Rasûlullâh’ın İzinde

2005 – Temmuz, Sayı: 233, Sayfa: 032

Ashâbın Îman Heyecânı

İslâm’ın nûrunu, eşsiz güzelliklerini, bilhassa incelik ve zarâfetini yakından tanıyabilmek, ancak asr-ı saâdetin gönül iklîmine girebilmekle mümkündür.

Asr-ı saâdet; insanlığa hidâyet rehberi olan

Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olduğu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yaşayarak şereflendirdiği bir devirdir. Yine o devir, nübüvvet nûrunu devirlere ve diyarlara taşıyan, dünyâ târihinde ahlâk, merhamet, fazîlet ve olgunlukta zirve teşkil eden bir insan neslinin yetiştiği müstesnâ bir saâdet asrıdır.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz:

“İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 1) buyurmuştur. Bu bakımdan asr-ı saâdet, mü’minlerin en ideal zaman kabûl ettikleri, hasret ve saygı duydukları eşsiz bir dönemdir.

Nebevî terbiye ile olgunlaşan ashâb-ı kirâm; insan, nefs, kâinât ve Allâh -celle celâlühû- hakkında, yeni, saf, berrak, dupduru ve dosdoğru bir anlayış ve istikâmete erişti. Teblîğ, doğruluk, itimat, emniyet, dürüstlük, maldan ve candan fedâkârlık bir tabiat-i asliye hâline geldi. Böylece insan nesli ahlâk ve şahsiyet bakımından en yüksek seviyeye ulaştı.

Ashâb-ı kirâmın fârik ve hâkim vasfı, hayâtı büyük bir îman aşk, vecd ve heyecânıyla şekillendirme gayretiydi. Bu îman heyecânının temelinde de, Allâh Rasûlü’nden tahsil ettikleri yoğun bir “rûhâniyet ve in’ikâs” vardı.

Hakîkaten as­hâb-ı ki­râ­mın, o zamana kadar îmân, hakîkat ve ahlâkî kıymetlerden mahrûm gö­nül âlemleri, Al­lâh Ra­sû­lü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in soh­bet mec­lis­lerindeki mâ­ne­vî iklîmin rahmet ve bereket sağanaklarıyla yoğruldu. Allâh Rasûlü’nün gönlünden ümmetinin gönüllerine akseden feyz, mu­hab­bet ve rû­hâ­ni­yet, kıyâmete kadar insanlığa yol gösterecek yıl­dız şahsiyet­ler meydana getirdi. Câ­hi­liy­e karanlıklarında yetişen mer­ha­met­siz, vic­dan­sız, kız ço­cuk­la­rı­nı di­ri di­ri top­ra­ğa gö­me­cek ka­dar ka­tı kalb­li, hak ve hukuk ta­nı­maz sıradan bir in­sa­n; gö­zü-gön­lü yaş do­lu, diğer­gâm, in­ce, ra­kîk, has­sas ve hikmet ehli bir mü’min hâline geldi.

İşte “İslâm’dan önceki Ömer, İslâm’dan sonra Hazret-i Ömer” oldu. Yani İslâm’dan evvel sert ve haşin tabiatlı Ömer, eridi, bitti, İslâm’dan sonra ise aynı silüet içinde gözü yaşlı, gönlü muhabbet ve şefkat dolu, yerdeki karıncayı dahi incitmek istemeyen Hazret-i Ömer meydana geldi.

“Dicle’den geçerken bir koyun suya düşüp boğulsa, Allâh onun hesâbını Ömer’den sorar.” diyerek kendisini bir nefis muhâsebesine tâbî tuttu. Geceleri sırtında un çuvalı ile mâtemlerin civârında gezer oldu. Cihânın akışından mes’ûl olması, kendisinin en büyük problemi hâline geldi.

Diğer bir misâl de Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-’dır. Mâzîsi îtibâriyle “deve çobanı” iken hidâyete kavuşup Rasûlullâh’ın rahle-i tedrîsinden geçince gönlü deryâ hâline geldi, inceldi, derinleşti, kalbi ilâhî tecellîlere mâkes oldu. Kendi ifâdesiyle, “Bize Allâh Rasûlü’nden öyle hâller in’ikâs etti ki boğazımızdan geçen lokmaların zikrini duyuyorduk.” diyordu. (Bkz. Bu­hâ­rî, Me­nâ­kıb, 25) İşte meşhûr Kûfe Mektebi bu şanlı sahâbînin eseridir. Dünyânın en büyük hukukçusu Ebû Hanife de bu mektebin talebesidir. O İmâm-ı Âzam ki, hukukçu olarak tanınan Solon ve Hammurabi, ona ancak bir çırak olabilir.

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in tedris ve terbiyesi sâyesinde, mâzîsi îtibâriyle hiçbir şey olmayan insanlardan her şey olan, dünyâya yön veren insanlar zuhûr etti. Ölülerden diriler çıktı, kömürden elmas elde edildi.

İşte, sahâbe, nübüvvet pınarından nâil olduğu yoğun in’ikâslar netîcesinde Hakk’a akrabiyet, yâni kalben Hakk’a yakınlığı tahsîl etti. Onların nazarında hak ve hayır bütün güzelliği ile; şer ve bâtıl da bütün çirkinliği ile netleşti. Kendilerinden sonra gelen nesillere de aynı rûhu in’ikâs ettirdiler.

Nasıl ki koskoca güneş küçücük bir aynadan aksedebiliyorsa, sahâbe de gönlünde hep Allâh Rasûlü’nün akislerini taşıdı. Allâh Rasûlü gibi zühd ve riyâzât hâlinde yaşamayı hedefledi. Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, bu saâdet toplumunun tanımadığı bir hayat tarzı idi. Zîrâ onların gönüllerine; “Yarın bu nefsin konağı mezar olacaktır!” anlayışı yerleşmişti. Bu yüzden onlar fânîliklerini hiçbir zaman unutmadılar. Nefs-i emmârenin şerrinden kurtulup nefislerini sorgulayan ince, zarif birer mü’min kimliğini sergilediler. Dünün vahşî, bedevî insanları, fazîlette zirveleşerek melekler misâli saf ve berrâk şahsiyetler hâline geldiler. Kalblerine Allâh ve Rasûlü’nün muhabbetini yerleştirdiler. Böylece, okuma yazma dahî bilmeyen o toplum, bilinmesi gereken en mühim bilgiyi, yâni mârifetullâhı idrâk etti.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…(Rasûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sâhipleri bunları hakkıyla düşünür.” (ez-Zümer, 9)

İşte ashâb-ı kirâm, âyet-i kerîmede ifâde edilen gerçek “hakkı, hakîkati ve hikmeti bilenler”den müteşekkil bir saâdet toplumu hâline geldi. İnsan, Allâh -celle celâlühû-’yu aklen kavrayamayacak uzaklıkta iken, Allâh’ın insana kendinden bile daha yakın olduğu ve her an kulunu görmekte olduğu idrâki, yâni ihsân kıvâmı gönüllerde yer etti.

İnsanlık; nezâket, zarâfet ve güzel ahlâk ile tanıştı. Kalbler; “Allâh -celle celâlühû- bizden ne ister, O’nun rızâsına nasıl erebiliriz, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bizden ne ister, nasıl davranmamızı bekler, O’nu nasıl hoşnud edebiliriz?” düşünceleriyle doldu. Bu yüzden Allâh Rasûlü’nün en ufak bir arzusuna dahî; “Anam, babam, canım, Sana fedâ olsun, yâ Rasûlallâh!” ifâdeleriyle mukâbele ediliyordu. Bu uğurda maldan ve candan nice fedâkârlıklar yaşandı.

Kalblerde dostluğun merkezine Allâh ve Rasûlü yerleşince, yarı vahşî bir toplum; insanlık, merhamet ve fazîlette zirveleşen âbide şahsiyetler yetiştirmeye başladı. Îman kardeşliği birbirini yıkayan iki el hâlini aldı. Cömertlik ve diğergâmlıkta zirve tablolar sergilendi. Sahâbe-i kirâm, Allâh Rasûlü’nün ahlâkı ile ahlâklandı:

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, kendisine bir nîmet lutfedildiğinde, ashâbına ikrâm edip onları doyurmadan kendisi doymuyordu. “Komşusu açken tok yatan mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15) buyuruyordu.

Allâh Rasûlü’nün âilesi bir kurban kestiğinde etleri hemen fukarâya dağıtılıyor, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- kurbandan geriye ne kaldığını sorup da:

“–Sâdece bir kürek kemiği kaldı.” cevâbını aldığında:

“–Desene o kürek kemiği hâriç hepsi bizim oldu.” (Tirmizî, Kıyâmet, 33/2470) buyuruyordu.

İşte Allâh Rasûlü’nün bu nebevî ahlâkından hisse alarak, insanın kendisine âit olacak asıl servetin, âhirete gönderebildiği hayırlar olduğunu idrâk eden ashâb, Allâh rızâsı uğruna cömertlik, diğergâmlık ve fedâkârlıkta kâbına varılmaz davranış mükemmellikleri sergiliyordu.

Yoksul bir sahâbîye ikrâm edilen bir koyun başı; “Komşum benden daha aç olabilir.” düşüncesiyle komşudan komşuya devredilerek yedi kapı dolaştıktan sonra ilk ikrâm edilene geri dönüyordu. Zîrâ içlerinde en aç olanı, ilk ikrâm edilen idi. (Hâkim, II, 526)

Yermuk Harbi’nde ağır yaralar alarak kızgın kumlar üzerine serilen ve şehîd olmak üzere bulunan üç sahâbî, harâretten kavrulan dudaklarını serinletmek üzere kendilerine ikrâm edilen suyu; “Susuzluktan inleyen şu mü’min kardeşim o suya benden daha muhtaçtır.” düşüncesiyle ona gönderiyordu. Aynı fedâkârlıkla suyu birbirine devreden bu üç sahâbî, susuzluktan kuruyup çatlayan dudakları ile şehâdet şerbetini içtiler. Dolu hâldeki su kırbası ise üç şehidin ortasında olduğu gibi kaldı. (Hâkim, III, 270)

Bu üç şehîde son nefeslerinde su ikrâm etmeye çalışan Huzeyfe -radıyallâhu anh-, o andaki hâlet-i rûhiyesini şöyle dile getirir:

“–Hayâtımda birçok hâdiseyle karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırıp heyecanlandırmadı. Aralarında akrabâlık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde, onların birbirlerine karşı bu derecedeki diğergâm, fedâkâr ve şefkatli hâlleri, gıpta ile seyredip hayran olduğum en büyük bir îmân celâdeti olarak hâfızamda derin izler bıraktı…”

***

Asr-ı saâdet toplumu, mârifetullâh, yâni Rabbi kalben tanıma ufkuna ulaşmış bir toplum idi. O devir, derin bir tefekkür devri, Allâh ve Rasûlü’nü yakînen tanıma devri idi.

Cenâb-ı Hakk’ın en büyük sanatı, insandır. Bu sanatın zirvesi de Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’dir. Rabbimiz’in hârika sanat şâhikası olan Rasûlullâh’ı en güzel şekilde idrâk eden ve O’ndan bizlere izler intikâl ettiren de ashâb-ı kirâmdır.

Cenâb-ı Hak:

(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allâh da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allâh son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Âl-i İmrân, 31) buyurmaktadır. Allâh Rasûlü’ne ittibâ husûsunda zirve şahsiyetler de, şüphesiz ki O’nu en iyi tanıyıp idrâk eden sahâbe-i kirâmdır.

Ashâb-ı kirâmdan Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh-’ın Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e olan muhabbet ve itaati çok

câlib-i dikkattir:

Abdullâh -radıyallâhu anh-, Rasûl-i Ekrem’in vefâtından sonra O’na olan sevgisinden dolayı, Fahr-i Cihân Efendimiz’in namaz kıldığı yerleri öğrenip oralarda namaz kılar, yürüdüğü yollarda yürür, gölgelendiği ağaçların altında oturur, kurumasınlar diye onları sulardı. Yolda giderken Rasûlullâh’ın gittiğini gördüğü yolları tâkip eder, O’nun hayvanını çevirip döndüğü yerlerden dönerdi. Hele Efendimiz’in selâmlaşma konusundaki buyruklarını yerine getirme husûsunda pek titiz davranırdı. Hiçbir işi olmadığı hâlde sâdece müslümanlarla selâmlaşmak niyetiyle sokağa çıktığı olur, büyük-küçük karşılaştığı herkese selâm verirdi. (İbn-i Sa’d, IV, 156; İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 349; İbn-i Esir, Üsdü’l-Gâbe, III, 341)

Rasûllullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bineğinin üzerinde iken yönü hangi istikâmette olursa olsun tesbih eder, (nâfile namaz kılar, rükû ve secde için) başıyla îmâda bulunurdu. (Aynen kardaki izleri tâkip ederek yol alan bir kişi gibi) İbn-i Ömer -radıyallâhu anh- da bir ömür Allâh Rasûlü’nü taklîd ederek yolculuklarında böyle yaptı. (Buhârî, Taksîru’s-Salât, 7, 8, 11, 12; Vitr, 5, 6; Müslim, Müsâfırîn, 39)

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in her cumartesi günü binekle veya yaya olarak Mescid-i Kubâ’ya gittiğini gören Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh- da ömrünün kalan kısmında aynen böyle yapardı. (Müslim, Hac, 521)

Birgün İbn-i Ömer -radıyallâhu anh- için bir koç kesilmişti.

İbn-i Ömer, âilesine:

“–Ondan yahûdî komşumuza da hediye ettiniz mi?” diye sordu.

“–Hayır!” cevâbını alınca da:

“–Bundan ona da gönderin. Zîrâ ben, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in:

«Cebrâîl bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya vâris kılacağını zannettim.» buyurduğunu işittim.” dedi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 122-123/5152; Tirmizî, Birr, 28/1943)

***

Ashâb-ı kirâm, düşünce ve ideallerinin merkezine Allâh’ın rızâsını, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hoşnutluğunu yerleştirmişlerdi. Bu gâye uğrunda mal ve can bir vâsıta hükmüne girdi:

Îman aşk ve heyecânıyla dolu olan genç sahâbîler, Peygamber Efendimiz’in teblîğ mektuplarını taşıma şerefine nâil olmak için âdeta yarışa girmişlerdi. O’nun bir arzusunu yerine getirebilme uğruna her türlü fedâkârlığı göze alıp hiçbir mâzeret öne sürmeden, canla başla hizmete tâlip olmuşlardı. Sarp dağlar ve ıssız çöller aşarak gittikleri diyarlarda, cellâtların arasından geçip kralların huzûrunda Allâh Rasûlü’nün mektubunu büyük bir îman cesâreti ile okumuşlardı. Bu mukaddes vazîfe uğrunda canlarını bile vermekten çekinmemişlerdi.

O mübârek nesilde, îmânın hakîkî lezzetine kavuşabilmek için îmânın en büyük meyvesi olan şefkat ve merhamet alabildiğine enginleşti. Öyle ki, mü’minleri zor zamanlarında büyük bir fedâkârlıkla kucaklayan Ensâr, Allâh yolunda vatanlarını ve servetlerini terk ederek kendilerine sığınan Muhâcirleri rahat ettirmeden huzur bulamıyordu.

Fahr-i Kâinât -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, ashâb-ı kirâm arasında kıyâmete kadar gelecek mü’minlere ışık tutan örnek bir kardeşlik tesis etmiştir. Nitekim Mekke’den Medîne’ye hicret eden Muhâcirlerle Ensâr arasında gerçekleştirilen bu kardeşlik, târihin bir benzerine daha şâhid olmadığı eşsiz bir tablodur. Öyle ki Ensâr-ı Kirâm, âdetâ mal beyânında bulunarak bütün varlıklarını ortaya koyup Muhâcir kardeşleriyle eşit olarak bölüşmeyi göze alabilmişlerdir. Buna mukâbil gönülleri birer kanaat hazînesi hâline gelen o muhâcirler de istiğnâ göstererek:

“–Malın ve mülkün sana mübârek olsun kardeşim, sen bana çarşının yolunu göster, yeter!” diyebilme olgunluğunu sergilemişlerdir. (Buhârî, Büyû, 1)

O mübârek nesil, hayatlarını Allâh ve Rasûlü’ne âmâde kıldı. Allâh yolunda hizmet, hayatın lezzeti hâline geldi.

Asr-ı saâdette, kıyâmete kadar gelecek bütün mü’minlere örnek olacak bir îman nesli yetişti. Fertlerde gerçek bir İslâm şahsiyeti teşekkül etti. Bunun netîcesinde, sözlü teblîğ kadar hâl ile teblîğin de bereketli meyveleri toplandı:

Hayber zaferinden sonra ganîmet hissesini almak için Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, Abdullâh bin Revâha’yı vazîfelendirmişti. Abdullâh bin Revâha her yıl Hayber’e gider, alınması gereken miktârı tahmin edip bunu tahsil ederdi. Hayber arâzîsini işleyen yahûdîler, Abdullâh’ın tahminde gösterdiği titizlik sebebiyle rahatsız oldular. Hattâ bir ara kendi lehlerine müsâmahalı davranması için rüşvet teklif ettiler. Abdullâh ise onlara:

“–Vallâhi birçok menfîlikleriniz sebebiyle size duyduğum buğz, size karşı âdil davranmama mânî olamaz. Sizin bana teklif ettiğiniz rüşvettir. Rüşvet ise harâmdır, biz onu yemeyiz!” dedi. Yahûdîler, Abdullâh -radıyallâhu anh-’ı takdîr edip:

“–İşte bu adâlet ve doğrulukla semâvat ve arz nizâm içinde ayakta durur.” dediler. (Muvattâ, Müsâkât, 2)

Ashâbın bu adâlet ve hakkâniyet duygusunun, onların izinden giden tâbiînin büyüklerindeki sayısız akislerinden bir misâl de şöyledir:

Rivâyet edildiğine göre İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin bir mecûsîde malı vardı. Onu istemek üzere mecûsînin evine gitti. Evin kapısına gelince ayakkabısına bir pislik bulaştı. Bunun üzerine ayakkabısını silkeleyince pislik mecûsînin duvarına yapıştı. Şaşıran ve ne yapması gerektiğinde tereddüd eden Ebû Hanîfe kendi kendine şöyle dedi:

“Eğer bunu bu hâlde bıraksam, mecûsînin duvarının çirkin görünmesine sebep olacağım. Yok oradan pisliği kazırsam bu sefer de duvarın toprak sıvası dökülecek!”

Derken kapıyı çaldı, bir câriye çıkınca ona:

“–Efendine, Ebû Hanîfe’nin kapıda beklediğini söyle!” dedi.

Bunun üzerine adam kapıya çıktı ve Ebû Hanîfe’nin malını isteyeceğini zannederek özür dilemeye başladı.

Ebû Hanîfe ise:

“–Şu anda bu önemli değil.” dedi ve duvarın durumunu anlattı.

“–Bu duvarı nasıl temizleyebilirim.” dedi.

Bu âlicenaplık karşısında vecd ve hassasiyet duyguları ile dolan mecûsî:

“–Ben önce nefsimi temizleyerek işe başlayayım!” dedi ve o anda müslüman oldu.

Buradaki esas nükte şudur ki, Ebû Hanîfe, bu ufacık şeyde mecûsîye zulmetmekten çekindiği ve bundan dolayı ondaki malını ona bıraktığı için mecûsî küfürden îmâna geldi. Zulüm ve haksızlıktan çekinen kimsenin ya Allâh katındaki durumu nasıl olur? (Fahreddîn er-Râzî, Tefsir-i Kebîr, I, 192)

Yukarıdaki bu kıssa, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin güzel ahlâkıyla birlikte, hâl ile teblîğin ehemmiyet ve bereketini sergileyen ne güzel bir misâldir.

İşte ashâb-ı kirâm, içinde böyle yıldız şahsiyetlerin bulunduğu bir “tâbiîn” neslinin yetişmesine de âmil oldu. Onlar, bu fânî âlemden ebedî âleme irtihâl ederken kişiye fayda verecek şeyin, geride bırakılacak hayırlı bir nesil olduğunu bizzat Allâh Rasûlü’nün muazzez hayâtından öğrenmişlerdi. Aynı şekilde Allâh ve Rasûlü’nün huzûruna yüz akıyla varabilmek için de yine sâlih bir nesil yetiştirmenin en büyük bir sadaka-yı câriye olduğunu, lâyıkıyla idrâk etmişlerdi. Bu sâyede vefât ettikten sonra bile mâzî olmadılar, mü’minlerin gönüllerinde çağları aşan bir hayat ve hayır duâlar ile anılma nîmetine nâil oldular.

Bu sâlih nesilden sonra öyle bir îmân heyecânı cihânı kapladı ki Târık bin Ziyâd’ın beş bin kişilik ordusu, doksan bin kişilik İspanya ordusunu perişan etti. Târık, kralın hazîneleri üzerine ayağını koymuş kendi kendine şöyle diyordu:

“Târık! Dün boynu tasmalı bir köle idin; gün geldi Allâh seni hürriyete kavuşturdu. Sonra bir kumandan oldun! Bugün, Endülüs’ü fethetmiş ve kralın sarayında bulunuyorsun. Şunu iyi bil ve hiçbir zaman unutma ki, yarın da Allâh’ın huzûrunda olacaksın!”

Bu nasıl bir terbiyedir ki bir kölenin şahsiyetini inşâ ediyor ve onu faziletin zirvesine ulaştırıyor!.. Daha sonra da onu dâimî bir nefis muhâsebesinin iklîmi içinde yaşatıyor…

Allâh Rasûlü’nün mânevî terbiyesi ile yetişen sahâbe-i kirâm, îman aşk ve vecdi ile bütün enerjilerini îlâ-yı kelimetullâh dâvâsına yüklediler. Ashâb için hayâtın en zevkli ve en mânâlı anları, insan soyuna tevhîdin mesajlarını ilettikleri zamanlar oldu. Zîrâ onlar, insanların akıllarını ve gönüllerini kazanarak rızâ-yı ilâhîye ermeyi hedefliyorlardı.

Allâh Rasûlü’nün meşhur Vedâ Hutbesi’ni dinleyen -takrîben- 120 bin sahâbîden ancak 20 bin civârının Mekke ve Medîne’de medfûn olduğu düşünülürse, teblîğ vazîfesinin ashâb-ı kirâm tarafından nasıl sınırları aşan bir heyecân şerâresi hâlinde yaşandığı, daha iyi idrâk edilebilir. Nitekim Çin’den İstanbul’a, Afrika’dan Kafkaslar’a kadar giden ashâb-ı kirâm, gittikleri her yerde hidâyet ve rahmet aşısı yapmış, İslâm’ın hidâyet kaderinde şerefli bir mevkî kazanmaya muvaffak olmuşlardı. Böylece Mekke’den başlayan hidâyet dâvetini bütün zaman ve mekânlara ulaştırmışlardı.

O diğergam insanların samîmî gayretleri, çağları ve zamanları şekillendirdi. İnsanlığa bir asr-ı saâdet hediye edildi… Bu îman heyecânıyla, başlangıçta bir kilometre kare olan Medîne site devletinin sınırları, on yıl sonra Filistin ve Irak’a dayandı. Bin beş yüz kişilik Medîne site devletinin nüfûsu, on sene sonra yüz elli bin mü’mine ulaştı.

Bugün yeryüzünde bir buçuk milyarlık bir İslâm âlemi var iken hâlâ dünün câhiliye vahşîlikleri yaşanıyorsa, îmân edenlerin sayısı asr-ı saâdetteki gibi hızla çoğalmıyorsa, üstelik îmânî bakımdan kayıplar yaşanıyorsa, sahâbî aşk ve heyecânına ihtiyâcımız had safhada demektir…

Sahâbî, gerektiğinde bir hadîs-i şerîfi almak ve onu topluma aktarabilmek için, o zamanın çetin şartları altında bir aylık yol gidiyordu. Atını boş yem torbası göstererek kandıran bir şahıstan hadîs almıyordu. Zîrâ bunu, bir şahsiyet zaafı olarak telakkî ediyor; ahlâkı böyle bir zaafla illetli birinin nakledeceği bilgiyi mûteber saymıyordu.

Ashâb-ı kirâm, dînini doğru öğrenip öğretmekte bu kadar titizlik ve gayret gösterirken, bugün bizler bu İslâm şahsiyetini ne kadar sergileyebiliyoruz?!. İslâm nîmetinin bizlere intikâlinde üstlendikleri şerefli vazîfeden dolayı onlara ne kadar şükran duyguları içindeyiz? Onların îman heyecânından bizde ne kadar eser var?.. Bu husustaki durumumuzu yeterince mîzân edebiliyor muyuz?..

Cenâb-ı Hak, İslâm ve îman semâmızdaki yıldızlar misâli nurlu ve güzîde sahâbe neslinin rehberliği ışığında sırât-ı müstakîm üzere bir ömür sürmeyi biz kullarına nasîb ve müyesser eylesin!..

Âmîn!