Ramazan-ı Şerif’i Nasıl Devam Ettiririz? (2)

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

RAMAZÂN-I ŞERÎF’İ NASIL DEVAM ETTİRİRİZ? [2]

Diğer bir husus; Ramazanʼda -hadîs-i şerîfte buyruluyor- “şeytanlar bağlanır” buyruluyor. (Bkz. Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 11; Müslim, Sıyâm, 1, 2, 4, 5)

Ancak nefsin getirdiği şeyler, problemler oluyor. Cinâyetler azalıyor, kavgalar azalıyor. Nefisten gelen şeyler oluyor. Fakat Ramazanʼdan çıkınca o şeytanların bağı çözülüyor. Yani iki ateş arasında kalıyoruz. Hem şeytanlar hem de içimizdeki nefs, içimizdeki şeytan.

Demek ki onu da zikrullah, Cenâb-ı Hakkʼı unutmamak, Cenâb-ı Hakkʼın râzı olduğu şekilde hayatı tanzim etmek, o şekilde bir hayatımızın devam edebilmesi.

Diğer bir husus: Ramazanʼda zekât, infak, fıtır vs. bunların getirdiği bir heyecan vardı. Bu heyecanın sönmemesi lâzım. Yani Ramazanʼdaki olan insanı, garip insanımız, Ramazanʼdan sonra da aynı garip insanımız. Bunların ellerinden tutmamız lâzım.

Bir hadîs-i şerîfte, Cenâb-ı Hak kıyâmet günü:

“‒Kulum (diyecek) sen Benʼi hastaydım, ziyaret etmedin! Sen Benʼi gariptim ziyaret etmedin! Sen Benʼi yalnızdım, ziyaret etmedin!”

Kul diyecek:

“‒Yâ Rabbi! Sen her şeyden münezzehsin, Sen müteâlsin, hasta mı olursun, garip mi olursun, yalnız mı olursun?”

Rabbimiz buyuruyor:

“‒Eğer sen o garip kulumu ziyaret etmiş olsaydın, onun yanında Benʼi bulacaktın.” (Bkz. Müslim, Birr, 43)

Yine Mûsâ -aleyhisselâm-:

“‒Yâ Rabbi! Senʼi nerede arayayım?” buyuruyor.

Cenâb-ı Hak; “yalnız Ramazanlarda ara” buyurmuyor.

“‒Benʼi (diyor), sen (diyor) gariplerin, yalnızların, kalbi kırıkların yanında ara.” buyuruyor.

Demek ki bunların yanında olmaya da devam edeceğiz. Hiçbir şey imkânımız yok, sıfır imkânımız; ona da Cenâb-ı Hak bir tavsiyede bulunuyor:

قَوْلًا مَيْسُورًا buyuruyor (Bkz. el-İsrâ, 28). Eğer hiçbir şey veremiyorsan, bir maddî imkânın yoksa, onun bir gönlüne ferahlık verecek, onu bir tesellî edecek birkaç söz söyle. Bu da bir Ramazân-ı Şerîfʼin devamıdır.

Yine Ramazân-ı Şerîfʼte kazandığımız ahlâkî vasıflar var. Meselâ bir misal vereyim:

Pakistanʼın mütefekkiri, feylesofu Muhammed İkbal, Medîneʼden dönenlere, umreden dönenlere, hacdan dönenlere diyor ki:

“‒Siz (diyor) ne getirdiniz Medîneʼnin mânevî çarşısından? (Diyor.) “Aldığınız (diyor), eşyalar eskiyecek, pörsüyecek (diyor). Siz (diyor), Ebû Bekirʼin sıdkını getirdiniz mi? (Diyor.) Ömerʼin adâletini getirdiniz mi? Yani yaşıyor musunuz bunu? Osmanʼın Kurʼânʼını getirdiniz mi? Aliʼnin irfânını getirdiniz mi? Bunları İslâm dünyasına, gönlünüzden İslâm dünyasına sergileyecek misiniz?..”

Biz de kendi kendimize şunu sormalıyız:

Ramazân-ı Şerîf geldi geçti. Şimdi gönlümüzde Ramazân-ı Şerîfʼten ne kaldı? Mübârek günler bize neler bıraktı? Hangi kötü olan huyların izleri silindi? Enâniyet, benlik, gurur, kibir, haksızlık, merhamet yoksunluğu, fitne, gıybet, dedikodu, gurur, kibir, yalan, ihtiras, haset, pintilik, iftirâ, edep noksanlığı, bunlar -inşâallah- Ramazân-ı Şerîfʼte bizden temizlendi mi? Eğer temizlenmişse, bunu Ramazanʼdan sonraki hâlimizde görmemiz lâzım.

Diğer taraftan, bize Ramazan hangi güzel hasletleri kazandırdı? Merhametimiz, şefkatimiz, hizmetimiz, tevâzuumuz, el-emîn, es-sâdık olmamız, ikram, infak, cömertlik, nezâket, zarâfet, affedicilik, vakar, tevâzû, incelik, sabır, edep, hayâ, ümmetin derdiyle dertlenmek; bunlar bizde arttı mı? Hep bunlar bizde Ramazân-ı Şerîfʼin bize Ramazanʼdan sonraki bir göstergesi, ibresi.

Mevlânâ Hazretleriʼnin güzel bir misâli var. Diyor ki:

“Hacca gidenler orada (diyor), evin, yani Beytullâhʼın sahibini arasınlar (diyor). Hacca gidenler Beytullâhʼın sahibini arasınlar (diyor). Eğer (diyor), Beytullâhʼın sahibini o hacda bulabilirlerse, Kâbeʼyi her yerde bulabilirler.” diyor.

Biz de -inşâallah- bu gayret içinde olursak -inşâallah- Ramazân-ı Şerîfʼi hayatımızın her safhasında buluruz -inşâallah-.

Yine Muallâ bin Fadl buyuruyor:

“Selef-i sâlihîn (yani Allâhʼın o güzel kulları) Cenâb-ı Hakkʼa altı ay kendilerini Ramazân-ı Şerîfʼe ulaştırması için duâ ederlerdi. Altı ay da geçen Ramazanʼın kabulü için duâ ederlerdi.”

Velhâsıl Ramazân-ı Şerîf, Rasûlullah Efendimizʼe benzeme mevsimiydi. -İnşâallah- Ramazân-ı Şerîfʼten sonra da Rasûlullah Efendimizʼe benzeme mevsimini hayat boyu yaşayacağız -inşâallah-.

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

-İnşâallah- Cenâb-ı Hak o zor günde bizi Rasûlullah Efendimizʼle beraber eyler -inşâallah-.

Efendim;

Cenâb-ı Hak:

وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظِيمٍ buyuruyor Efendimizʼe:

“Elbette Sen muhteşem bir (ihtişamlı bir) ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak bize üsve-i hasene, Oʼnun ahlâkını bize tavsiye ediyor.

Oʼnun ahlâkında ne vardı? Bütün güzellikler Oʼnun ahlâkındaydı. En başta hamd ve şükür vardı. Her rekâtta okuduğumuz Fâtihaʼda:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

(“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.” [el-Fâtiha, 2]) diyoruz. Demek ki devamlı Cenâb-ı Hakkʼa bir hamd, bir teşekkür hâlinde yaşayabilmek, Cenâb-ı Hakkʼı senâ edebilmek.

Başta hamd, sonda hamd. Bir şeye başlarken, sonunda yine hamd etmek. Besmeleyle başlamak, hamdeleyle bitirmek. Salevât-ı şerîfe sık sık getirme, Allah Rasûlüʼnü hatırlayabilme.

Rasûlullah Efendimizʼin isimlerine baktığımız zaman; Efendimizʼin mübârek isimleri hep hamd kökünden gelen isimlerdir. Muhammed, hamd kökünden geliyor. Mahmud, Hâmid, çok övülmüş, hamd kökünden geliyor. Ahmed, Hâmid, çok çok hamd eden kökünden geliyor.

Velhâsıl Peygamber Efendimiz her fırsatta Cenâb-ı Hakkʼa hamd hâlinde yaşardı. Her hâlde; varlıkta-yoklukta, musibette-zaferde, her an bir hamd hâlinde yaşardı.

Bir imtihan dünyası içindeyiz. “Abd-i şekûr; şükreden bir kul” olabilmek.

Âişe Vâlidemiz anlatıyor:

Bir gün Rasûlullah bana geldi.

“‒Yâ Âişe! (Efendimizʼin nezâketi, inceliği, zarâfeti:) İzin verirsen geceyi Rabbime ibadetle geçireyim.” dedi. İzin verirsen, dedi.

Âişe Vâlidemiz de buyurdu ki:

“‒Vallâhi Senʼinle beraber olmayı çok isterim. Fakat, ancak, Senʼi sevindiren şeyi ben daha çok severim. Yâ Rasûlâllah! Nasıl arzu ediyorsanız geceyi öyle geçirin.”

Sonra diyor, Âişe Vâlidemiz; kalktı diyor, güzelce abdest aldı, namaza durdu, ağlıyordu devamlı. Öyle ağladı ki secde yeri ıslandı. Hattâ Bilâl de geldi o sırada -radıyallâhu anh-. O da şaşırdı:

“‒Yâ Rasûlâllah! Sana ne hâl oldu ki bu hâle şey yaptın?”

Okunan, o 190. âyetin aşağısı olan âyetlerin inzâl olduğunu bildirdi. “Bu âyetler beni bu hâle getirdi.” buyurdu. Tefekkür âyetleri. İlâhî azamet, ilâhî kudret, ilâhî azamet tecellîleri, ilâhî nakışları tefekkür âyeti indi.

Hattâ o zaman Âişe Vâlidemiz dedi ki:

“‒Yâ Rasûlâllah! (Dedi.) Allah sizin geçmiş-gelecek her şeyinizi bağışladı. Niçin bu kadar ağlıyorsunuz?”

Bunun üzerine Efendimiz buyuruyor ki:

“‒Allâhʼa şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyene yazıklar olsun!” dedi. (Bkz. Buhârî, Teheccüd, 16)

Okunan âyetler…

Orada, o âyetlerde Cenâb-ı Hak bize buyuruyor ki, bir tefekküre…

Müslüman duygulu bir insan olacak. Rikkat sahibi olacak. Gözün gördüğü her şeyde kalp bir tefekkür edecek.

Âyetler:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gidiş gelişinde, akıl sahipleri için gerçekten, açık ibretler vardır.” (Âl-i İmrân, 190)

Her an, bir ibretin içindeyiz. Hiç takdim-tehir var mı? Hiç ârıza var mı? Güneşʼin ârızası, Ayʼın ârızası var mı?

Velhâsıl demek ki şu dershâneyi Cenâb-ı Hak hikmet ve sırlarla doldurdu.

Diğer bir âyette yine benzeri, Enʼâm Sûresi:

“O sabahı aydınlatandır, O, geceyi dinlenme zamanı, Güneş ve Ayʼı (vakitlerin tayini için) birer hesap ölçüsü kılmıştır…” (el-En‘âm, 96)

Birer takvim, iki tane takvim dönüyor. Hiç saniye şaşmadan.

“…Bu, azîz olan (ve her şeyi) pek iyi bilen Allâhʼın takdiridir.” (el-En‘âm, 96)

Yine Cenâb-ı Hak:

“O, kara ve denizin karanlıklarında kendileriyle yol bulasınız diye sizin için yıldızları yaratandır…” (el-En‘âm, 97)

Hep gemiler, eskiden yıldızlarla giderdi.

“…Gerçekten Biz, bilen bir toplum için âyetleri geniş geniş açıkladık.” (el-En‘âm, 97)

Yine, Cenâb-ı Hak Yûnus Sûresiʼnde:

“Güneşʼi ışıklı, Ayʼı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ona (Ayʼa) birtakım menziller takdir eden Oʼdur. Allah bunları ancak bir gerçek (ve hikmet)e binâen yaratmıştır. O, bilen bir kavme âyetlerini açıklamaktadır.” (Yûnus, 5)

Yine:

“Gece ve gündüzün değişmesinde (günlerin uzayıp kısalmasında), Allâhʼın göklerde ve yerde yarattığı her şeyde (Oʼnu inkâr etmekten) sakınan bir kavim için elbette nice deliller vardır.” (Yûnus, 6)

Demek ki Cenâb-ı Hak, bir kulunun dâimâ bu manzaralarla, gönül âlemini doyuracak dâimâ bir “abd-i şekûr” şükreden bir kul hâline gelecek.

Hep Cenâb-ı Hak manzaralar bize veriyor. Bize peygamberiyle yardım ediyor. Akıl, izʼan ve idrâkimizle yardım ediyor. Akıl ve idrâkimize (ilâveten) ne kadar peygamberiyle yardım ediyor. Gönderdiği suhuflarla ve kitaplarla yardım ediyor.

Şu kâinat, ilâhî bir dershâne. Mikrodan makroya her şey bir azamet-i ilâhî tecellîsi. Cenâb-ı Hak devamlı bize hep yardım hâlinde.

O yardımlar neticesinde:

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) buyuruyor. Rafine olmuş bir kalple, tertemiz bir kalple. Nasıl bir doğuşta tertemiz geliyor dünyaya insan, o şekilde bir Cenâb-ı Hak, kendisiyle dost olarak ölmemizi arzu ediyor.

Ondan sonra gelen âyette, nasıl bir hayat tarzı olacak, nasıl bir gönül âlemi olacak?

Cenâb-ı Hakkʼa yaklaştıran bir gönül âlemimiz olacak. Yaratan Allah, nîmetleri veren Allah, kendisiyle beraber olmamızı arzu ediyor:

“Onlar, ayakta dururlarken, otururken, yanları üzerinde yatarken, her vakit Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Zikir ne yapıyor? Tefekkürü getiriyor. Sonra, tefekkür gelişiyor:

“…Göklerin ve yerin yaratılışını (derinden derine) tefekkür ederler. «Yâ Rabbi! Sen bu gökleri, yeri (bu ilâhî ekolojik dengeyi, bu ilâhî azamet tecellîlerini) boşuna yaratmadın (derler). Sen, sübhansın (derler. Sonsuz ilâhî güç, kudret sahibisin). Bizi Cehennem azâbından koru.» derler.” (Âl-i İmrân, 191)

Rabbimiz bizde böyle bir gönül âlemi arzu ediyor.

Ondan sonra gelen âyette ise, Cenâb-ı Hak bizden bir ilticâ, bir sığınma istiyor:

“Ey Rabbimiz! Doğrusu Sen kimi Cehennemʼe koyarsan, artık onu rüsvay etmişsindir. (O berbat olmuştur.) Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur.” (Âl-i İmrân, 192)

Allah korusun, zâlimlikten muhâfaza buyursun. Kul hakkından, hayvan hakkından, zulmetmekten bilerek-bilmeyerek, Cenâb-ı Hak cümlemizi muhâfaza eylesin.

“Kitabını oku! Bugün (hesap sorucu olarak sana) nefsin kâfidir.” (el-İsrâ, 14)

O gün bütün ameller ortaya çıkacak. Unuttuğumuz şeyler de ortaya çıkacak. Helâlleşmeyi unuttuğumuz şeyler de ortaya çıkacak.

Ondan sonra kulun bir ilticâsı:

“Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz «Rabbinize inanın!» diye îmâna çağıran bir dâvetçiyi, (yani bir peygamberi ve Kurʼânʼı) işittik, hemen îmân ettik…” (Âl-i İmrân, 193)

Ve bütün şeriate dikkat ettik. Allâhʼın, ibadet, muâmelât, ahlâk vs. ukubat, hepsine îmân ettik. İşittik ve îmân ettik, tatbikâta geçtik.

“…Artık bizim günahlarımızı bağışla….” (Âl-i İmrân, 193)

Zira ibadetlerimiz, duâlarımızın kabul olması da Cenâb-ı Hakkʼın rahmetine bağlı.

“…Kötülüklerimizi ört, rûhumuzu ebrarla (iyilerle Cennetʼte) beraber eyle.” (Âl-i İmrân, 193)

Demek ki Cenâb-ı Hak bizden böyle devamlı bir duâ, ilticâ istiyor.

Ondan sonra yine devam ediyor:

“Rabbim! Bize, peygamberlerinle vaad ettiğini ikram et (O Cennet nîmetlerini). Kıyamet günü bizi rezil rüsvay etme…” (Âl-i İmrân, 194)

Birçok hatâlar işledik, unuttuk bile çoğunu. Hepsi ortaya çıkacak.

Biliyorsunuz en küçük bir cep telefonu bile bir anda bütün dünyaya bir yayın yapıyor. Bir de o ilâhî ekranları düşünelim. İlâhî kameraları düşünelim.

“…Şüphesiz Sen vaadinden caymazsın.” (Âl-i İmrân, 194)

Ondan sonra Cenâb-ı Hak müslümanların geçirdiği o Mekke devrindeki zulümlerden bahsediyor. Fakat bunların hepsinin Cenâb-ı Hak, ben, onlar sebebiyle günahlarını örteceğim, buyuruyor. Allah katında mükâfat olarak diyor, altından ırmaklar akan Cennetler Cenâb-ı Hak vaad ediyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 195)

Demek ki bazı olan nâhoş hâdiseler vs. bunlara da katlanabilme. Bunları îkaz olarak kabul edebilme ve bunlar karşısında da istikâmetimizi artırabilme, sabredebilme, Cenâb-ı Hakkʼa sığınma.

فَفِرُّوا اِلَى اللّٰهِ

“Cenâb-ı Hakkʼa koşun…” (Bkz. ez-Zâriyât, 50) buyruluyor.