terbiye yolunda, belli bir müddet insanlardan uzaklaşıp dünya meşgalelerinden el-etek çekmek; tefekkür ve tahassüste derinleşerek kalben arınıp durulmak, mânen dirilmek, tâzelenmek, yenilenmek ve rûhî istîdatları tekâmül ettirmek için gerekli bir temrin olarak görülmüştür.

Nitekim Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- kendisine Tevrat nâzil olmadan evvel Tûr-i Sînâ’da kırk gün savm-ı visâl (iftarsız oruç) tutmuş; Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- da İncil’den ilk ilâhî kelâmı duyuncaya kadar Sair Dağı’nda kırk gün kırk gece aç ve susuz kalmıştır. Son olarak Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz de Kur’ân’dan ilk vahye muhâtap olmadan önce, Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası’nda tam bir ay boyunca uzlet hayatı yaşamıştır. Bütün bunlar, mânevî hayatta belli bir süreliğine uzlet ve inzivânın mesnedini teşkil etmektedir.

Fakat bu hâlin âdeta ruhbanlık gibi bir hayat tarzı olacak kadar umûmîleştirilmesi, kat’iyyen men edilmiştir. İslâm’da halk içinde bulunarak Hakk’a kulluğa devam etmek esastır. Çünkü uzlette, şöhret tehlikesi de vardır. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri de bu düstûru; “halvet der-encümen” yani “halk içinde Hak ile olmak” şeklinde hülâsa etmiştir. Diğer bir ifâdeyle “kesrette vahdet”, yani kalabalıklar arasında ve hayatın binbir telâşı içindeyken bile kalbin Allah ile beraber olması, mü’minin ömrü boyunca riâyet etmesi gereken bir kulluk edebidir.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken uğradığı Bağdad şehrinde nur yüzlü genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını sırf dünyevî meşgûliyetlerle geçirdiğini düşünerek üzülür.

“–Yazık! Tam da en güzel şekilde ibadet edeceği çağda kendisini dünya meşgalesine kaptırmış!” diye içinden geçirir. Bir an murâkabeye vardığında ise, altın alıp satan bu gencin kalbinin Allah ile beraber olduğunu hayretle müşâhede eder. Bu sefer:

“–Mâşâallâh! El kârda, gönül Yâr’da!..” diyerek genci takdir eder.

Muhammed Pârisâ Hazretleri Hicaz’a vardığında da Kâbe’nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan aksakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce ihtiyarın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak:

“–Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” der. Sonra onun kalbine nazar edince görür ki, bütün duâ ve ağlamaları, fânî bir dünyalık talebi içindir. Bunun üzerine gönlü mahzun olur.

Demek ki Allah ile olan bir kalbe, dünya işlerinin ve halk içinde bulunmanın bir zararı yoktur. Fakat dünya telâşının Hak’tan gâfil bıraktığı hantal bir gönülle ibadet etmenin mahzuru pek çoktur!..

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

“Hadîs-i şerîflerde; «İnsanlar tarafından sende görülmesini istemediğin bir şeyi, yalnız kaldığında da yapma!»3 «Cenâb-ı Hakk’ın yapılmasını istemediği şeyi yalnız kaldığında da yapma!»4 buyrulmaktadır. Bu hadîs-i şerîfler, dervişlere çok gereklidir. Buradaki işaret şudur ki, Hak yolcusu sâlik, bomboş zannettiği tenhâ yerleri dahî dopdolu bile! Açıkta, herkesin gözü önünde ne yapıyorsa, kimsenin olmadığını düşündüğü gizli yerde de onu yapa!”

[Makbul bir kulluk hayatı için îmandan ihsâna yolculuk zarûrîdir. İhsân ise Allâh’ın bizi her zaman ve mekânda görüp gözetmekte olduğu şuuruna ulaşmaktır. Böylece bir an bile Hakk’ın huzûrundan gâfil kalmayıp gözler önünde yapamayacağımız kusurlardan, nefsimizin günahlarla baş başa kaldığı zaman ve mekânlarla da sakınabilecek bir irâde ve dirâyeti kazanmaktır.

Şu hâdise, mü’min gönüllerde bu hassâsiyetin zarûrî olduğunu, ne kadar da kat’î bir sûrette hatırlatmaktadır:

Bir gün Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, zekât olarak toplanan koyunların bulunduğu yere gitmişti. Koyunların başında, ücret karşılığı çalışan bir çoban bulunuyordu. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, çobanın yarı çıplak vaziyette dolaştığını görünce hemen onu çağırdı ve:

“–Bizim için kaç gün çalıştın, bizde ne kadar alacağın var!?” diye sordu.

Efendimiz’in bu suâlinden, işine son verileceğini anlayan çoban, büyük bir endişeyle:

“–Niçin yâ Rasûlâllah? Yoksa hayvanların bakımını ve gözetimini güzel yapamıyor muyum?” diye sordu.

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ise:

“–Hayır, ondan değil! Lâkin ben, aramızda çalışan insanların, yalnız kaldıklarında bile Allah Teâlâ’dan hayâ eden kişiler olmasını arzu ediyorum! Yalnız kaldığında Allah Teâlâ’dan hayâ etmeyen kişinin yaptığı işi istemiyorum!” buyurdu. (Bkz. Beyhakî, Şuab, X, 196/7370; Mervezî, Tâzîmü Kadri’s-Salâh, II, 836)

Bu nebevî hakîkatlerden hisse alarak gönlünü Allah sevgisi ve korkusuyla doldurmuş, ihsan şuuruyla yaşayan diğer bir çobanın şu hâli ise, ne kadar ibretlidir:

Abdullah ibn-i Ömer -radıyallâhu anhumâ-, arkadaşlarıyla birlikte Medîne civârında bir yere çıkmıştı. Onun için bir sofra kurdular. Bu sırada yanlarına bir koyun çobanı uğradı ve selâm verdi. İbn-i Ömer:

“–Gel ey çoban, sofraya buyur.” dedi. Çoban:

“–Ben oruçluyum.” cevâbını verdi. İbn-i Ömer:

“–Bu şiddetli sıcakta oruç mu tutuyorsun, bir de bu hâlde koyun güdüyorsun?” dedi. Daha sonra çobanın kalbî seviyesini anlamak için:

“–Şu sürüden bize bir koyun satsan, parasını sana ödesek, etinden de iftar edeceğin kadarını sana versek olmaz mı?” teklifinde bulundu. Çoban:

“–Sürü benim değil, bu koyunlar efendimindir.” cevâbını verdi. İbn-i Ömer -radıyallâhu anhumâ- yine çobanı denemek için:

“–Kayboldu dersin, efendin nereden bilecek ki?” deyince, çoban ondan yüzünü çevirdi ve parmağını semâya kaldırarak:

“–Allah nerede?!” dedi.

İbn-i Ömer -radıyallâhu anhumâ-, çobanın bu ihsan ve murâkabe şuurundan çok duygulandı. Bu düşünceler içinde, bir müddet kendi kendine; “Çoban dedi ki: Allah nerede? Çoban dedi ki: Allah nerede?” deyip durdu. Medîne’ye vardığında da, ilk iş olarak çobanın efendisine bir elçi gönderip sürüyü ve çobanı satın aldı. Çobanı âzâd ettikten sonra sürüyü de ona bağışladı. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 341)

Düşünmek gerekir ki ihsan ve murâkabe şuurunun daha bu dünyadaki bereket ve mükâfâtı böyle olursa, âhiretteki mükâfâtı kim bilir ne kadar muhteşem olur?!.

Öte yandan, bizler de nebevî ifâde ile; “sürüsünden mes’ûl birer çoban”5 durumundayız. En başta kendimizin, daha sonra ise çoluk-çocuğumuzdan itibâren mes’ûliyetimiz altında olan herkesin çobanıyız. İyi bir çoban, sürüden geride kalan hasta ve zayıf koyunu îcâbında kucağına alarak sürüye yetiştirir. Onu kurda-kuşa yem etmez.

Fakat maalesef bugünkü çobanlık, koyun sürüsüne değil keçi sürüsünedir. Zira kapitalizm ve materyalizmin globalleşme ile birleşerek dünya çapında sürekli nefsâniyeti tahrik etmesi, bencillik, egoizm ve enâniyeti palazlandırması neticesinde, nefisler çok daha azgın ve doyumsuz bir hâle gelmiştir. Bu yönüyle de nefisler, âdeta keçi tabiatını hatırlatmaktadır. Tehlikeli uçurumlarda dolaşan, ağaçlara tırmanan, inatçılığıyla bilinen keçiyi helâk olmaktan koruyup kollamak ise, mûnis ve uysal bir tabiatı olan koyunu korumak kadar kolay değildir. Zamanımızın menfî şartları sebebiyle bugün çok daha dikkatli ve gayretli olmak gerekmektedir.

Kendimizi ve mes’ûl olduğumuz kimseleri azap çukurlarına yuvarlanmaktan korumak için nefs ve şeytanın iğvâlarından, süflî câzibelerle süslenmiş imtihan tuzaklarından sakınarak sırât-ı müstakîm üzere, menzil-i maksûdumuza doğru götürmekle mükellefiz. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!..” (et-Tahrîm, 6)

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bu âyet-i kerîmeyi şöyle îzah buyurmuştur:

“Onları, Allâh’ın sizi nehyettiği şeylerden uzaklaştırır ve emrettiği şeylere de teşvik edersiniz. İşte bu, onları cehennemden muhâfaza etmektir.” (Âlûsî, XXVIII, 156)

Hâsılı, dâimâ Rabbimizin müşâhedesi altında, yani her hâl ve hareketimizi kaydeden ilâhî kameralar önünde bulunduğumuzu, hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Yine unutmamalıyız ki gözlerden uzak mekânlarda dahî günahlardan sakınıp istikâmet üzere olabilmek; hâlis bir îmânın alâmeti olan “Allâh’ın bizi her an görmekte olduğu ve bize bizden yakın bulunduğu” gerçeğini lâyıkıyla kavramaya bağlıdır. Allah dostları da, mânevî terbiyeleri altındaki tâliplerine hep bu hâli kazandırmanın gayreti içinde olmuşlardır.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

“Bir rivâyette; «Dîninde iki günü eşit geçen ziyandadır. Yarını bugününden kötü olan kimse lânetlenmiştir. Artırmaya çalışmayıp yerinde sayan kimse ziyandadır. Ziyan eden kimsenin ise ölmesi kendisi için daha hayırlıdır.»6 buyrulmuştur. Bu sözde, hak yolda gidenlerin hâline işaret vardır. Tâlibin, yakînini artırma talebinde iki günü eşit olmamalıdır. Yani yarınki talebi ve yakîni bugünkünden daha fazla olmalıdır.”

[Bu rivâyette zemmedilen “iki günün eşit olması” ifâdesini yanlış anlamamak gerekir. Zira bu ifâde, her gün, bir önceki günden biraz daha fazla tâat ve amel-i sâlihlerle meşgul olmak gerektiği mânâsına gelmez. Öyle olsaydı, gün gelir, daha fazlasını yapacak vakit kalmazdı.

Bu ifâdeden maksat, kulluk vazifelerini düzenli ve istikrarlı bir sûrette îfâ eden bir mü’minin amel defterine yazılan sevaplarının daha evvelkilerin üzerine ilâve edilerek yekûn itibârıyla her gün, bir önceki güne göre daha da artmış olacağıdır.

Bu artışın durması ise, ancak mü’minin ömür sermayesini tüketip amel defterinin kapanmasıyla olur. Bunun içindir ki firâset sahibi mü’minler, geride bıraktıkları sadaka-i câriyelerle, vefatlarından sonra bile amel defterlerinin açık kalmasına gayret ederler.

Öte yandan, mü’minin her gün biraz daha ilerleyebilme vazife ve mes’ûliyeti, yalnızca ibadet ve tâatlara münhasır değildir. Dînî hayatın özünü teşkil eden îmânın seviye kazanması, mü’minin kalbinde yeni yeni pencereler açılıp daha geniş ufuklara vâkıf olması ve böylece Hakk’a olan yakîninin (şüpheden uzak, kat’î îmanının) her yeni günde daha da köklenip kuvvetlenmesi gereklidir.

Nitekim Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, Hakk’a olan yakîni her gün daha da arttığından, bir önceki hâlinin noksanlığı sebebiyle istiğfâr ederdi. İsmet (günahsızlık) sıfatını hâiz olan O mâsum Nebî’nin:

“Ben günde yüz defa istiğfâr ederim.” (Müslim, Zikir, 42) buyurmasının hikmeti de Rabbine lâyıkıyla şükredememe endişesiyle beraber, bir de yakîni arttıkça daha önceki hâlinden duyduğu nedâmettir. Mü’minler olarak bizler de her gün Rabbimize biraz daha yaklaşmanın gayreti içinde bulunup zâhirî ve bâtınî noksanlıklarımız için çokça istiğfâr etmek mecburiyetindeyiz. Aksi hâlde ziyân edenlerden oluruz.]

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

“Derviş fakirler, ehl-i nakittirler, peşin çalışırlar; işlerini yarına bırakmazlar. Bunun içindir ki; «es-sûfî, ibnü’l-vakt: Sûfî, günün adamıdır.» demişlerdir.”

[Ömür, bir defaya mahsus olarak lûtfedilmiş, ne zaman biteceği meçhul, fakat sınırlı bir sermâyedir. Onun bir ânı bile sonsuz bir saâdet veya felâketin tohumu olabilecek kadar mühimdir. Mü’min, hayatının her ânını bu şuur ve dikkat ile değerlendirmelidir. Geçen günlerin bir daha geri gelmeyeceğinin idrâkiyle, yaşamakta olduğu her ânı ebedî hayatı için en verimli şekilde değerlendirmenin gayreti içinde olmalıdır. Kendisine âhiret azığı hazırlama hususunda bugününü ganimet bilmeli, yapacağı hiçbir hayrı sonraya ve varlığı meçhul yarınlara bırakmamalıdır. Zira hayırlı amellerini erteleyip de ihmalkârlık gösterenler hakkında; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” buyrulmuştur.

Cenâb-ı Hak, bu hususta biz kullarını şöyle îkaz buyurmaktadır:

“Ey îmân edenler, sizi ne mallarınız ne de evlâtlarınız Allâh’ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrâna uğrayanların ta kendileridir. Herhangi birinize ölüm gelip de: «Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka versem ve sâlihlerden olsam!» demesinden evvel size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın. Zira Allah Teâlâ, hiç kimseyi eceli gelince asla geri bırakmaz. Allah ne yaparsanız, hakkıyla haberdardır.” (el-Münâfikûn, 9-11)

Rivâyete göre İlyas -aleyhisselâm-, Ölüm Meleği’ni görünce dehşete kapılarak ürperir. Azrâil -aleyhisselâm-, bunun sebebini merak ederek:

“−Ey Allâh’ın Peygamberi! Ölümden mi korktun?” diye sorar.

İlyas -aleyhisselâm- cevâben:

“−Hayır! Ölümden korktuğum için değil, dünya hayatına vedâ edeceğim için bu hâldeyim…” der. Sonra da sözlerine şöyle devam eder:

“−Dünya hayatında Rabbime kulluk yapmaya, iyilikleri emredip kötülüklerden men etmeye gayret ediyor, vaktimi ibadet ve amel-i sâlihlerle geçiriyor, güzel ahlâk ile yaşamaya çalışıyordum. Bu hâl benim huzur kaynağım oluyor, gönlüm sürur ve mânevî neş’elerle doluyordu. Ölünce bu zevk ve lezzetlerden mahrum olacağım ve kıyâmete kadar mezarda rehin kalacağım için mahzun olmaktayım!”

Bu sebeple ölüm gelmeden evvel, fırsat eldeyken, bütün gayretimizle bol bol amel-i sâlih işlemeye çalışmalıyız. Zira amel sandığını doldurmak için gün bugündür. Ecel gelip çattıktan sonra ne kabirde ne de mahşerde sâlih amel işleme imkânımız olmayacak. Bu gerçeğe binâen Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz de, biz ümmetini îkaz sadedinde:

“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.” buyurmuştu.

“–O pişmanlık nedir yâ Rasûlâllah?” diye soruldu. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–(Ölen), muhsin (ihsan sahibi, hayır ehli, sâlih) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şayet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevabını verdiler. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)

Bunun içindir ki Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, eldeki zamanın kıymetini bilip hayırda yarışmayı teşvik eder ve ashâbına sık sık;

“Bugün Allah için bir yetim başı okşadınız mı? Bir hasta ziyaretine gittiniz mi? Bir cenâze teşyîinde bulundunuz mu?” diye sorardı. (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)

Velhâsıl ibadet ve hayırlı işlerin birini bitirip hemen diğerine koşmak; herhangi bir zamanın ibadetsiz ve hayırdan uzak geçmesine fırsat vermemek ve Rabbimizin şu tâlimâtına ciddiyetle itaat etmek îcâb eder:

“Bir (hayırlı) işi bitirince, hemen başka bir (hayırlı) işe giriş! Hep Rabbine yönel!” (el-İnşirâh, 7-8)

Cenâb-ı Hak, dünya misâfirhânesinde yerli edâsıyla oyalanma gafletinden biz kullarını muhâfaza buyursun. Birer âhiret yolcusu olduğumuzun idrâki içinde, ibadetlerimizi son ibadetimizmiş gibi îfâ edebilmeyi; günlerimizi son günümüzmüş gibi amel-i sâlihlerle ihyâ edebilmeyi; bizden uzaklaşan dünyaya göre değil, bize yaklaşmakta olan âhirete göre kendimizi hazırlayabilme basîretini cümlemize ihsân eylesin…

Âmîn!

Dipnotlar: 1. Süyûtî, Şerhu İbn-i Mâce, I, 313. 2. en-Nûr, 37. 3. Mâmer bin Râşid, Câmi, XI, 144/20151; İbn-i Hacer, el-Metâlib, XI, 440/2575; Kenzü’l-Ummâl, III, 5270; Riyâzu’s-Sâlihîn, I, 592, 626. 4. İbn-i Hibbân, Sahîh, II, 130/403. 5. Bkz. Buhârî, Vesâyâ, 9; Müslim, İmâre, 20. 6. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, no: 2406.