Ramazan-ı Şerif Sohbeti (1)

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

RAMAZÂN-I ŞERÎF SOHBETİ – 1

Muhterem Kardeşlerimiz!

Cenâb-ı Hak Ramazân-ı Şerîfʼi mübârek eylesin. -İnşâallah- tertemiz olarak bayram sabahına varabilmeyi Cenâb-ı Hak ihsan, ikram eylesin. -İnşâallah- ömrümüz bir Ramazân-ı Şerîf hâline gelir. Çünkü affın, merhametin tuğyân ettiği bir ay. -İnşâallah- son nefesimiz de bir bayram sabahı olur Cenâb-ı Hakkʼın lûtfuyla keremiyle.

İki aydan beri duâ ediyorduk:

اَللّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فيِ رَجَبٍ وَ شَعْبَانَ…

(“Allâhʼım! Receb ve Şâban aylarını bize mübârek eyle!..” [Taberânî, Evsat, IV, 189; Beyhakî, Şuab, V, 348. Krş. Ahmed, I, 259])

Cenâb-ı Hakkʼın, Receb ve Şâbanʼı bir mübârek kılması, bereket ihsân eylemesi; rûhumuzun Ramazân-ı Şerîfʼe hazırlıklı olması ve Ramazanʼa mülâkî olmamız (için).

Cenâb-ı Hak ömür verdi, lûtfetti, Ramazân-ı Şerîfʼe mülâkî olduk. İçimizden bâzı kardeşlerimiz Receb, Şâban ayında vefât etti, Ramazanʼa mülâkî olamadı. Fakat biz mülâkî olduk. Bu, Rabbimizʼin bize çok büyük bir nîmeti.

Cenâb-ı Hak; “Niçin dünyaya geldik?” onun gerekçesini Cenâb-ı Hak:

“Biz cinleri ve insanları « لِيَعْبُدُونِ» Cenâb-ı Hakkʼa kul olabilmeleri için…” (Bkz. ez-Zâriyât, 56)

Yani bir imtihan olarak dünyaya geldik. Bir imtihan dershânesi içindeyiz.

اِلَّا لِيَعْبُدُونِ (“…Ancak Bana [Allâhʼa] kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56]) Ancak kulluk için geldik, Allâhʼa kul olmak için.

لِيَعْرِفُونِ (Beni [Allâhʼı] bilsinler diye…) İbn-i Abbâsʼın tefsirinde… Cenâb-ı Hakkʼı kalp tanıyacak. Cenâb-ı Hakkʼa merhaleler katedecek. Cenâb-ı Hakʼla dost olacak. İlâhî tecellîlerin mazharı olacak kalp. İlâhî azamet, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışlar kalpte tezâhür edecek. Dostluk meydana gelecek.

Yani Rabbi kalpte tanıyabilmek sûretiyle mârifetullâhʼa erebilme. Yaratılışın gâyesi kulluk. Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşabilmek. Cenâb-ı Hakkʼa dost olabilmek. Her an ve her yerde Oʼnunla beraber olabilmek. Cenâb-ı Hak onu istiyor:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ buyuruyor.

“Nerede olursanız O sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4)

Cenâb-ı Hak kulunun da kendisiyle beraber olmasını arzu ediyor. Ve kula o istîdâdı veriyor Cenâb-ı Hak:

وَنَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي

(“…Rûhumdan üfürdüğüm zaman…” [el-Hicr, 29; Sâd, 72]) buyuruyor. Cenâb-ı Hakkʼın verdiği bu istîdatla kul, nasıl Cenâb-ı Hak kuluyla beraber, kulun da Cenâb-ı Hakʼla beraber olması…

Tabi bunun da tek şeyi, nefsânî arzuları bertaraf edebilmek.

Yine Cenâb-ı Hak:

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي اٰدَمَ

(“Benî Âdemʼi mükerrem (üstün) kıldık…” [el-İsrâ, 70]) buyuruyor. İnsanı mükerrem bir varlık olarak yarattığını bildiriyor. Yani mükerrem olacak vasıflar bildiriyor. Ve bu mükerremlik vasfını kul tekâmül ettirecek, nefsânî arzuların şerrinden koruyacak. Bu şekilde bir mükerrem olacak. Mükerremlerin mükerremi Cennetʼe lâyık hâle gelebilecek.

Dünya baştan başa bir imtihan dershânesi. Hayat, fânîden Bâkîʼye, dünyada ukbâya, sonsuzluğa doğru bir yolculuk. Âhiret için varız. Bu dünyaya mâlik olmaya değil, Allâhʼın dîninin temsilcisi olmak için geldik.

“Sizler yeryüzünde Allâhʼın temsilcisisiniz, Allâhʼın şâhidisiniz, Peygamber de size şâhit olsun.” Cenâb-ı Hak buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 143)

Efendimizʼin hep îkâzı -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin, varlıkta îkâzı, yoklukta îkâzı; “esas hayatın âhiret hayatı” olması. (Bkz. Buhârî, Rikāk, 1) Kulun da esas hayatın âhiret hayatı olduğunu unutmaması.

Velhâsıl hayat dediğimiz, kundak ile kefen arasında med-cezirlerle dolu bir yolculuk. Sonsuzluğa bir yolculuk. Ömür ise beşik ile teneşir arasında bir zaman tüneli.

Cenâb-ı Hak:

وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ اَفَلَا يَعْقِلُونَ

(Kime uzun ömür verirsek Biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Hiç düşünmüyorlar mı? [Yâsîn, 68]) buyuruyor.

“Biz, ömür verdiğimize…” Herkese değil, kimi çok genç yaşta ölüyor, kimi doğarken ölüyor. Fakat Cenâb-ı Hak; “Biz ömür verdiğimize baştan güç kuvvet (verir), ondan sonra o güç kuvveti tersyüz ederiz.” buyuruyor. (Bkz. Yâsîn, 68)

نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ : “Alt üst ederiz.”

Saç-sakar ağarır, vücutta ârızalar çoğalır.

اَفَلَا يَعْقِلُونَ : “İnsan akıl erdirmez mi?” Yolculuk nereye?..

Kalbin sanatı, kalp tekâmül edecek. Bizlere ikram ve ihsan edilmiş olan bir avuç fânî sermâye, şu dünya sermâyesini, büyük, ebedî bir kâra dönüştürmek. Ebedî yolculuğa hazırlanmak.

Yine kalbin sanatı:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

“…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâhʼı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) buyruluyor.

Cenâb-ı Hak kulunun kendisiyle dost olmasını arzu ediyor. Çünkü bu istîdatları verdi. Bu istîdatları inkişâf ettirecek. Ve bu dostluğu tesis etmek için Cenâb-ı Hak kullarına mektup gönderiyor. Hâlık, mahlûkuna mektup gönderiyor. Bu mektup Cennet dâvetiyesi. Bu mektubun adı “Kurʼân-ı Kerîm”.

Kurʼân-ı Kerîm, idrakleri dâimâ kalbe yönlendirerek kalbin ehemmiyetine dikkat çekiyor:

258 yerde muhtelif kalıplarla “takvâ” geçiyor. Yani müttakî olan bir kalp, Cenâb-ı Hakʼla beraberliği yaşayan bir kalp…

Efendimiz de kalbin ehemmiyetine binâen:

“Bilin ki vücutta bir et parçası vardır ki o doğru düzgün ise vücut doğru düzgün olur. Eğer o bozulur ise bütün vücut bozulur…”

Tabi bu bildiğimiz, şey olan kalp değil, mânevî kalp bu.

“…Bilin ki o, kalptir.” buyuruyor. (Buhârî, Îmân, 39)

Yine Kurʼân-ı Kerîm kulları takvâya yönlendiriyor. Çünkü uzun bir yolculuğumuz, bitmeyen bir yolculuğumuz var. Dünyaya geldik, bir merhale. Kabir, ikinci merhale. Kıyâmet, üçüncü merhale. Ondan sonraki yolculuk, dördüncü merhale.

Onun için, Cenâb-ı Hakkʼın (katında) benim durumum nasıl Cenâb-ı Hakkʼın indinde? Ben nasıl bir kulum? Cenâb-ı Hak:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ buyuruyor.

“Sizin en keremliniz (en üstününüz, Cenâb-ı Hakʼtan) ittikā edendir (takvâ sahibi olandır).” (el-Hucurât, 13) buyuruyor.

Kurʼân-ı Kerîm, Cenâb-ı Hakkʼın gönderdiği mektup, kullara, müʼminlere. Cenâb-ı Hak da:

هُدًى لِلْمُتَّقِينَ

(“…Takvâ sahipleri için bir hidâyettir.” [el-Bakara, 2]) buyuruyor.

“O Kitap (Kurʼân)ʼda aslâ bir şüphe yoktur…” (el-Bakara, 2)

Aslâ bir şüphe yoktur. Şüphe olmamasının sebeplerini Cenâb-ı Hak bildiriyor. İns ve cinni dâvet ediyor bir benzerini meydana getirsinler diye. On âyet, bir âyet veyahut da benzeri.

Fakat Kurʼân-ı Kerîm de:

هُدًى لِلْمُتَّقِينَ : Takvâ sahiplerine bir yol gösterici. Takvâ sahiplerine rehber.

Demek ki Cenâb-ı Hak bizim kendisiyle beraberliğimizi arzu ediyor. Beraber olabilmemiz için, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼle beraber olmamızı, Kurʼânʼın müfessiri, fiilî müfessiri Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz.

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Kim Rasûlʼe itaat ederse, o Allahʼa itaat etmiş olur.” (en-Nisâ, 80)

Demek ki burada Cenâb-ı Hak, bizim Rasûlullah Efendimizʼin her hâline dikkat etmemizi arzu ediyor. Sırf ibadet değil. Muâmelât, ahlâk, vs. beşerî münasebetler. Ve kulluk, iki itaatte kemâle eriyor. Allah Rasûlüʼne itaat, Allâhʼa itaat. Veya Allâhʼa itaat, Allah Rasûlüʼne itaat.

Kurʼân-ı Kerîm de Allah Rasûlü de ancak takvâ ile okunabilir. Kalbimizin derinliği kadar yaklaşabiliriz. Kalbimizin derinliği kadar anlayabiliriz.

Bir misal olarak şunu birkaç sohbette vermiştim:

Sâhilde olan bir kimse denizin sathını görür. Görebildiği kadar, ufka kadar görebilir. Kayıkla gezerse üzerinde birkaç metre derinliği de görebilir. Fakat dalgıç, gücüne göre on metre iner, yirmi metre iner, elli metre iner, yetmiş-seksen metre iner, her inişte ayrı ayrı manzaralar görür. Değişik manzaralar görür.

Kurʼân-ı Kerîm de kalbe açılır. Kalbin derinliğine göre Kurʼân kendisini okuyana açar. Herkes aynı rahle başında oturur. Fakat tecellî her kalpte ayrı ayrı olur.

Cenâb-ı Hakʼla dostluk, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼle beraberliğe bağlı.

Üçüncü olarak; Cenâb-ı Hak müʼmini müʼmine kardeş kılıyor. Demek ki bu müʼminle müʼmin, bu iki kalp arasında cereyan hattına dikkat etmemiz lâzım. Eğer Cenâb-ı Hak:

“…O hâlde siz gerçek müʼminler iseniz, Allahʼtan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüʼne itaat edin.” (el-Enfâl, 1) buyuruyor.

Demek ki bir müʼminin bir müʼmin kardeşiyle arasında bir burûdet olmayacak. Varsa onu affedecek. Affetmek sûretiyle de affedilmeye lâyık hâle gelecek.

Merhamet olacak. Cenâb-ı Hak merhametli kulunu seviyor. Merhamet de sende olanı onda olmayana (vererek) senin telâfi etmen. Merhamet de bu. Sende olanı onunla paylaşabilmen. Merhamet de bu.

Dördüncüsü; yine Cenâb-ı Hakʼla beraber olabilmek için; “Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı” kazanabilmek. Bu da ayrı bir imtihan malzemesi.

İşte görüyoruz, Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri yedi sene de hasta hayvanları tedâvi ediyor.

Bütün mahlûkat insan için yaratıldı. Her mahlûkat Allâhʼın azamet-i ilâhiyyesinden, değişik sanatının değişik bir manzarası.

Kuldan istenen; bütün mahlûkâta merhamet ve şefkat. O hayvanlardan ibret alabilmek. Bir kısmı insanların istifadesine, bir kısmı insanların gönüllerine huzur vermesine; sesleriyle, şekilleriyle, biçimleriyle. Bir kısmı da bize ilâhî azâbı hatırlatmak; yılan, çıyan, akrepler…

Beşincisi; Allâhʼın verdiği emanet; mal-mülk vs…

İslâmʼda mülk, fertlerin değil. Mülk, şahsın da değil.

اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ: Mülk Allâhʼa âit. Mülkün sahibi Cenâb-ı Hak.

Bu sebeple israf ve pintilikten uzak bir ömür Cenâb-ı Hak istiyor. Cenâb-ı Hakkʼın verdiği her nîmet, Oʼnun uğrunda kullanılacak. O şekilde nefs, bir mutmainne olacak, mutmainne makâmına erecek. Akıl, zekâ, vücut gücü vs. varlık, hepsi Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşabilmek için kullanılacak. O şekilde kul, itmiʼnâna erecek, Cenâb-ı Hakʼla huzur bulacak.

Cenâb-ı Hak:

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) buyuruyor. Kalp, selîm bir kalp olacak. Rafine olmuş, tertemiz bir kalp olacak.

Nasıl bir çocuk doğduğu zaman mâsumluk vardır, o mâsumluk bülûğa kadar devam eder; vefâta da o şekilde girecek. Rafine olarak girecek, tertemiz girecek, tezkiye olarak girecek.

Kalb-i münîb isteniyor. O kalpte hayır ve şer de netleşecek…