Ramazân-ı Şerîf, Hakk’ın Dostluğuna Davetidir

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

RAMAZÂN-I ŞERÎF, HAKK’IN DOSTLUĞUNA DAVETİDİR

Muhterem Kardeşlerimiz!

Cenâb-ı Hak oruçlarımızı mübârek eylesin -inşâallah-. İbadetlerimiz bir nîmet… Bizim ibadetlerimize Cenâb-ı Hakk’ın ihtiyacı yok, bizim ihtiyacımız var. Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak için ihtiyacımız var. Huzurlu bir ömrümüz olması için ihtiyacımız var. Rûhânî hayatımızı inkişâf ettirmek için ihtiyacımız var.

Cenâb-ı Hak:

“Benî Âdem’i mükerrem kıldık…” (el-İsrâ, 70) buyuruyor. İnsan mükerrem olacak.

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) buyuruyor. Selîm bir kalbe mazhar olacak. Muhteşem olan Cennet’e lâyık hâle gelecek.

Burada, okunan âyet-i kerîmede:

“Ey îmân edenler!..”

Cenâb-ı Hak seksen küsur yerde “Ey îmân edenler!” olarak… Yani Cenâb-ı Hak mü’minleri muhâtap alıyor. Orucun ehemmiyetini bildiriyor:

“…Oruç sizden evvel geçmiş ümmetlere farz olduğu gibi size farz kılındı, umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183) buyruluyor.

Yani insan, nefsânî arzularını bertaraf edecek, gönlünü tezkiye edecek. Bu mânâda Ramazân-ı Şerîf, sanki kalb-i selîme bir hazırlık mevsimi. Bir temizlenme, arınma ve bir riyâzat mevsimi. Kulluğumuzdaki eksiklerin telâfisi, iç dünyamızdaki kalbî marazların tedavisi için ihsan edilen hususî bir şifa pınarı.

Bu ay, amel-i sâlihlerle, Rasûlullah Efendimiz’e benzemek sûretiyle davranışlarımızı güzelleştirip Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını tahsil edebilme mevsimi. Bir takvâ mektebi. Rûhânî mevsim. Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilme mevsimi.

Ham ve nâdan bir kalbe göre Ramazân-ı Şerîf’in diğer aylardan bir farkı yok, zaman birimi bakımından. Fakat Ramazân-ı Şerîf’in evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da Cehennem’den kurtuluş vesîlesi. İlâhî rahmet ve ilâhî merhametin coşup taştığı bir aydayız.

Oruç sayesinde nefsânî arzular zayıflayacak, rûhânî istîdatlar kuvvetlenecek. Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hak’la mükâlemeye gireceği zaman, otuz gün, artı on gün; kırk gün oruç tutturuldu. Bir rivâyette savm-ı visâl tutturuldu. Yani iftarsız oruç tutturuldu kırk gün. Bu şekilde kalpte rûhâniyet artacak, Cenâb-ı Hak’la mükâlemeye hazır hâle gelecek.

Yusuf -aleyhisselâm- hazine veziri iken aç olarak dağıtıyordu. Dediler:

“–Yusuf!” dediler, “Arkanda koca hazineler var, niye açsın?” dediler.

“–Açın hâlinden anlayayım bu sûretle.” dedi.

Yine Âişe Vâlidemiz:

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, O da zaman zaman savm-ı visâl tutardı.” Tabi ümmete yasakladı onu, ümmet kaldıramaz. Yani iftarsız oruç tutardı. (Bkz. Buhârî, Savm, 48)

Âişe Vâlidemiz:

“Ganimetler gelirdi, fakat Rasûlullah Efendimiz, üç gün üst üste bir sıcak yemek yemedi, bir arpa ekmeğiyle doymadı.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Eymân, 22; İbn-i Mâce, Et’ime, 48)

Demek ki bu açlığın zor tarafı var nefsânî hayata, fakat mânevî hayata da büyük rahmet tarafı var.

Yine Cenâb-ı Hak burada oruçta, diğer ibadetlerdeki gibi, kuluna bir kolaylık gösteriyor, engin merhameti… Yolculuk yapan kullarını oruçtan, eğer zorsa yolculuk, muaf tutuyor. Fakat tutarsanız, daha iyidir diyor. Yani sizden kim hasta yahut yolcu olursa tutamadığı günleri diğer günlerde kazâ etsin buyuruyor. Eğer tutmaya gücü yoksa, ağır bir hastalık içindeyse, bunu fakiri sevindirmek suretiyle telafi etmesini arzu ediyor.

Demek ki daima gönüller merhamete teşne olacak. Fidye, hattâ bu fidyenin fazlasını verirseniz daha iyi, buyruluyor. (Bkz. el-Bakara, 184)

Demek ki bu ay, diğer bir ufuktan baktığımız zaman, fakir, garip ve kimsesizleri sevindirme mevsimi. Bunun için çok gayret etmemiz îcâb ediyor.

Okunan, devam eden âyetlerde:

“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’ân’ın indirildiği aydır…” (el-Bakara, 185) buyruluyor.

Yani bu ay, Kur’ân-ı Kerîm ile hemhâl olma ayı. Kur’ân-ı Kerîm’i yaşatma, Kur’ân-ı Kerîm ile yaşama, Kur’ân müesseselerine hizmet etme. Böyle bir müzeyyen bir rûhânî bir ayın içindeyiz.

Dünyada en büyük kültür, Kur’ân-ı Kerîm kültürü. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm kültürünün menşei, Cenâb-ı Hak ve O’nun vâsıtası da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz. Bu kültür, ashâb-ı kiramda 23 senede tamamlandı. Ki o câhiliye insanı kemâle erdi. Cenâb-ı Hak, Efendimiz’e:

“Kullarım Ben’i sorduğunda (kullar, Rasûlullah Efendimiz’e Cenâb-ı Hakk’ı sorduğunda, söyle onlara buyuruyor) Ben çok yakınım…” (el-Bakara, 186)

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“Nereye gitseniz, O sizinle beraberdir.” (Bkz. el-Hadîd, 4)

Yani daima Cenâb-ı Hak bizimle beraber. Zaman ve mekândan münezzeh. Zaman ve mekân, mahlûkâta ait. Zaman birimi de bütün mahlûkatta değişik. Cenâb-ı Hak “muhâlefetün li’l-havâdis” (sıfatına sahip). Cenâb-ı Hak’ta zaman ve mekân diye bir hâdise yok.

Ne kadar insan var, sekiz buçuk milyar; ne kadar hayvan var, trilyon, trilyon, denizde balıklar vs. ne kadar nebâtat var, sayısı yok, matematik bitiyor… Cenâb-ı Hak hepsinin her an yanında.

“Kullarım Sana Ben’i sorduğunda (onlara söyle), Ben onlara çok yakınım…” (el-Bakara, 186) buyuruyor.

Demek ki biz, ne kadar yakınız?

“…Bana dua ettikleri vakit, dua edenin dileğine karşılık veririm…” (el-Bakara, 186) buyuruyor.

Demek ki sanat, kalbin sanatı, Cenâb-ı Hakk’a duâ edebilmenin seviyesine çıkabilmesi kalbin. Nasuh diyor, “tevbeten nasûhâ” istiyor.

“…O hâlde kullarım da Ben’im davetime uysunlar…” (el-Bakara, 186) Yani duâsını kabul ederim, fakat mukâbil şart da Ben’im Kitap ve Sünnet’im üzere yaşasınlar ve yaşatsınlar.

“…Bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.” (el-Bakara, 186)

Yine Cenâb-ı Hak diğer bir âyette, Enfâl Sûresi’nde:

“Ey îmân edenler! (Yine Cenâb-ı Hak kuluna hitap ediyor.) Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Rasûlü’ne icabet edin (uyun)…” (el-Enfâl, 24)

Demek ki hayat verecek, dünyada huzura kavuşturacak, kabirde huzura kavuşturacak, âhirette huzura kavuşturacak…

“Ey îmân edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Rasûl’üne icabet edin. Bilin ki Allah, kişiyle onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (el-Enfâl, 24)

Velhâsıl Ramazân-ı Şerîf, Hakk’ın dostluğuna davetidir. Dostluğu güçlendiren ise, fedakârlıktır. İnsan sevdiğine karşı sevgisi ölçüsünde fedakârlıkta bulunur ve bu fedakârlık, zevk hâline gelir. İşte ashâb-ı kirâm bu şekildeydi. Fedakârlık, ashâb-ı kirâmda bir lezzet hâlindeydi.

Efendimiz buyuruyor ki:

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

Demek ki bu Ramazân-ı Şerîf’te Hak ile dostluk iklimine girebilmek… Rasûlullah Efendimiz’le hemhâl olmak… Rasûlullah Efendimiz’le beraberliği kazanabilmek de o sonsuz yolculukta, kabir, âhiret vs. O’nunla beraberliği temin edebilmek. O’nun ahlâkıyla ahlâklanabilmek ve O’nun fedakârlığından hisseler alabilmenin gayretinde olabilmek.

Ashâb-ı kirâm, Rasûlullah Efendimiz’le dost oldu. O’nun Ramazan’daki eşsiz sehâvet, cömertlik, cömertçe infakı, huşû ve tevazu ile eda ettiği ibadet hayatını kendilerine sahâbe-i kirâm örnek aldılar.

Cenâb-ı Hak bizlere de, Tevbe Sûresi’nin 100. âyetinde; “onlara tâbî olan ihsan sahipleri” buyuruyor. Bizim de örneğimiz, ashâb-ı kirâm olacak. “Onlara tâbî olan ihsan sahipleri…” Onlar gibi olabilmek.

Tabi onun için de malzeme muhabbet olacak. Muhabbetin neticesinde bir âdâb meydana gelecek; Allah Rasûlü’ne benzeyebilme âdâbı…

Üç îkaz, üç irşad var:

Ka‘b bin Ucre anlatıyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün bize;

“–Minbere yaklaşın.” dedi. Biz de yaklaştık minbere. Minberin birinci basamağına çıktı “âmîn” dedi. İkinci basamağına çıktı, yine “âmîn” buyurdu. Üçüncü basamağına çıktı, yine aynı şekilde “âmîn” buyurdu.

Minberden indiğinde, ashâb-ı kirâm, bizler:

“–Yâ Rasûlâllah! Bugün sizden daha evvel işitmediğimiz şeyler duyduk, bunun hikmeti nedir?” diye sorduk. Bir muhatap yoktu “âmîn” buyurdunuz üç sefer.

Efendimiz buyurdu ki:

“Benim muhatabım Cibril’di (Cebrâil). Cibril bana göründü ve üç şey üzerinde irşad etti. (Yani ümmetimi irşad etmesini buyurdu.) Birincisi, anne-babası veya ikisinden birisi yanında yaşlanıp da onları râzı ederek Cennet’i kazanmayan kimse rahmetten uzak olsun dedi…”

İnsan nasıl bir âcizken anne-baba onu merhametle büyütüyor, kucaklıyor; yaşlandığı zaman da anne-babayı yalnız bırakmamak.

Yine Cenâb-ı Hak İsrâ Sûresi’nde benzeri:

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi emretti. (Kulluk Allâh’a olacak.) Anne-babanıza iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «اُفٍّ» sakın ha «üf» deme. İkisine de «قَوْلًا كَرِيمًا» güzel sözler söyle.” (el-İsrâ, 23) buyuruyor.

Nasıl, çocuğunu azarlar, o şekilde bir azarlama olmayacak kat’iyyen, “قَوْلًا كَرِيمًا”, ikramkâr söz söyleyecek.

Yine devam ediyor âyet:

“Onları esirgeyerek, alçak gönüllülükle üzerine kanat ger (buyuruyor) «Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi Sen de onlara (öyle) rahmet et!» diye onlara duâ et.” (el-İsrâ, 24) buyruluyor.

Demek ki birinci vazifemiz, Cenâb-ı Hakk’a kulluk; ikinci vazifemiz de anne-babamıza îtinâ göstermek. Hele o anne-baba, eğer sâlih anne-babaysa, onun değeri çok çok artıyor, çok çok yükseliyor.

İkincisi:

“Yâ Rasûlâllah! Sen’in ismin zikredilir, Sana salevâtı getirmeyen kimse rahmetten uzak olsun…” dedi.

Efendimiz, en büyük nîmet… Bütün dünya nîmeti verilse, Süleyman -aleyhisselâm-’a verilen dünya nîmeti verilse, yine bu nîmet dünyada kalacak. Ne kadar seninle olacak, o da meçhul. Fakat ebedî bir nîmet var, o da -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in izinden gidip O’na ümmet olabilmek.

Ahmed ibn-i Hanbel Hazretleri buyuruyor:

“Ben diyor, Allah ve Rasûl’üne itaatin tekrarlandığını 33 yerde Kur’ân-ı Kerîm’de gördüm.” buyuruyor.

Yine Cenâb-ı Hak:

“Rasûlüm, de ki (buyuruyor Efendimiz’e) eğer Allâh’ı seviyorsanız (ümmete hitap) bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece mağfiret sahibi ve merhamet sahibidir.” (Âl-i İmrân, 31)

Velhâsıl günümüzü, zamanımızı bol bol salevât-ı şerîfe ile hatırlayalım. Kalbimiz, dilimiz salevât-ı şerîfe ile ıslak olsun. Rasûlullah Efendimiz’in hâllerini düşünelim; ibadette, muâmelâtta, muâşerette… O’nun hâlleriyle hâllenmenin gayreti içinde olalım. Bize her salevât-ı şerîfe O’nun hâllerini hatırlatmalı. “Aman yâ Rabbi!” demeli, “Ne muhteşem bir ahlâk! Ne muhteşem bir insan! İnsanlıkta âbide! Cenâb-ı Hakk’ın insanda tecellî eden bir sanat âbidesi, sanat hârikası!..”

Efendimiz buyuruyor:

“Cinlerin ve insanların isyankâr olanları dışında, yer ve gökte bulunan bütün varlıklar, benim Allâh’ın Rasûlü olduğumu bilirler.” (Ahmed bin Hanbel, III, 310)

Tabi biz keyfiyetini bilemiyoruz. Cenâb-ı Hakk’ın Habîb’i. Cenâb-ı Hak demek ki bütün mahlûkâta Cenâb-ı Hak bildiriyor, dostunu bildiriyor.

Üçüncüsü, Cebrâil’in îkazı:

“Ramazan’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun…” (Bkz. Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

Yani Cenâb-ı Hakk’ın affının, merhametinin tuğyân ettiği bir ay, oradan bir nasip almıyor. Gelişigüzel, herhangi bir ay gibi, umursamıyor. 12 aydan biri zannediyor.

Velhâsıl Ramazân-ı Şerîf, Cenâb-ı Hak ile dostluğa davet günleri. İlâhî rahmetin, mağfiretin dolup taştığı bir ay. Gönüllere hassâsiyet kazandıran, duyguları incelten, vicdanları merhametle yoğuran, ruhları tekâmül ettiren bir ay. Çünkü insanın nefsî arzuları tezkiye etmesi zarurî. Haramlara Cenâb-ı Hak câzibe vermiş, o haramların cazibesini bertaraf etmek… İşte bu mânâda Ramazân-ı Şerîf, sanki;

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) Rafine olmuş bir kalp, tertemiz bir kalp, bu kalbe bir hazırlık mevsimi.

Nasıl insan dünyaya tertemiz geldi, çocuk bir hazneden çıkar, mis gibi kokar, günahsız, tertemizdir. Cenâb-ı Hak bizi öyle bir tertemiz olarak; ibadetler, tâat, muâmelât, ahlâk, vs. öyle tertemiz huzûruna istiyor.

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) buyuruyor. Rafine olmuş, tertemiz bir kalple Cenâb-ı Hak Cennet’ine davet ediyor.

Demek ki bir temizlenme, arınma ve bir riyâzat mevsimi. Helâlleri bile asgarîde kullanmak; demek ki kerahatlerden ne kadar uzakta kalacağız?

Yine Ramazân-ı Şerîf, kulluktaki eksikliklerimizi telâfi ve iç dünyamızdaki kalbî marazların tedavisi için ihsan edilen mübârek bir şifa pınarı. Yine bu ay, amel-i sâlihlerle, hayır-hasenatlarla hâl ve davranışları güzelleştirip Hakk’ın rızâsını tahsil edebilme mektebi, mevsimi olmuş oluyor.

Allah ve Rasûl’ünü yakından tanıyabilme ve Allah Rasûlü ile dost olabilme mevsimi.

Nasıl, kardeşler; dünyevî ticaret erbapları uzman oldukları iş hususunda birtakım seminerlere girerler, uzmanların yanlarında bulunurlar. Sporcular girecekleri müsabakalarda galip gelebilmek için kamplara çekilirler. Kamplarda ihtilâttan men kararı alırlar, dışarısıyla görüşmezler, görüştürmezler, sırf o maça hazırlanacaklar… Dünyevî gayretler bu. Fânî âlemin, fâni gayretleri.

Tabi Ramazân-ı Şerîf bizlere, Hakk’ın dostluğuna yoğunlaşmanın husûsî bir mevsimi. Yani helâllerde dahî riyâzat mevsimi. Nefsânî arzuları asgarî hadde indirmek, bu şekilde Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilme mevsimi…