Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruh) -2-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2011 – Haziran, Sayı: 304, Sayfa: 032

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

“Ehlullah’tan mânevî zuhûrat ve tulûatları karşısında firâset ve dirâyet sahibi olanlar, o hâlleri (fiilî kıstas olarak) şer‘î ölçülerle mîzân ederler. Eğer bu hâller şer‘î ölçülere uygun ise onlara îtimâd edip izhâr ederler, tatbikāta geçirirler. Fakat kendilerinde vukû bulan bu hâller şer‘î ölçülere aykırı ise onlara îtibâr etmez, ilgi ve alâka göstermezler.Bir Hak dostu buyuruyor ki:

Kalbimden gelen sözü iki âdil şâhid olan Kur’ân ve Sünnet ile kontrol etmeden kabul etmem.”

[Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruh-:

“Bir kişiyi havada uçarken görseniz, hâli Kitap ve Sünnet’e uymuyorsa bu bir (kerâmet değil) istidraçtır.” buyurur.

İstidraç; kâfir, fâsık veya müteşeyyıh, yani velî olmadığı hâlde velîlik iddiâ eden bâzı şahıslardan zuhûr eden, evliyânın kerâmetine benzer birtakım fevkalâde hâllerdir. Onların arzu ve iddiâlarına uygun olarak meydana gelen bu tür sıra dışı hâller, ekseriyetle birtakım rûhî temrinler neticesinde gerçekleşir. Yani ruhtaki bâzı kâbiliyetleri, din dışı birtakım tesirlerle de kuvveden fiile çıkarmak mümkündür. Meselâ Hind fakirleri de riyâzat yoluyla rûhî bir kuvvete ulaşırlar. Bâzen de bu, sihir veya cinnîlerden “huddam” kullanmak sûretiyle vâkî olur. Bâzı insanlar da bunu, şâhit olanların nazarına tesir ederek illüzyon veya hayal mahsulü olarak gösterirler.

Bu gibi sıra dışı hâllerin kerâmetten farkını anlayabilmek, ilim işidir. Fakat şu kadarını söyleyebiliriz ki, yukarıda zikrettiğimiz misallerden anlaşılacağı üzere böyle kimselerin büyük bir kısmının hayat tarzı “takvâ” ölçüleri içinde değildir. Bunlar, Kur’ân’a ve Sünnet’e uyma husûsunda noksandırlar. Hattâ bir kısmı büsbütün İslâm dışıdırlar. Esâsen ilk dikkat edilmesi gereken nokta da budur.

Demek ki bir mü’min, kalp âleminde hangi hâl ve zuhûrat ile karşılaşırsa karşılaşsın, onlara takılıp kalmamalı; her gördüğü rüyâyı sâdık ve Rahmânî rüyâ zannetmemeli, kendisine dâimâ Kitap ve Sünnet’i kıstas almalı, gâyesinin Allâh’ın rızâsını tahsil ve O’na yaklaşmak olduğunu hiçbir zaman hatırından çıkarmamalıdır. Kendi görüş ve ölçülerini Kitap ve Sünnet’ten öncelikli görme gaflet ve cür’etine düşmemeli, şu ilâhî îkâzı bir hayat düstûru edinmelidir:

“Ey îmân edenler! Allâh’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (el-Hucurât, 1)]

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

“(Dînin zâhirinde takılıp kalan gâfil) kārîlerle (okuyucularla) alâkayı kes, (dînin hakîkatine ermiş gerçek) sûfîlerle beraber ol!

«Kārî» kimdir, «sûfî» kimdir; bu sözden maksat nedir, denilecek olursa:

«Kārî» (okuyucu), sadece «isim»le meşgul olan; «sûfî» ise «müsemmâ» ile (ismin sahibiyle) meşgul olandır…”

[Yani “okuyucu”, dâimâ işin zarfında, kabuğunda ve sathında kalan; “sûfî” ise mazrûfa, öze ve hakîkate intikal edebilendir.

Dînin yalnızca zâhirî kısmına takılıp bâtın yönünü ihmâl edenler, onun özünü kavrayamaz, maksadını anlayamaz, ana gâyesini gözden kaçırmış olurlar. Bu şekilde, dîni sırf gâfil bir “okuyucu” gözlüğüyle seyredenler, onun beden ve kalp âhengi içinde yaşanmasıyla elde edilebilen “hâl ve ruh” cihetinden mahrum kalırlar. Bu yüzden gerçek tasavvuf ehli, ilâhî hakîkatleri sadece şeklen, zâhiren, aklen ve bedenen değil; mânen, kalben ve rûhen de kavrayıp hayatlarında fiilen tatbik etme gayreti içinde olurlar. Kalp ve beden âhengiyle ibâdet eder, bu âhenkle Kur’ân okur, okuduklarını da bu âhenk içinde hâl ve davranışlarına müessir kılarlar. Her âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf, onların rûhunda ulvî bir derinlik meydana getirir.

Esâsen tasavvuf da dînin derûnî ciheti, özü ve kalbî derinliğidir. Bu yönüyle âdeta sütün içindeki laktoz gibidir. O çıkarıldığında, geriye kuru bir kāideler manzûmesi kalır. Dolayısıyla mutasavvıfların en çok üzerinde durdukları husus, ilâhî hükümleri kavrayıp yaşamaktaki asıl gâyeyi hiçbir zaman unutmamaktır.

Yûnus Emre Hazretleri bu hakîkate ne güzel işâret eder:

Dört kitabın mânâsı,

Bellidir bir elifte.

Sen elifi bilmezsin,

Bu nice okumaktır?

Yigirmi dokuz hece,

Okusan uçtan uca

Sen elif dersin hoca,

Mânâsı ne demektir?..

Bütün bilgilerin aslî ve nihâî gâyesi, “mârifetullah” yani Allâh’ı hakîkatine uygun bir sûrette bilmek ve O’nu kalben tanımaktır. Zâhirî bilgilerin de bu yolda bir basamak olduğu gerçeğini göz ardı etmeden, dîni madde ve mânâ bütünlüğü, zâhir ve bâtın dengesi içinde kavramak, kâmil bir mü’min olmak için zarûrîdir. Kulluk hayatında akıl ve kalp müşterekliği, his ve fikir beraberliği, ruh ve beden âhengi elzemdir.

Bu cümleden olmak üzere, meselâ bedenen namazda olup da, Hakk’ın huzûruna durmanın ruh mîrâcını yaşayacağı yerde, kalben ve zihnen nefsânî düşüncelerle, dünyevî hesaplarla, mâlâyânî fikirlerle meşgul olanlar, büyük bir gaflet içindedirler. Rabbimiz de, namazı böyle kılanlar hakkında; “Yazıklar olsun!” buyurmaktadır.1 Allâh’ın biz kullarından beklediği tam ve noksansız bir namaz; “Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir; onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2) âyetlerinde bildirildiği üzere, “haşyet”le kılınan namazdır.

Yeri gelmişken şunu da ifâde etmek gerekir ki, namazı gâfilâne kılan mü’minler hakkında bile bu kadar dehşetli bir îkâz-ı ilâhî vârid oluyor. O hâlde namazdan tamamen uzak durmanın, gerçek bir mü’min için ne ağır bir cürüm olduğunu düşünmek îcâb eder!..

Diğer taraftan, dînin sadece ruh ve mânâsına ehemmiyet verip zâhirini ihmâl edenler de, aynı hatânın bir benzerine sürüklenmiş olurlar. Zira bedensiz bir namaz kılınamaz, oruç tutulamaz, zâhirî bir metâ olan mal-mülk infâk edilmeden mâlî ibâdetler edâ edilemez. En mücerred bir hakîkat olan “îman” bile, önce kalp ile tasdîki gerekli kılarsa da, hemen ardından, kalbin tasdîk ettiği o hakîkatin dil ile ikrâr edilerek dışa yansıtılması, ifâde edilmesi ve davranışlar sûretinde zâhire çıkarılması îcâb eder.

Âyet-i kerîmede de bu hakîkate şöyle işâret edilir:

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «îmân ettik» demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” (el-Ankebût, 2)

Demek ki îman bile ancak bâtın ve zâhir beraberliği neticesinde tam olarak gerçekleşir. Nitekim fiilî kıstasımız olan sahâbe nesli, inandıklarını yalnızca sözleriyle değil, fedâkârâne davranışlarıyla da sergilemişlerdir.

Bu itibarla, söz de lâzımdır öz de; ruh da gereklidir, şekil de… Mühim olan, bunların birine takılıp diğerine bîgâne kalmamak…

Nitekim bu hakîkate ışık tutan şu hâdise ne kadar mânidardır:

Bir gün, Hak dostlarından İbrahim bin Edhem’in yolu İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’ne uğramıştı. Ebû Hanîfe’nin etrafındaki talebeler, İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne küçümseyen, garipseyen gözlerle baktılar. İmâm-ı Âzam Hazretleri onların bu hâlini sezdi ve İbrahim bin Edhem’e büyük bir hürmetle:

“–Buyurun efendimiz, meclisimize şeref veriniz!” diye seslendi.

İbrahim bin Edhem, mahcup bir edâ ile selâm verip oradan ayrıldı.

Talebeler, dünya çapında zirve bir hukukçu olan Ebû Hanîfe’nin, bir dervişe gösterdiği ihtiram ve iltifata şaşırdılar.

İbrahim bin Edhem Hazretleri oradan ayrıldıktan sonra talebeler İmâm-ı Âzam’a:

“–Bu zât, sizlerle kıyas edildiğinde efendilik ve büyüklük sıfatına ne bakımdan lâyıktır? Sizin gibi bir zât ona nasıl «efendimiz» der?” diye sordular.

İlmini irfân ile mezcetmiş olan o büyük İmâm, kendisinin yüksek tevâzuunu da ifâde eden şu muhteşem cevâbı verdi:

“–O, dâimî bir sûrette Allah Teâlâ ile meşgul, biz ise işin kıyl u kāliyle…”

Şüphesiz ki bu hüküm, dîni, ruh ve şekil bütünlüğüyle kavrayamamış ve mârifetullah’tan yeterince nasiplenmemiş pek çok kimse için geçerlidir. Fakat İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin talebeleri için bir edep tâlimi, kendisi hakkında da ancak bir tevâzû ifâdesidir.

Zira o büyük İmam, her ne kadar İslâm’ın zâhirî ahkâmına dâir fetvâlar ve dersler verse de, şahsî hayatında büyük bir ihlâs ve takvâ duygusuyla yaşardı. Rivâyete göre İslâm dünyasında, iki rekâtta bir hatimle namaz kılmalarıyla bilinen dört kişiden biriydi. Dâimâ muhabbet ve mârifet ufkunda, murâkabe ve ihsan kıvâmında bir İslâm şahsiyeti sergilerdi. Böylece dînin ancak zâhir ve bâtın bütünlüğü içinde tam mânâsıyla idrâk edilebileceğini, bizzat yaşayışıyla tebliğ ederdi. Bütün kıymetine rağmen kendi ilmî mesâîsine “kıyl u kāl” demesi de, o meşgûliyetin “takvâ” karşısındaki durumunu îzah içindi.]

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

“Mum gibi ol ki, ışığın başkalarını aydınlatsın.

Mum gibi olma ki, başkalarını aydınlatırken kendini karanlıkta bırakmayasın…”

[Mum, etrafını aydınlatmak uğruna kendin den/nefsinden fedâkârlık eder, bu yolda eriyip gider. Bu hâl, Allah yolunda fedâkârâne hizmet eden, bütün imkânlarını rızâ-yı ilâhî için seferber edip o yolda cefâlar çekmeyi saâdet bilen gayret-i dîniyye sahibi sâlih mü’minlerin vasfıdır. Bu yönüyle muma benzemek, büyük bir fazîlettir.

Fakat diğer yönüyle mum, etrafını aydınlatırken ne yazık ki kendi dibine ışık veremez. Onun bu hâline benzemekten de şiddetle sakınmak gerekir. Zira bu hâl, başkalarına ilim ve hikmetle nasihatte bulunup onları irşâda çalışırken, kendisini veya yakın çevresini o ilim ve hikmet nûrundan nasiplendirmeyen; başkalarına Allah Teâlâ’nın kudret ve azametini anlatırken, kendisi O’ndan yeterince ittikā etmeyen; başkalarını haram ve yasaklardan sakındırırken, kendi yaşayışında bu hususta gereken titizliği göstermeyen gâfillerin vasfıdır. Sözü ile özü birbirini tutmayan, anlattıklarıyla yaptıkları birbirini yalanlayan bu gibi kimseler hakkında Rabbimizin îkâzı çok şiddetlidir:

“Ey îmân edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.” (es-Saff, 2-3)]

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

“Müslüman olmak, şer’î ahkâma bağlanmak, takvâya riâyet, güç yettiğince ruhsatlardan kaçınıp azîmete meyletmek, bütünüyle nur, safâ ve rahmettir. Bütün bunlar, velâyet derecelerine ve yüce makamlara ulaşma vâsıtalarıdır. Evliyâullah, bu sıfatların terbiyesi ile velîlik makâmına ulaşırlar.”

[Hakk’a yakınlık ve O’nunla dostluk iklîmine girebilmenin ilk şartı, ilâhî hükümlere cân u gönülden, tam bir samîmiyet ve teslîmiyetle itaat etmektir. Kur’ân ve onun şerhi demek olan Sünnet’i hayatının her safhasına hâkim kılmadan, ilâhî teklifleri en yüksek ölçüler içerisinde yaşamaya dâir azim, kararlılık ve gayret göstermeden; dînin emirlerini ruhsat ve fetvâ seviyesinde değil, azîmet ve takvâ ölçüsünde tatbik etmeden, Allah sevgisini ve korkusunu hayat pusulası edinmeden, Hakk’ın dostluk dergâhına dâhil olunamaz.

Bu hususta mü’minin maddî nesebi veya mânevî mensûbiyeti de bir değer ifâde etmez. Kula mânen seviye kazandıracak olan, ancak onun îmânı, takvâsı ve bunlar muktezâsınca yapması lâzım gelen sâlih amelleridir. Bu yolda kimin istek, gayret ve hizmeti daha çoksa, o daha fazla mesâfe alır. Nitekim âyet-i kerîmede; “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (en-Necm, 39) buyrulmuştur.

Bütün muvaffakıyetlerin sabır ve sebatla sa’y ü gayretten geçtiğini ifâde sadedinde de; “Takdîr-i ezel, gayrete âşıktır.” denilmiştir. Rabbimizin lûtuf, ihsan ve ikrâmı, dâimâ rızâsı yolunda sağlam bir irâde ve sabırla gayret gösteren samimî kulları üzerindedir.]

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

“«Herkes koşmakla avı yakalayamaz. Avı devamlı takip eden kimse yakalamaya muvaffak olur.» Bunun için, sürekli ve istikāmet üzere çalışmak îcâb eder.”

[Bir anlık coşkunlukla aşırı derecede gayrete gelenler, ekseriyetle çabuk yorulur, maksada vâsıl olamazlarsa azim ve şevkleri kırılıp eskisinden de kötü bir duruma düşebilirler.

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir hadîs-i şerîflerinde:

“…Acele etmeden ve telâşa kapılmadan gidin ki, varacağınız hedefe ulaşasınız.” tavsiyesinde bulunmuşlardır. (Buhârî, Rikâk, 18)

Hakk’a kulluk, belli bir dönemlik değil, ömürlük bir vazîfe olduğundan, onun makbul bir kıvamda sürdürülmesi için bir îtidâl dengesine ihtiyaç vardır. Nitekim Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz:

“…Allah Rasûlü’nün ameli, hafif ve devamlı yağan yağmur gibiydi…” buyurmuştur. (Buhârî, Savm 64, Rikâk 18; Müslim, Müsâfirin 217)

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, şahsına âit husûsî vakitlerde çokça ibâdet eder, bilhassa seherlerde ayakları şişinceye kadar namaz kılar, mübârek gözlerinden döktüğü yaşlarla secde mahallini sırılsıklam ederdi. Fakat ümmetine örnek olacağı durumlarda, îtidâl üzere ibâdet ederdi. Zira bir işin devamını sağlayan, îtidâldir. Îtidâlden sapıldığında o işin sonu gelmiş demektir. Çünkü zıt kutuplardan birbirine geçiş çabuk olur. Bu sebeple devamlı îtidâl tavsiye edilmiştir. Bu hususta Peygamber Efendimiz’in; “Söz ve davranışlarında ileri gidip haddi aşanlar helâk oldular.” (Müslim, İlim, 7) hadîs-i şerîfi, mühim bir îkazdır.

İbâdetlerde bile aşırıya kaçmayıp îtidâli muhâfaza etmenin lüzûmunu, şu hadîs-i şerîf de ne güzel ifâde eder:

“Farz olmayan amellerden gücünüz yettiği kadar yapın. Çünkü amellerin en hayırlısı, az da olsa devamlı olanıdır.” (İbn-i Mâce, Zühd, 28)

İbâdette devamlılık ve niyette ihlâs, gönüllerde bir şuur hâline gelmelidir. Bu hâle ulaşıldıktan sonra, hastalık, yaşlılık vs. sebeplerle hasbel-beşer îfâ edilemeyen -farzlar dışındaki- ibâdetlere, edâ edilmiş gibi ecir lûtfedileceği bildirilmektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Fakat îmân edip sâlih amel işleyenler için eksilmeyen, devamlı bir ecir vardır.” (et-Tîn, 6)

Velhâsıl, ibâdetlerde ihmalkâr davranmak, insanı âhirette zor durumda bırakacağı gibi, aşırı giderek hırslı hareket etmek de bir müddet sonra yorgunluk, bıkkınlık ve yanlış yollara sapmaya sebep olabilir. Bu sebeple orta yolu tutmak ve devamlılığı esas almak îcâb eder. Zira şahsî ibâdetlerdeki ifrat, Allah yolunda hizmet gibi ictimâî ibâdetleri ihmâle sebep olduğu takdirde, yine rızâ-yı ilâhîye muhâlif bir durum meydana gelmiş olur. Cenâb-ı Hak, biz kullarına Kur’ân-ı Kerîm’de en çok “Rahmân ve Rahîm” isimlerini hatırlatarak bizleri merhametli olmaya dâvet ediyor. Îmânın ilk meyvesi merhamet, merhametin tezâhürü ise Allah rızâsı için O’nun mahlûkâtına hizmet etmektir.]

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

“Kerâmet gösterip havada uçmak mârifet değildir. Görmüyor musunuz, insandan daha aşağı yaratıklar da havada uçup dururlar. İnsan, ilâhî sanatın en büyük, en mükemmel eseridir. Ahsen-i takvim üzere yaratılan insanoğlu, elbette ki kurttan-kuştan üstündür. Bu sebeple bir adamın uçması büyük bir hâdise ve güç bir iş sayılmamalıdır. Böyle kerâmetler, Allâh’ın has kulları nazarında mûteber değildir.”

[Kerâmet; Cenâb-ı Hakk’ın bir ikrâmı olarak, kâmil bir îman, mârifet ve takvâ neticesinde velî kullarda zuhûr eden ve tabiat kânunlarıyla îzah edilemeyen, hârikulâde hâdiselerdir.

Allah dostlarından zuhûr eden kerâmetler iki kısımdır:

1) Kevnî ve sûrî kerâmet: Bunlar, tayy-i mekân, ortada bulunmayan bir eşyâyı göz önüne getirme, vahşî hayvanlara iş gördürme gibi madde âleminde meydana gelen hârikulâdeliklerdir.

Allah dostları, bu tip kerâmete ehemmiyet vermezler. Onu zarûret dışında izhâr etmeyi de hoş karşılamazlar. Çünkü bu hâl, halkın hayranlık ve alkışlarını celbeder. Câhil kimseler artık her şeyi o velîden beklemeye başlar. Bu ise kalbe zehir saçan şöhret ve gurur âfetini beraberinde getirir. Bu sebeple velî zâtlar bu tip kerâmetlere meyletmez, fakat mecbur kalırlarsa da mümkün mertebe bu hâllerini gizlemeye çalışırlar.

2) Mânevî kerâmet: İlim, ahlâk, ibâdet, mârifet ve takvâda mesâfe kat ederek, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” (Hûd, 112) âyet-i kerîmesinin muhtevâsından hisse alabilmektir.

Her ne kadar halk, bu kerâmet türlerinden birincisine rağbet ederse de aslında makbûl olan ikincisidir. Zira tasavvuf ehli ittifak etmişlerdir ki; “En büyük kerâmet, binbir güçlüğe rağmen istikāmeti muhâfaza etmektir.” İstikāmet üzere olmayan bir sâlikin kerâmet elde etmek için çırpınışı boşunadır.

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri:

“İstikāmet ve gayret, sayısız keşif ve kerâmetten efdaldir. Ayrıca bilinmelidir ki keşif ve kerâmet, dînin emirlerine riâyeti artırmaya vesîle olmuyorsa, belâ ve fitneden başka bir şey değildir.” der.

Mühim olan, Kur’ân ve Sünnet istikāmetinde, takvâ üzere yaşamaktır. Zira insan keşif ve kerâmet sahibi olsa da, son nefesinde îmânını kurtarıp kurtaramayacağından emin olamaz. Bunun içindir ki, sahâbe-i kiram bile, büyük bir âkıbet endişesi içerisinde yaşamışlardır. Nitekim şu hâdise, bu hâlin mânidar bir misâlidir:

Rivâyete göre iki kişi Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-’a selâm verip:

“–Sen Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in ashâbından mısın?” diye sordular. (Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in çok sevdiği ve; “Selman bendendir, Ehl-i Beyt’imdendir.”2 buyurduğu o güzîde sahâbî, gönlündeki “son nefes” endişesi ile):

“–Bilmiyorum.” cevâbını verdi.

Gelenler, acaba yanlış birine mi geldik diye tereddüt ettiler. Selman -radıyallâhu anh- sözlerini şöyle açıkladı:

“–Evet, ben Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i gördüm, O’nun meclisinde bulundum. Ancak Allah Rasûlü’nün asıl sahâbîsi, O’nunla birlikte cennete girebilecek olan kişidir.” (Heysemî, VIII, 40-41; Zehebî, Siyer, I, 549)

İlim ve irfanda “güneşler güneşi” denilen Hak dostu Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de, talebelerine yazdığı mektuplarda kendisi için hüsn-i hâtime duâsı talep etmiştir.

Ebedî hayatları hususunda ilâhî teminat altında olan peygamberler dahî, îmanlarının kemâline masruf olarak ve insanlığa örnek olma hikmetine binâen, Cenâb-ı Hakk’a son nefes endişesi içerisinde duâ etmişlerdir:

–Allâh’ın Halîli İbrahim -aleyhisselâm-: “(Yâ Rabbi! İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme!”3 niyâzında bulunmuş;

–Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-; “…(Ey Rabbim!) Beni müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler arasına kat!”4 diye ilticâ etmiştir.

Demek ki asıl mühim olan, yüksek makam ve mevkîlere erişmek değil, son nefesi îmanla verebilmek ve Hakk’ın huzûruna, O’nun sevip râzı olduğu bir kulu olarak varabilmektir.]

Cenâb-ı Hak, bizleri, yaratılış gâyemize teksif olmaktan ve aslî hedefimize odaklanmaktan alıkoyacak maddî-mânevî her türlü câzibenin tuzağına düşmekten muhâfaza buyursun. Sadırlarımıza inşirah, kalplerimize firâset, gözlerimize basîret ihsân eylesin.

Âmîn…

Dipnotlar: 1. Bkz. el-Mâûn, 4-5. 2. İbn-i Hişâm, III, 241; Vâkıdî, II, 446-447; İbn-i Sa’d, IV, 83; Ahmed, II, 446-447; Heysemî, VI, 130. 3. eş-Şuarâ, 87. 4. Yûsuf, 101.