Sadaka Belâlara Siper-i Sâikadır

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

SADAKA, BELÂLARA SİPER-İ SÂİKADIR

Zekâtın bir hududu var. Öşür vs. Bunları çok îtinâlı, hattâ fazlasını vermek lâzım. Çünkü şartları var. Ondan sonra sadaka var. Zâten o da belâlara, musibetlere karşı en büyük siper-i sâika.

Üçüncüsü; infak var. Bu çok geçiyor Kurʼân-ı Kerîmʼde. Bunu garip de infak edecek. Garip de kendini test edecek.

Ebûr Zerrʼe, Efendimiz:

“‒Çorbana su koy (dedi), etrafını tedkik et (dedi), verirken de bir nezâketle ver.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Birr, 142)

Velhâsıl hep bir kalbî hayat… Bu ibadetlerle kalp tekâmül edecek.

Hac var. Nedir hac? Maddî bir ibadet, bedenî bir ibadet. Daha daha öteye, tefekkürî bir ibadet.

Orada Hâcer Vâlidemizʼi düşün. İbrahim -aleyhisselâm-ʼı düşün. İsmail -aleyhisselâm-ʼı düşün. Niçin şeytan taşladılar.

Niçin bu “وَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ” (“…Vesvese veren sinsi vesveseci…” [en-Nâs, 4])

Demek ki biz de, en mühim, devamlı şeytanı taşlamayı unutmamak. Neyle taşlayacağız şeytanı? Amel-i sâlihlerle taşlayacağız. Dilimizden çıkan hayırlarla taşlayacağız. Eğer gıybet edersek, dedikodu edersek; şeytan bizi taşlamaya başlar.

Velhâsıl kardeşler! Namaz, oruç, zekât, hac gibi bedenî farzlar var. Bunların ehemmiyeti çok mühim. Bunların içinde bir de bâtınî farzlar var. Onlarla ikisi birbirine destek olması, birbirini teʼyid etmesi lâzım. Bunlar nelerdir, bâtınî?

Bir defa “tefekkür”:

Cenâb-ı Hak 130 (küsur) yerde bizi tefekküre davet ediyor. Kendinle tefekküre davet ediyor. Nasıl dünyaya geldin?

“Ey insan! (Diyor Cenâb-ı Hak İnfitar Sûresiʼnde) Seni (yaratıp) şekilsizlikten en güzel şekilde birleştiren (Kerîm) Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6-7) buyuruyor.

Bir kendini düşün… Senin şeklini, biçimini, annen-baban mı verdi? Kaderini annen-baban mı yazdı senin? Nasıl şekilsizlikten şekle, bir ana karnından, ondan en güzel bir insan hâline geldin?

Kendinden başla tefekküre. Bütün mahlûkattan başla. “el-Bârî, el-Musavvir” sıfatı. Hepsinin şekli ayrı, biçimi ayrı, toplum tarzı ayrı, yemeği ayrı, gıdâsı ayrı, vs. ayrı.

Nebâtât ayrı. Bir toprak terkibinden nasıl renkler, nasıl şekiller, nasıl biçimler çıkıyor? Her şeyle tefekkür.

Tefekkür, bir îman anahtarı. Demek ki bâtınî farzların başında tefekkür. 137 yerde Kurʼân-ı Kerîmʼde tefekkür geçiyor.

Bâtınî farzların en büyüğü “merhamet”:

Ashâb-ı kirâm diyor ki:

“‒Yâ Rasûlâllah! Biz hepimiz merhametliyiz.” Çoluk-çocuğumuza, etrafımıza…

“‒Yok! (diyor Efendimiz) Esas merhamet, âm ve şâmil merhamet…” (Hâkim, IV, 185/7310) Bütün Allâhʼın mahlûkâtına; kedi, köpek, uçan kuş, yaralı hayvan vs. hepsine şâmil merhamet.

İşte Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, yedi sene hasta insanlara, yedi sene hasta hayvanlara (hizmet ediyor), yedi sene de hayvanlarla insanların geçeceği yolları temizliyor. “En büyük kalbî merhaleleri burada aldım.” buyuruyor.

Hizmet, cömertlik, merhamet; bunlar bir müslümanın fârikaları. Bunlar bâtınî farzlar.

“Efendim ben bu kadar yapabiliyorum.” Bu bir acziyettir. Cenâb-ı Hak bizden fedakârlık (istiyor).

Bak kurban bayramı geliyor. Nedir kurban? Bir fedakârlık bayramı.

Mevlânâ diyor ki:

“Kebap yapma bayramı değil (diyor), et yeme bayramı değil (diyor). Sen (diyor), bu (diyor), koçun (diyor), o inen koyunun (diyor), bir mâhiyetini düşün (diyor). Hangi sebepten dolayı Allah o koçu indirdi? (Diyor.) Sen ne yapıyorsun?” diyor.

Cenâb-ı Hak da buyuruyor:

“Etler ve kanlar Allâhʼa gitmez, yalnız sizin takvânız gider…” (el-Hac, 37) buyruluyor.

Yine bâtınî (farzlardan) “el-Emîn ve es-Sâdık” olabilmek. Müslüman dâimâ bir şahsiyet, bir karakter vaz edecek.

Efendimiz, İslâmʼı tebliğ etmeden evvel, akrabalarını Safâ Tepesiʼnde topladı, Ebû Kubeys Dağıʼnın eteğinde topladı:

“‒Şu dağın arkasında düşman var desem kabul eder misiniz?” dedi.

Kendi şahsiyetini tescil ettirdi baştan. Yani hayatında bir yanlışlık var mı, doğru mu?

Hepsi dediler ki:

“‒Sen, el-Emînʼsin, es-Sâdıkʼsın (dediler). İçimizde en doğru insan Senʼsin.” dediler. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26)

Zâten Efendimizʼe bazen ismini söylemezlerdi, el-Emîn geldi, en emniyetli insan geldi, es-Sâdık, en doğru insan geldi derlerdi.

“‒Senʼin her dediğin doğrudur.” dediler.

Onun üzerine Rasûlullah Efendimiz İslâmʼı tebliğ etmeye başladı.

Demek ki müslüman, dâimâ bir şahsiyet ve karakter tevzî edecek. Toplumdan bir hüsn-i hâl kağıdı alacak. Muhtardan değil, toplumdan alacak bunu.

İhlâs olacak. Samimiyet olacak. Allâhʼa karşı samimiyet. Riyâdan uzak. Edep olacak. O da bugün kaybettiğimiz bir husus. Televizyonun, internetin edebine giriyoruz. Onun hayâ anlayışına giriyoruz. İnsanların bir kısmı, bir insanlık mezbelesine doğru akıp gidiyor, selde sürüklenen kütükler gibi.

İnsanlığın fârik vasfı edeptir, hayâdır. Niçin tesettür farz oldu? Başını kapatıyor, bütün vücut hatları meydanda, oldu mu?!. Kadın ve erkeğe, ikisine de tesettür farz.

Dilimize tesettür, gözümüze tesettür, giysimize tesettür…

Velhâsıl bu zâhirî farzların yanında bâtınî farzlar da olacak. İkisi birbirini takviye edecek. Aksi hâlde, torba bir taraftan dolarken, öbür taraftan torbanın altının boşalması…

Diğer taraftan, zâhirî günahlar var. Bu zâhirî günahlar, mâlum olan şeyler -Allah korusun-; kumar, içki, zinâ, sirkat ve emsâli şeyler. Bunlar ne kadar insanoğluna iğrenç geliyor. Diğer mahlûkatta serbest bu. Fakat bu, insanlık haysiyetine yakışmadığı için Cenâb-ı Hak bunları men ediyor.

Demek ki bunun mukâbilinde de bâtınî günahlar var. Bâtınî günahlardan da sakınılacak ki insan kemâle erecek.

En basit ne geliyor; “haset” geliyor, kıskançlık geliyor. Allâhʼın kaderine râzı olacaksın. Senin için belki odur (hayırlı olan).

İhtiras” geliyor. Ne kadar yaşayacaksın? “Bir ova verilse diğerini ister…” buyruluyor. (Buhârî, Rikâk, 10; Müslim, Zekât, 116-119)

Görüyoruz bugünkü şeyi. Yani Dünyaʼyı versen; “Ayʼda bir parsel yok mu?” diyor.

Haset; insan rûhunu yakan, öldüren bir haslet. İhtiras öyle.

Allah korusun, “riyâ” öyle. Tevhid akîdesi ortaklık istemiyor. Cenâb-ı Hakkʼın kibriyâ sıfatı yalnız kendisine âit.

Cimrilik”; kendine biriktirmek. Mülkün sahibi Cenâb-ı Hak onu kendine biriktir diye vermiyor.

İsraf” çılgınlığı, gösteriş, sükse; aşağılık duygusunu bastırma hareketi. Cenâb-ı Hak “şeytanların arkadaşlarıdır” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 27) İşte düğünler vs. birtakım defileler hâlinde devam ediyor maalesef.

Tecessüs”:

وَلَا تَجَسَّسُوا (“…Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın…” [el-Hucurât, 12]) buyuruyor Cenâb-ı Hak. Suç arama yok. Kendi suçunu arayacaksın. Kendi günahına bak.

وَلَا تَفَرَّقُوا (“…Parçalanıp bölünmeyin!..” [Âl-i İmrân, 103]) Ayrılık yok.

Kimseyi, Allâhʼın kullarını istihkār etmek, istihfâf etmek yok.

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

(“İnsanları arkadan çekiştiren, kaş göz işaretiyle alay eden her kişinin vay hâline!” [el-Hümeze, 1]) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Dedikodu yok, gıybet yok.

Efendimizʼin yanına biri geliyor:

“‒Dişlerini yıka!” diyor. “Dişlerinin arasında (diyor) et var.” diyor.

“‒Yâ Rasûlâllah! (Diyor.) Dişlerim temiz (diyor), bir şey yok.” diyor.

“‒Sen (diyor), gıybet etmişsin (diyor). Kardeşinin bir ölü etini çiğnemek gibidir.” buyuruyor. (Benzeri rivâyetler için bkz. İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV, 231; İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 348; Ahmed, V, 431; Heysemî, III, 171)

Kul hakkı.

Nemîme” yasak. O sözü alıp oraya taşımak.

Yalan”: Allah korusun, “hastalığı artırır” Cenâb-ı Hak buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 10) Gaflet hastalığı artıp küfre kadar gidiyor.

İffetsizlik”. Bu da bâtınî günahların başında geliyor. Hayâ, edep insana âit. Hayvanlar serbest bu hususta.

Velhâsıl bunlar da bâtınî günahlar.

Rabbimiz bunlardan -inşâallah- cümlemizi muhafaza eylesin. Bu zâhirî günahlar karşısında bâtınî günahlar. Onlardan da Cenâb-ı Hak kalplerimizi muhafaza eylesin -inşâallah-.

Velhâsıl kardeşler! Hayatımıza çok dikkat etmemiz lâzım. Hayatımızda bir boşluk var mı? Yani İslâm bizden ne istiyor?

Buyruluyor ki:

“Üç şeyden ayrılınca diğer üç şeye geçmede acele etmelisin (diyor).

İnsanlardan ayrılınca (diyor), kendini ibadete ver…” buyuruyor. Boşluk bırakma.

فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ

(“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” [el-İnşirah, 7-8]) Bir hayırlı işini bitir, diğer hayırlı işe koş.

“Hareketlilikten çıkınca, huzur ve tefekküre…”

Sükûtun olsun diyor, tefekküre diyor, kendini ver diyor, ilâhî azamete…

“Dünya ile vedalaşınca da (diyor), ukbâya.” diyor.

Dâimâ diyor yani, esas hayatın bir âhiret hayatı olduğunu tefekkür et buyuruyor.

Yine kelâm-ı kibarda buyruluyor:

“Üç kişiye merhamet edin:

Zenginlikten sonra fakirliğe düşene…”

İşte önümüzde Sûriyeliler. Bir kısmı geldiği zaman zengindi. Elli bin dolarla geldi, yüz bin dolarla geldi; üç ay, beş ayda döneceğim diye. Îtibârı vardı, vs. vardı, bitti.

Demek ki zenginlikten sonra fakirliğe düşene. Buna îtibâr etmek.

Önümüzde bugün, işte Muhâcir-Ensâr, onu düşüneceğiz. Önümüzde Sûriyeliler. Cenâb-ı Hak buyuruyor Kurʼân-ı Kerîmʼde:

“Eğer hiçbir şey veremiyorsan, hiçbir imkânın yoksa قَوْلًا مَيْسُورًا (Bkz. el-İsrâ, 28) buyuruyor.

Rasûlullah Efendimizʼe ganimetler gelirdi -Enfâl Sûresiʼnde (bildirildiği üzere)- beşte bir ganimet, Allah ve Rasûlüʼne âitti. Efendimiz hepsini sarf ederdi. Kendine bırakmazdı. Evine az bir şey kalır. Onu da verip dağıtırdı. Ondan sonra bir garip gelirdi. Şöyle mahzun mahzun dururdu. Efendimiz bir şey veremediğinden, utanırdı. Bir şey yok çünkü, kendisinde bir şey kalmamış. Biraz vücudunu diğer tarafa doğru çevirirdi. Orada âyet-i kerîme indi:

قَوْلًا مَيْسُورًا buyurdu. “…Eğer hiçbir şey veremiyorsan birkaç, gönlüne huzur verecek tatlı birkaç söz söyle.” (Bkz. el-İsrâ, 28)

Velhâsıl müslümanın hayatında “hâyır” olmayacak, “yok” olmayacak. Hiçbir şey veremiyorsa, tesellî edecek, duâ edecek.

“Zenginlikten sonra fakir düşene.

Şerefliyken zelil olana.

Câhiller arasında kalan âlime.”

Bu da çok zordur. Mesnevîʼde buna benzer hikâyeler çoktur.

Yine, Mevlânâ buyuruyor:

“Karanlık ne kadar zifiri ve güçlü olursa olsun, bir kibrit çakmayı becerebilirsen, o karanlığı sen aydınlatırsın.”

Esʼad Erbilî Hazretleriʼnden. “Letâif” vardır. Bu nasıl vücudumuzda merkezler var; akciğer, karaciğer, mide vs. Mânevî merkezler de var. Bunlara da letâif deniyor. Yani bunların, insanın gaflete kapılmaması, uyanık olması (için) bunları zikre alıştırmak… Kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ vs. gidiyor.

Bir talebesine yazdığı mektupta:

“Letâiflerin hepsi tasfiyeye muhtaç olduğundan, bir Hak yolcusunun, sırasıyla bütün letâifleri zikre alıştırması zarûrîdir…”

Zira Cenâb-ı Hak:

“Ayaktayken, oturururken, yanları üzerindeyken Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191) buyuruyor.

“…Bir insanın nasıl gusül gerektiğinde nasıl vücudunun her noktasını yıkaması lâzımsa, gönül âlemini tasfiye etmek isteyen bir kimsenin, bütün letâifleriyle, hattâ vücudunun her zerresiyle zikretmesi zarûrîdir.”

Bu şekilde bir dostluk meydana gelecek.

Yine, mektubununda, diğer mektubunda:

“Cenâb-ı Hak, kalp gözünü nurlandırsın. Nasıl ki gül yaprağının her zerresinde gül suyu mevcut ise aynen onun gibi senin kıymetli vücudunun her zerresi de muhabbet ve dâimî zikrin hoş kokusuyla güzelleşsin.”

Yine buyuruyor bir şeyinde:

“Aşk gülistânının yolunda dikenden korkulmaz…”

Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşmak için bütün bâdireleri atlatırsın, bundan korkmayacaksın. Sabır, hamd, şükür vs. fedakârlıklar, ferâgatler…

“Aşk gülistanının yolunda dikenden korkulmaz. Ben, her dikenin üzerinden yüzlerce gonca toplarım. Dervişlik bostanında ıztıraptan zevk alırım. Yastığımı dikenden yaparsam, rüyamda Gülʼü görürüm.”

فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا

(“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” [el-İnşirah, 5-6])

Her zorluktan sonra Cenâb-ı Hak kolaylıklar ihsân ediyor.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-ʼın güzel bir şeyi var. Onunla bitirelim sohbetimizi. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:

“Hak dostlarıyla beraber ol (buyuruyor). Onlardan inʼikâs al (diyor). Onların şahsiyet ve karakterine bürün (diyor). Dünyadayken (diyor), seni diyor özlesinler (diyor). Ölümünden sonra da sana hasret duysunlar.” diyor.

Velhâsıl şu gök kubbede hoş bir sadâ bırakarak gidebilmek. En mühimi mühimlerin, en öte ötesi -inşâallah-;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96]) Allah Rasûlüʼne benzeyebilmek. Şerîat hayatında benzeyebilmek, seher hayatında benzeyebilmek. Gündüz âleminde; muâmelât, ahlâk vs. benzeyebilmek. Âile hayatı, topluma güzel bir numûne olmak, evlâtlarımızı Allah yolunda yetiştirmek, Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb olsun ki:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96]) O kıyâmet günü, o zor günde Rasûlullah Efendimizʼin civârında bulunabilme…

Yine Cenâb-ı Hak müjdeler veriyor. Okunan Yûnus Sûresiʼnde, oraya pek giremedik, vakit kalmadı:

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

(“Onlara, kıyâmet günü korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de.” [Yûnus, 62])

O kıyâmet, çok büyük bir infilâk. Fakat o infilâkta ancak bu, Cenâb-ı Hakʼla dost olanlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir, buyruluyor. Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin -inşâallah-.

Buraya Allah rızâsı için toplanıldı kardeşler! Allah cümlenizden râzı olsun -inşâallah-. Kendimiz için duâ edelim, neslimiz için duâ edelim, bilhassa seherlerde. Bütün İslâm dünyası için, vatanımız, milletimiz için duâ edelim -inşâallah-.

Cenâb-ı Hak -inşâallah- bizden sonra gelen nesle de bu vatanı ezanlar, hür bir bayrak ve selâmet içinde, güzel bir nesil yetiştirmeyi, Rabbimiz cümlemize bu hususta hisseler nasîb eylesin.

Duâmızın kabûlü niyâzıyla, Lillâhi Teâleʼl-Fâtiha!..