Saâdet Çağından Hâtıralar: TEBÜK

2005 – Ocak, Sayı: 227, Sayfa: 032

Dünyâ misâfirhânesine gelen her fânî, kaçınılmaz ve mutlak bir hakîkat olan “ölüm”ü tatmak mecbûriyetindedir. Ölüm, fânî günlere vedâ ve ebedî âleme, yâni mahşer sabâhına intikâlin birleştiği noktadır. Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz:

“Kabir, dünyâ konaklarının sonuncusu, âhiret menzillerinin ilkidir.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, I, 63) buyurmuştur.

Her insan, uykudan uyanır gibi ölümü tadacaktır. Ölüm, kişinin yaşadığı hayatın keyfiyetine uygun bir mâhiyette karşısına çıkacaktır: Kimine bir bayram sabahı mutluluğu, kimine de kâbuslarla dolu bir azap yolculuğu…

Bu bakımdan, selîm bir akıl ve gönül âlemine sâhip olanlar, birgün ölümün gayr-i irâdî ve zarûrî dâvetine muhâtab olmadan evvel, irâdî ve ihtiyârî olarak fânî varlıklarından soyunarak, ebedî hakîkat âlemine seferberlik hazırlığında bulunurlar. Onlar;

“Ölmeden evvel ölünüz.” sırrına gönül vererek ham insandan kâmil insan hüviyetine kavuşmaya çalışırlar. Yine onlar, bu dünyâda nefsin çirkin hâllerini bertarâf etme dirâyetiyle “ölümü güzelleştirme”nin numûneleri olan mâneviyat rehberleridir.

Mânen bu olgunluğa ulaşan mü’minin, Hâlık ile arasındaki gaflet perdeleri aralanır. Rûh, Rabbe vuslatın ebedî hazzını tatmaya başladığından, onların nazarında fânî lezzetler ehemmiyetini kaybeder. Dünyâya âit -başta can ve mal olmak üzere- bütün nîmetler, Hakk’a vuslata nâil olup ebedî saâdet ve selâmete kavuşmak için bir vâsıta hükmüne girer. Hak yolunda fedâkârlık, îman lezzeti hâline gelir.

Fedâkârlık, kâmil bir müslümanın kalbinde hiç sönmeyen bir ateştir. Fedâkârlık, kulu kalben Rabbine yönlendiren en mûtenâ insanlık cevheridir.

İnsanlığın ahlâkı, Kur’ân ile kemâle ermiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de, Allâh’ın rızâsına nâil olabilmemiz için ihlâslı bir fedâkârlıkta bulunmamız emredilmektedir. Fedâkâr bir mü’min, bütün güzel sıfatları kendisinde cem eder. Fedâkâr bir mü’min; cömert, merhametli, mütevâzî, hizmet ehli ve ruhlara ebedî hayat aşısı yapan bir gönül doktorudur. Fedâkâr bir mü’min, îsar sâhibidir, yâni kendisi de muhtâc olduğu hâlde, mü’min kardeşlerini kendisine tercih ederek elindeki imkânı onlara devredebilme fazîletini gösterebilen kimsedir. Yine fedâkâr bir mü’min, Allâh yolundaki her hizmeti muhabbet ve şefkatle îfâ eden ümit ve îman menbaıdır. O, ruhlara huzur bahşeden her gayretin ön safında bulunur. Yine o, sözleriyle, davranışlarıyla, örnek ahlâkı ile dâimâ Allâh’ın rızâsını talep hâlindedir. O, dertlinin, muzdaribin yanında, kimsesizlerin ve ümitsizlerin baş ucundadır. Zîrâ bir mü’minde îmânın ilk meyvesi rahmet, merhamet ve fedâkârlıktır.

Yine Kur’ân-ı Kerîm’de karşımıza çıkan ilk

sıfât-ı ilâhiyye “Rahmân” ve “Rahîm”dir. Rabbimiz, yüce zâtını, “merhametlilerin en merhametlisi” olarak müjdeler ve kuluna kendisinin ahlâkıyla ahlâklanmasını emir buyurur. Dolayısıyla Hakk’a muhabbetle dolu bir mü’min yüreğinin, Rabb’in bütün mahlûkâtını şefkat ve merhametle kuşatması, bu uğurda fedâkârlıklara katlanması îcâb eder.

Rabb’i sevmenin alâmeti, O’nun mahlûkâtına muhabbet, merhamet ve fedâkârlıkla yönelmektir. Zîrâ seven, sevdiği uğruna sevgisi ölçüsünde fedâkârlık yapar ve bunu bir zevk ve vazîfe olarak telakkî eder. Allâh’ın mahlûkâtına yapılan fedâkârlıklar, Allâh ve Rasûlü’ne duyulan muhabbetin en bâriz göstergesidir.

Fedâkârlığın zirvesi, îman şerefiyle maddî izâfetlerin esâretinden kurtulan “cân”ı, her şeyin mutlak sâhibi olan Hak Teâlâ’ya vuslat için, O’nun rızâsı yolunda fedâ edebilmektir. Mal ve candan yapılan fedâkârlıklar, samîmiyetle ve gönülden yapıldığında, tıpkı Hazret-i İbrâhîm ve İsmâîl

-aleyhimesselâm-’ın Rabbi’ne olan teslîmiyet ve sadâkati gibi, taraf-ı ilâhîden hüsn-i kabûle mazhar olur.

Allâh için yapılan fedâkârlıklar vesîlesiyle Hakk’a yaklaşabilmenin en muhteşem tezâhürlerini Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ve O’nun güzîde sahâbîlerinin hayatında müşâhede etmekteyiz. Bu meyandaki sayısız misaller ummânından bir katre takdîm etmek kabîlinden “Zorlu Sefer Tebük”te yaşanan birkaç hâtıra şöyledir:

Sefere çıkılacağı zaman Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ordunun ihtiyaçları için ashâbını önce infak seferberliğine çağırmıştı. Hâlbuki o sırada Medîne’de büyük bir kıtlık yaşanıyordu. Buna rağmen ashâb-ı kirâm, yüksek bir azim ve îman vecdi içinde dünyânın bütün fânî menfaat düşüncelerini bertarâf edip büyük bir in­fak ve fedâkârlık yarışına girdiler.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- malının tamâmını getirdi. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in:

“Ebû Bekr’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından fayda­lanmadım…” ifâdesi karşısında, gözyaşları içinde:

“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlallâh?!” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11) demek sûretiyle kendisini her şeyiyle beraber Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu te’yîd etti.

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in:

“–Çoluk çocuğuna ne bıraktın yâ Ebâ Bekr?” suâline de büyük bir îman vecdiyle:

“–Allâh ve Rasûlü’nü (bıraktım yâ Rasûlallâh)!..” şeklinde cevap verdi. (Tirmizî, Menâkıb, 16)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, malının yarısını getirmişti. Bu sefer Hazret-i Ebû Bekr’i geçeceğini düşünmüştü. Ama yine yetişememişti.

Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh- da, 300 deveyi tam teşkilatlı bir şekilde hazırlaya­rak orduya hibe etti ve ayrıca 1000 dinar bağışta bulundu. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, onun için de:

“Osmân’a (bu fedâkârâne infâkı sebebiyle) bundan sonra yapacağı hiçbir şey zarar vermez!” (Tirmizî, Menâkıb, 18/3700; Ahmed, V, 63) buyurarak, büyük bir muhabbetle onu iltifât-ı nebevîsine mazhar kıldılar.

Ayrıca Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın âilesi de, bütün mücevherlerini Allâh yolunda infâk etti.

Bütün hanım sahâbîler de, ne kadar takıları ve ziynet eşyâları varsa, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in önüne getirdiler. On bir yaşında küçük bir mü’mine kız da, ufakken kulağına takılan küpeleri çıkaramayınca, heyecanından onları kulağını yırtarak çıkarttı. Bu kanlı küpeleri Allâh Rasûlü’nün önüne koydu.

İnfâk edecek bir şey bulamayan fakir sahâbîler bile mal ve candan fedâkârlık yapabilmenin heyecânı içindeydiler. Bunlardan Ebû Âkil -radıyallâhu anh-, bütün bir gece çalışarak iki ölçek hurma kazanmıştı. Bir ölçeğini ev halkına, bir ölçeğini de orduya bağışladı. (Taberî, Tefsîr, X, 251)

`

Tebük Seferi’ne hazırlıkların yapıldığı esnâda ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-ile Allâh yolunda canlarını fedâ edebilme seferberliğine çıkmanın ulvî heyecânına kapılmıştı. Ancak ashâb-ı kirâmın fakirlerinden yedi kişi, sefere iştirâk etmek için binek hayvanı bulamamışlardı. Çoğunlukla iki askere hattâ bâzen üç askere bir deve düşüyordu ve deveye sırayla bineceklerdi. Fakat sefere iştirâk etmeyi ve her an Allâh Rasûlü ile berâber olmayı cân u gönülden arzu ettikleri hâlde, nöbetleşe de olsa binecek bir deve bulamayan fakir sahâbîler vardı. Onlar da, Allâh Rasûlü’ne gelerek hâllerini arz ettiler. Bunun üzerine fakirlerin harbe iştirâk mecbûriyetinden muaf olduklarını bildiren şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

(Ey Rasûlüm!) Kendilerine binek sağlaman için Sana geldiklerinde (Sen): «Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum.» deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözyaşı döke döke dönen kimselere (herhangi bir mes’ûliyet yoktur)!” (et-Tevbe, 92)

Âyet-i kerîmede, Hakk’ın rızâsına kavuşmak ve Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile birlikte olabilmek için teessürlerinden gözyaşı döktüklerinden bahsedilen bu güzîde sahâbîlerin ihtiyaçlarını, İbn-i Yâmin, Hazret-i Abbâs ve Hazret-i Osmân

-radıyallâhu anhüm- tedârik ettiler. Bir kısmına da daha sonra Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-binek temin etti. (Buhârî, Megâzî, 78) Seferden muâf oldukları hâlde Allâh Rasûlü’nden ayrı kalmak kendilerine giran gelen ve kalbleri Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle dolu olan bu sahâbîler, bu canhıraş iştiyak ve muhabbetlerinin mukâbilinde sefere katılma nîmet ve şerefine nâil oldular. (İbn-i Hişâm, IV, 172; Vâkıdî, III, 994)

İşte bu hâl, ashâb-ı kirâmın malıyla ve canıyla Hak yolunda nasıl fedâkârlıkta bulunduklarını ve onların gönül yapısını sergileyen sayısız misâllerden biridir.

***

Tebük’ten ibret dolu diğer bir hâtırayı, Vâsile bin Eska -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

Tebük Seferi’ne çıkılacağı günlerde Medîne’de şöyle nidâ ettim:

“–Ganîmet hissemi vermem karşılığında kim beni bineğine bindirir?!”

Ensâr’dan yaşlı bir zât, münâvebe ile (sırayla) binmek üzere beni savaşa götürebileceğini bildirdi. Ben hemen: “Anlaştık!” deyince:

“–Öyleyse Allâh’ın bereketi üzere yürü!” dedi. Böylece hayırlı bir arkadaşla yola çıktım. Allâh ganîmet de nasîb etti; hisseme bir miktar deve isâbet etti. Bunları sürüp (Ensârî’ye) getirdim. O bana:

“–Develerini al götür.” dedi.

“–Başta yaptığımız anlaşmaya göre bunlar senin.” dedim. Ama Ensârî:

“–Ey kardeşim! Ganîmetini al, ben senin bu maddî payını istememiştim. (Ben sevâbına, yâni mânevî kazancına iştirâk etmeyi düşünmüştüm).” dedi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 113/2676)

Bu ibretli seferde, canları ve malları âhiret sermâyesine dönüştürerek cenneti satın ala­bilme heyecânı had safhada yaşanıyor, kıyâ­mete kadar ümmete numûne olacak manzaralar sergileniyordu. Ashâb-ı kirâm, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in etrâfında hizmet için âdeta pervâne kesiliyor, Allâh yolunda her şeyleriyle gösterdikleri fedâkârlıklarını: “Anam, babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh!” nidâlarıyla dile getiriyorlardı.

***

Sefere çıkılmış, bir hayli yol alınmıştı. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra ashâbdan Ebû Zer -radıyallâhu anh- da orduya yetişti. O, zayıf hayvanı yola dayanamadığı için gerilerde kalmış, sonunda hayvanını terk ederek zor da olsa yaya olarak ordunun ardından gelmişti. Bunu gören Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, mütebessim bir şekilde:

“–Allâh selâmet versin! Ebû Zer yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız başına diriltilir.” buyurdular.

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bu mûcizevî ifâdeleri, vakti gelince ta­hakkuk etmiş ve Ebû Zer -radıyallâhu anh-, yalnız yaşamış, yalnız vefât etmiştir. (Vâkıdî, III, 1000)

***

Orduya Tebük’te katılanlardan biri de Ebû Hayseme idi. O, başlangıçta seferin zor­luğu sebebiyle Medîne’de kalmış, orduya iştirâk etmemişti. Birgün, bahçesin­deki çardakta ailesi kendisine mükellef bir sofra hazırlamış, onu yemeye çağırmış­lardı. Ebû Hayseme, bu manzarayı görünce aklına Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ve ashâbının hâli gelerek yüreği sızlamış ve kendi kendisine:

“Onlar bu sıcakta Allâh yo­lunda zorluklara katlanmaktayken, benim bu yaptığım olacak şey mi?!” demişti. Bu nedâmet ile, kendisi için hazırlanan sofraya, hiç el sürmeden derhal yola düşmüş, Tebük’te İslâm ordusuna katılmıştı.

Onun geldiğini gören Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bu davranıştan memnun oldu ve:

“–Yâ Ebâ Hayseme! Az kaldı helâk olacaktın!..” buyurarak onun affı için Cenâb-ı Hakk’a duâ etti. (İbn-i Hişâm, IV, 174; Vâkıdî, III, 998)

Cenâb-ı Hak kullarına tâkatlerinin üzerinde bir teklifte bulunmaz. Fakat güç yetirebilecekleri işleri îfâ etmekten de mes’ûl tutar. İşte Ebû Hayseme’nin yaptığı da bir tâkat bedeli ödeme mâhiyetindeydi.

Bu hâdiseler bizler için canlı birer öğüttür. Maddî ve mânevî imkânlarımızı Hak yolunda ne kadar sarf edebildiğimizi mîzân etmeye ve mü’min olmanın mes’ûliyetlerini tefekkür etmeye birer vesîledir.

***

Tebük Seferi’nde yalnız bir sahâbî şehîd olmuştur. Bu sahâbî, müşrik bir kabîle içinde İslâm’la şereflenen Abdullâh el-Müzenî -radıyallâhu anh-’tır.

Hayli fakir bir genç olan Abdullâh, müslüman olduktan sonra kabîlesi içinde tamâmen himâyesiz ve savunmasız kalmıştı. Onun Medîne’ye kaçarak diğer gençlere örnek olmasından korkan müşrikler, bu sahâbînin üzerine çullanarak elbiselerine varıncaya kadar her şeyini elinden aldılar. Başından aşağıya geçirdikleri sert kıldan örme bir çuval dışında hiçbir şey bırakmadılar. Böylece bu fedâkâr mü’min, müşriklerin düşüncelerine göre, güyâ evine kapanıp insan içine çıkamayacak ve netîcede kabîlesinin dînine dönmek zorunda kalacaktı.

Fakat Abdullâh -radıyallâhu anh- kararlıydı. Bir an evvel Medîne’ye varıp Allâh Rasûlü’ne kavuşmak istiyordu. Bunun önündeki bütün engeller gözünde bir hiç hâline gelmişti. Daha fazla duramadı, o gece gizlice yollara düştü. Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından, eli-ayağı parçalanmış, açlık ve susuzluktan tâkati kesilmiş, perişan bir hâlde Medîne’ye yaklaştı. Heyecânı had safhadaydı. Fakat bir an, üzerindeki kaba çuvalla Kâinâtın Serveri’nin huzûruna çıkamayacağını düşündü. Ardından, bu çuvalı ikiye böldü ve birini beline sarıp vücûdunun alt tarafını örttü. Diğer parçayı da omuzlarına attı. Allâh Rasûlü’ne kavuşma heyecânıyla kendinden geçen genç sahâbî, görenlerin hayret dolu nazarları arasında soluğu Mescid-i Nebevî’de aldı.

Nihâyet, kimsesizlerin, yalnızların ve mazlumların sığınağı olan Rahmet Peygamberi’ne kavuşmuştu. Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, o mübârek sahâbîyi şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. Aradan uzun zaman geçmesine rağmen bu mübârek sahâbînin o günkü hâli hiç unutulmadı ve ona “çifte çul/kilim sâhibi” mânâsına gelen

•: Zü’l-Bicâdeyn lakâbı verildi.

Allâh Rasûlü’ne aşk ile bağlanan bu mübârek sahâbî, O’nun yanında cihâddan cihâda koşuyor, şehîd olup Rabbinin yolunda canını fedâ etme arzusuyla yanıp tutuşuyordu.

Tebük Seferi’ne çıkılırken kendisine şehâdet nasîb olması için Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’den ısrarla duâ taleb etti. Rasûlullâh

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de ona:

“Sen Allâh yolunda harbe çıkar da hummâya tutularak ölürsen, şehîdsin!” buyur­du. Gerçekten onun şehâdeti mûcizevî bir şekilde Allâh Rasûlü’nün buyurduğu sûrette tahakkuk edecekti.

Nitekim ordunun dönüş hazırlıklarıyla meşgûl olduğu bir gece, Rasûlullâh Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhumâ- bir meş’ale ışığı altında cenâze taşıyorlardı. Taşıdıkları cenâze ise “Abdullâh Zü’l-Bicâdeyn -radıyallâhu anh-” idi.

Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, gıbta ile seyrettiği bu manzarayı şöyle anlatıyor:

“Gece karanlığında, mücâhidlerin çadır kurdukları sâhanın bir köşesinde hareket eden bir ışık gördüm. Kalkıp tâkib ettim. Bir de ne göreyim: Rasûlullâh

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Ebû Bekir ve Ömer

-radıyallâhu anhumâ-, Abdullâh Zü’l-Bicâdeyn

-radıyallâhu anh-’ın cenâzesini taşıyorlar. Bir yere geldiler, kabir kazdılar. Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, kazılan kabre indi. Ebû Bekir ve Ömer

-radıyallâhu anhumâ- cenâzeyi Efendimiz’e sunmak için hazırladılar.

Efendimiz; «Kardeşinizi bana doğru yaklaştırın.» buyurdu; yaklaştırdılar. Cenâzeyi kucağına alan Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, onu kabirde yatacağı yere ve yöne yerleştirdikten sonra doğruldu ve şöyle niyâz etti:

«–Yâ Rab! Ben ondan râzıyım, hep râzı olageldim, Sen de râzı ol…»

Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- sözlerine devamla diyor ki:

“Bu manzara karşısında içim dolu dolu oldu. Zü’l-Bicâdeyn’e gıpta ettim. O an; «Ne olurdu bu kabrin sâhibi ben olaydım! Keşke oraya bu iltifât-ı Peygamberî ile gömülen ben olsaydım!» diye ne kadar arzu ettim.” (İbn-i Hişâm, IV, 183; Vâkıdî, III, 1013-1014; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 227; šerâfeddin Kalay, Örnek Nesil, s. 197-200)

Bütün bu misâller, Hakk’a samîmiyetle teslîm olup O’nun yolundaki ihlâslı gayretleri Allâh Teâlâ’nın bereketlendireceğini, Allâh Rasûlü’nün fedâkâr ve vefâkâr mü’minlerin hak dâvâya olan hizmetlerini aslâ unutmayacağını ve bu fedâkârlıkların Allâh katındaki kıymetinin yüceliğini ne güzel ifâde etmektedir.

***

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, Tebük’te sabahleyin bir hurma ağacına dayanarak hutbe îrâd eylediler. Allâh’a hamd ü senâda bulunduktan sonra şöyle buyurdular:

“İnsanların hayırlısı, atının veya devesinin sırtında, ya da iki ayağının üzerinde (piyâde olarak) ölünceye kadar Allâh yolunda cihâd eden (Allâh’ın dînini hidâyet bekleyenlere tebliğ eden)’dir! İnsanların kötüsü de Allâh’ın Kitâbı’nı okuyup ondan hiç faydalanmayan fâsık ve cür’etkâr kimsedir.

İyi biliniz ki; sözlerin en doğrusu, Allah’ın Kitâbı’dır! Yapışılacak en sağlam kulp, takvâdır! Dinlerin hayırlısı, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın dîni (İslâm)’dır! Sünnetlerin hayırlısı, Muhammed’in sünnetleridir! Sözlerin şereflisi, zikrullâhtır. Kıssaların güzeli, Kur’ân(da olanlar)dır.1 Amellerin hayırlısı, Allâh’ın yapılmasını istediği farzlardır. Amellerin kötüsü, bid’atlerdir. En güzel yol ve gidişât, Peygamber’in yolu ve gidişâtıdır. Ölümlerin şereflisi, şehîdliktir.

Körlüğün en kötüsü, doğru yolu bulduktan sonra ondan sapmaktır. Az olup yeten şey, çok olup meşgul ederek Allâh’a tâatten alıkoyan şeyden hayırlıdır. Özür dilemenin kötüsü, ölüm gelip çattığı andakidir. Pişmanlığın kötüsü, kıyâmet günündekidir. İnsanların hayırsızı, Cumâ’ya en son gelen ve Allâh’ı kötü bir dille anandır. Yanlışları en çok olan, dili çok yalan söyleyendir.

Zenginliğin hayırlısı, gönül zenginliğidir. Azıkların hayırlısı, takvâ azığıdır. Hikmetin başı, Allâh korkusudur. Hikmetsiz (söz ve) şiir, İblîs’in işlerindendir. Hamr (içki), günahların her çeşidini biraraya toplayandır. (Fâsık) kadınlar, şeytanın tuzaklarıdır. (Terbiye olmamış) gençlik, delilikten bir bölümdür. Ribâ (fâiz) kazançların en kötüsüdür. Yemenin en kötüsü, yetim malı yemektir. Mes’ûd kişi, kendinden başkasının hâlinden ibret alandır.

Her biriniz, dört arşın yere (kabre) varırsınız. Amellerin muhâsebesi ise âhirete kalır. Amellerde esas olan netîceleridir. Düşüncelerin kötüsü, yalan-yanlış düşüncelerdir. Mü’mine sövmek, günahkârlıktır. Mü’mini öldürmek küfürdür. Mü’minin etini yemek (gıybetini yapmak) Allâh’ın buyruklarına karşı gelmektir.

Yalan yere Allâh üzerine yemin eden kişi, yalanlanır. Af taleb eden kişi, Allâh tarafından affolunur. Kim öfkesini yenerse, Allâh onu mükâfatlandırır. Uğradığı ziyâna katlanan kişiye, Allâh karşılığını verir. Allâh, zorluklara katlanan kimsenin ecrini kat kat artırır. Allâh’a isyân eden kişiyi, Allâh azâba dûçâr eder!

Ey Allâh’ım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle!

Ey Allâh’ım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle!

Ey Allâh’ım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle!

Kendim ve sizin için, Allâh’tan mağfiret taleb ederim!” (Vâkıdî, III, 1016-1017; Ahmed, III, 37; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, V, 13-14)

***

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in iştirâk ettiği son sefer olan Tebük, meşakkat dolu, zorlu bir seferdi. İslâm ordusu 1000 kilometre gitmiş ve dönmüştü. Medîne’ye yaklaşırlarken âdeta şekilleri değişmişti. Derileri kemiklerine ya­pışmış, saç-sakal birbirine girmişti. Hâl böyleyken Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- onlara:

“šimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz!” buyurdular.

Ashâb hayretle:

“–Yâ Rasûlallâh! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd var mı?” dedikle­rinde Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–šimdi büyük cihâda (nefs cihâdına) dönüyoruz!” (Süyûtî, II, 73) buyurdu­lar.

Nefs cihâdı, kalbî eğitim ve mânevî terbiyedir. Gâye, ahlâkı yüceltmek ve insanı mânen olgunlaştırarak “insân-ı kâmil” hâline getirmektir. Bunun yolu da ilâhî hakîkatlerle yoğrulmuş bir akıl, îman ve güzel ahlâk ile tezyîn edilmiş bir kalb, Kur’ân ve sünnetin rûhâniyetiyle taçlanmış hâl ve davranışlarla “tevhîdin mîrâcına yükselerek” kemâle ermektir.

Cenâb-ı Hak, canlarıyla mallarıyla fedâkârlık yarışında bulunan ashâb-ı kirâmın ulvî hâllerinden ibret alarak tâkatimiz nisbetinde gayret-i dîniyye sâhibi olmamızı nasîb buyursun! Gönüllerimizi Kur’ân ve sünnetin feyizli iklîminden lâyıkıyla hissedâr eylesin.

Âmin!

Dipnot: 1) Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birinden fazlası kıssalardan oluşturmaktadır. Cenâb-ı Hak, Kur’ân kıssalarının ehemmiyetini bildirerek onlarda beyân edilen hakîkatleri tefekkür etmemizi, gerekli ibretleri almamızı ve bunları kendi hâlimizle mîzân etmemizi emretmektedir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

(Rasûlüm!) Biz, bu Kur’ân’ı vahyetmekle Sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz…” (Yûsuf, 3)

“…Kıssayı anlat; belki düşünürler.” (el-A‘râf, 176)

“And olsun ki Biz, öğüt alsınlar diye bu Kur’ân’da insanlara her türlü misâli verdik. ” (ez-Zümer, 27)