Ramazan-ı Şerif’i Kur’ân-ı Kerîm ile İhyâ Etmeliyiz

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

RAMAZÂN-I ŞERÎF’İ KUR’ÂN-I KERÎM İLE İHYÂ ETMELİYİZ

Bu ay, Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olduğu bir ay. Dolayısıyla Ramazân-ı Şerîf Kur’ân ile hemhâl olma ayıdır. Zira Ramazan, Kur’ân ile büyük bir izzet ve şeref kazandı.

Kur’ân-ı Kerîm… Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Kur’ân-ı Kerîm’i Cebrâil indirdi. Cebrâil, meleklerin en faziletlisi oldu.

Kur’ân-ı Kerîm gönüller sultânı, “Rahmeten li’l-Âlemîn” olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e indi. Rasûlullah Efendimiz, “Seyyidü’l-enbiyâ” oldu, bütün peygamberlerin efendisi oldu.

Kur’ân-ı Kerîm bizlere, ümmet-i Muhammed’e indi, bu ümmet, ümmet-i Muhammed; ümmetlerin en hayırlısı oldu, ümmet-i merhûme oldu, rahmet ümmeti oldu -tabi takvâsı neticesinde-.

Kur’ân-ı Kerîm rahmet ayı içinde indi. Bu ay, ayların en hayırlısı oldu, af ve mağfiret iklimi oldu.

Kur’ân-ı Kerîm Kadir gecesi indi. O gece bütün gecelerin en hayırlısı oldu. Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz rahmeti, sonsuz bir lûtfu Kur’ân-ı Kerîm. Kadir gecesinde indi, Kadir gecesi bin aydan ecir bakımından daha öteye geçti. Bir geceye Cenâb-ı Hak bin ayın, yani seksen küsur senenin faziletini ihsan etti, ikram etti.

Efendimiz buyuruyor:

“Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21) Yani Kur’ân-ı Kerîm’i yaşayan ve yaşatandır.

Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm bir kulun kalbinde tecellî ettiği zaman, o, onu fazilette zirve bir şahsiyet, ebedî bir Cennet yolcusu hâline getirir. Kur’ân-ı Kerîm, Dâru’s-Selâm’a davettir, davet mektubudur. Bütün insanlığa gönderilmiş ilâhî hidâyet mektubudur, hidâyete davet ediyor. Mü’minlerin ders kitabıdır. “هُدًى لِلْمُتَّقِينَ; takvâ sahiplerine rehber”dir. (Bkz. el-Bakara, 2)

عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

(“Ona beyânı öğretti.” [er-Rahmân, 4])

Bir beyan mucizesidir ve sır ve hikmet hazinesidir.

Ürperti veren ölüm gerçeğini güzelleştiren bir fermân-ı ilâhîdir.

Rüşdünü ikmâl etmiş insanlığa son mesaj, son çağrıdır.

Rûha gıda veren feyz hazinesidir.

Cenâb-ı Hakk’ın insanoğluna ilk emri;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1)

Yani kalp, hassâsiyet kazanacak Cenâb-ı Hakk’a karşı. Okuyacak. Neyi okuyacak? Yani bütün ilimlerin, her hâdisâtın, her vukuâtın hikmetini oku. Tefekkürünü derinleştir. Zira ilâhî dershanenin en büyük dersi de bu; okumak. Bu okumak nedir? İlâhî azameti okumak. İlâhî kudret akışlarını okumak…

Kur’ân-ı Kerîm’deki ve bu kâinat kitabındaki ilâhî kudret, ilâhî azamet akışlarını okuyabilmek. Böylece Cenâb-ı Hakk’a vuslatı artırabilmek. Gaye; Hak ile dostluktan bir hisse alabilmek. Cenâb-ı Hak dostluk istiyor. Dostunu da Cennet’e davet ediyor.

Nasıl bir okumak yine?

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])

Sebeplerden müsebbibe okumak. Sebeplerden müsebbibe okumak… Sebepleri yaratanı okumak. Meselâ yağmuru gördüğün gibi, onu yağdıranın gücünü idrâk edebilmek, ihsânını idrâk edebilmek. Sanatı gördüğün gibi sanatkârın azametinde derinleşmek. Bir atoma bak, bir galaksiye bak; bir mikrodan makroya kadar ilâhî azamet tecellîleri. İşte;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])

Eseri gördüğün zaman, şu ilâhî sanatı; müessiri unutmamak. Zira bu cihan, mikrodan makroya kadar, ilâhî azamet ve hikmet tecellisi. İşte kalp bunları, ilk ders bu.

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])

Tabi bu, bunu okuyabilmek için de, bunun da malzemesi, kalbini inkişâf ettirme. Kalbin muhabbetle dolması. Gönlün ilâhî vitrinleri seyretmesi.

Ondan sonra bir okuma daha geliyor arkadan:

اِقْرَاْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُ

“Oku! Rabbin nihâyetsiz kerem sahibidir.” (el-Alak, 3)

İkramları okuyacaksın. Cenâb-ı Hak diğer bir âyette:

“İster şükredici ol, istersen de nankör ol!” (Bkz. el-İnsân, 3) buyuruyor, bu Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî ikramları karşısında.

Yine Cenâb-ı Hak Câsiye Sûresi’nin 13. âyetinde:

“Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık (buyuruyor), düşünen bir toplum için.” buyuruyor.

“O sizi istediğiniz her şeyden verdi. Allâh’ın nîmetini sayacak olursanız, sayamazsınız.” (İbrahim, 34) buyuruyor. Ham maddî nîmetler, hem mânevî nîmetler…

Bu iki tane dehşetli okuma var. Kendini okuyacaksın, ilâhî azameti okuyacaksın, Cenâb-ı Hakk’ın ikramını okuyacaksın.

Üçüncü bir okuma gelecek arkadan, kıyâmet günü Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çıktığın zaman da yine bir “oku” hitâbına mazhar olunacak. O zaman;

اِقْرَاْ كِتَابَكَ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا

“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14)

Bütün bir hayatımızı orada bir ekranda bize seyrettirecekler. Ne göreceğiz o ekranda? Kulakları göreceğiz, gözleri göreceğiz, derileri göreceğiz. İşledikleri şeye karşı onların aleyhinde şahitlik edecek. Yani burada bir dilimiz var ağzımızın içinde; orada kulak da bir dil olacak, göz de bir dil olacak.

Neler gördü bu göz? Allah sana bu gözü niye verdi, sen neler seyrettin?

Allah sana bu kulağı niye verdi? Ne kadar hakka teşne oldu, ne kadar nefsânî hayata teşne oldu?

Allah sana gücü-kuvveti verdi; nerede harcadın bunu?

Velhâsıl kıyâmet günü ilâhî ekranlar inecek:

اِقْرَاْ كِتَابَكَ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا

(“Kitabını oku! Bugün hesap sorucu olarak sana kendi nefsin yeter.” [el-İsrâ, 14])

Şu dünyadaki olan bütün hayatımızın birçoğunu unuttuk, fakat orada hepsi bize hatırlatılacak.

Yine âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“Kitap ortaya konulmuştur (Kehf Sûresi’nde) suçluların onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. (Mücrimlerin korkmuş olduklarını görürsün, bu korku hâlinde;) «Vah hâlimize! (Derler.) Bu nasıl kitapmış! Küçük-büyük hiçbir şey bırakmaksızın yaptıklarımızın hepsini sayıp dökmüş…” (el-Kehf, 49)

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır (buyuruyor). Sizin Rabbiniz hiç kimseye zulmetmez.” (el-Kehf, 49)

İnsan orada kendi yaptığını görecek. “Küçük-büyük her şey satır satır yazılmıştır.” buyruluyor.

Cenâb-ı Hak’tan hep îkazlar var. Kul kendisini terbiye edecek, tezkiye edecek, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşacak.

Yine buyuruyor Cenâb-ı Hak:

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ

(“Biz, Kur’ânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminler için şifâ ve rahmettir…” (el-İsrâ, 82]) Biz Kur’ân’ı şifâ ve rahmet olarak indirdik, buyuruyor.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Onlar Kur’ân’ı inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinde kilit mi var onların?” (Muhammed, 24) buyuruyor.

Hikmet dolu kitabı, kalp mânî, okuyamıyor. “Kilit mi var?” buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Yine:

“Andolsun Biz öğüt alsınlar diye bu Kur’ân’da her türlü misâli verdik.” (ez-Zümer, 27)

Cevapsız bir şey yok Kur’ân-ı Kerîm’de. Yaş ve kuru, hepsi onun içinde. Bize canlı bir Kur’ân-ı Kerîm olarak da Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i lûtfetti. Canlı bir Kur’ân… 23 sene canlı bir Kur’ân olarak yaşadı ve canlı bir Kur’ân tahsilini öğretti.

(Rasûlüm!) Onu Rûhu’l-Emîn (Cebrâil) uyarıcılardan olasın diye (Sana) apaçık Arap diliyle Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 193-195)

Yani bütün sünnet-i seniyye, Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lûtfu, ihsân-ı ilâhî, ikrâm-ı ilâhî…

Bu sebeple Efendimiz’in hayatı, Kur’ân’ın tatbiki ve tefsiri mâhiyetinde. Fakat, lâkin, O’nun, Efendimiz’in gönül dokusundan hisse almadan, O’nun hayatını örnek almadan, Kur’ân gerçek mânâda anlaşılmaz, kul Cenâb-ı Hakk’a yakınlıkta mesafe de katedemez. İllâ illâ, O’na olan muhabbeti artacak. Onun için de tezkiye şart.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Kur’ân ile yakınlığı ne kadardı?

Efendimiz, her gün düzenli bir şekilde Kur’ân okurdu; birincisi…

İkincisi; Kur’ân-ı Kerîm’i okurken Allâh’ı tesbîh etmekten bahseden âyetlere gelince orada durur; “sübhânallah” derdi Efendimiz. Allâh’ı noksan sıfatlardan tenzih ederdi.

Yine Kur’ân okurken duâ âyetleri gelince, Cenâb-ı Hakk’a münâcatta bulunur, ilticâ ederdi.

Yine Kur’ân okurken Cenâb-ı Hakk’a sığınmaktan bahseden âyetleri okuyunca hemen Cenâb-ı Hakk’a sığınırdı.

Bazen bir âyet-i kerîmeyi sabaha kadar tekrarlardı.

İnsanlara İslâm’ı anlatırken ve ashâbına sohbet ederken Kur’ân okurdu. Bir meseleyi îzah ederken o meseleyle, o mevzuyla alâkalı âyetleri okurdu.

Gece ibadetinde uzun uzun Kur’ân-ı Kerîm tilâvet ederdi. Hattâ Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

“Yaşlandığı zaman Efendimiz, o kadar uzun okurdu ki, oturarak okurdu diyor, fakat rükûya gideceği vakit ayağa kalkardı, ondan sonra rükûya giderdi.” buyuruyor.

Yolda sefer ederken Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Sürâka, Efendimiz’e nâhoş bir hâdise için yanına yaklaşıyor:

“Ben diyor, Kur’ân-ı Kerîm tilâvet ediyordu Allah Rasûlü diyor devamlı, o hicret yolunda.”

Efendimiz’in dostu Cebrâil ile Ramazan’dan her gece Kur’ân-ı Kerîm mukâbele ederlerdi. Vefatından önceki Ramazan’da ise bu mukâbeleyi iki sefer tekrarladılar.

Efendimiz buyuruyor -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize miras, bize vasiyet:

“Ey mü’minler! Size iki emânet bırakıyorum, onlara sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. (Sıkı sarıldıkça.) O iki emânet, Allâh’ın Kitâbı Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’imdir.” buyuruyor. (Muvatta’, Kader, 3)

Kur’ân ile fert ihyâ olur, âbâd olur. Âile ihyâ olur. Toplum ihyâ olur, millet ihyâ olur. Bunun en canlı misali, tarihimiz…

Osmanlı Devleti, dünyada en uzun ömürlü devlettir. İkinci bir, o kadar uzun, 620 sene giden, ikinci bir devlet yok dünyada. Yalnız Osmanlı’da var. Bunun sebebi de, baktığımız zaman, Osman Gazi’nin Kur’ân-ı Kerîm bulunan odada ayaklarını uzatıp yatmaması, tâzim… Kur’ân’a saygı ve hürmet göstermesi.

Yavuz Sultan Selim’in Mısır dönüşünde mukaddes emânetleri alıp bir tâzimle İstanbul’a getirmesi, kırk hafız oraya müteselsilen, lâ-yenkatî, kırk hafızın devamlı hatim indirmesi, mukaddes emanetlerin içinde.

Yani burada görüyoruz ki, yani Kur’ân-ı Kerîm’e muhabbet, Rasûlullah’a muhabbet, ferdi de toplumu da milleti de ihyâ ediyor, âbâd ediyor.

İşte ashâb-ı kirâm, câhiliye insanıydı. Kur’ân ile ihyâ oldu. Gönülleri Allah ve Rasûlü’nün muhabbetiyle doldu. Ve mazileri câhiliye insanıyken, yani -tâbir câizse- yarı vahşi insanlar iken bir asr-ı saâdet medeniyeti inşâ ettiler, Allah Rasûlü’nün taht-ı tedrîsinde.

İlim, ilim, diyoruz. O cahil insanlar, gerçek bilenlerden oldu. Gönüllerinde dünya sevgisi azaldı, kayboldu. Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenmek, dünyada olduğu gibi âhirette de Efendimiz’le beraber bulunmak, en büyük gayeleri oldu. Öyle bir lezzet hâlinde yaşadılar ki;

“Yâ Rasûlâllah! Emret diyorlardı, emret, canım-malım, her şeyim Sana feda olsun!” diyorlardı.

“Sen’den başka neyimiz var yâ Rasûlâllah?” diyorlardı.

Efendimiz’le o beraberlikte, o kalbî merhalede tefekkür gelişti:

İnsan vücudunun bir damla sudan, kuşun basit bir yumurtadan, ağacın meyvelerinin yok kadar denilecek küçücük bir çekirdekten meydana gelişleri ve emsalleri üzerinde derin derin bir tefekkür başladı.

Hayat, Allah rızâsına endekslendi. Merhamet, şefkat ve hakkı tevzî etmekteki derinlik de zirveleşti.

Riyâzat hâli yaşandı. Aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş, sahâbî neslinin tanımadığı bir hayat tarzı oldu. Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı telâkkîsi gelişti. Bir asr-ı saâdet medeniyeti meydana geldi.

Efendimiz’e bîat hâlinde yaşadılar. Yani kendilerini hakka râm ettiler, kendilerine akîde ettiler. Meselâ Akabe’de Efendimiz’i canlarından daha çok korumaya, emanetine sahip çıkmaya İslâm’a, İslâm’ı yaşamaya bîat ettiler. Yani canlarıyla, mallarıyla Cennet’i satın almanın gayretine girdiler, âyet indi… (Bkz. et-Tevbe, 111)

Bedir’de:

“‒Yâ Rasûlâllah Sen mahzun olma dediler. Biz hep Sen’in yanındayız. Sen denize girsen, biz arkadan kendimizi denize atarız.” dediler.

Uhud’da Hamza şehid oldu -radıyallâhu anh-. Mus’ab şehid oldu. Efendimiz müteessir oldu. Uhud’da Efendimiz’i mahzun gördüklerinde:

“‒Yâ Rasûlâllah! Şehid olmaya bîat ediyoruz.” dediler.

Hudeybiye’de Efendimiz yine bir mahzun oldu. O zaman da:

“Yâ Rasûlâllah! Gönlünde ne varsa Sana bîat ediyoruz.” dediler.

Cenâb-ı Hak bizlere de, Rasûlullah Efendimiz’le, O’nunla hemhâl olmayı…

İmam Ahmed ibn-i Hanbel;

“Ben otuz üç yerde diyor, Allâh’a itaat, Allah Rasûlü’ne itaatin peşpeşe geldiğini görüyorum.” diyor. Yani iki itaat birleşiyor.

Yine Nisâ Sûresi’nde:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

(“Kim Rasûlüʼne itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur.” [en-Nisâ, 80]) Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaat, geliyor.

Bizim de durumumuz, Cenâb-ı Hak bize de “onları örnek alanlar” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 100) Yani onları örnek almamız arzu ediliyor Cenâb-ı Hak tarafından. Yani onlar Efendimiz’in hissiyâtını kalplerinde nasıl duymuşsa bizim de aynı duygular, hisler içinde yaşamaya alışmamız arzu ediliyor.