Rahmet Toplumu (3)

Genç Dergisi, Yıl: 2020 Ay: Nisan Sayı: 163

Önceki Sayıdan Devam…

Medeniyetleri, geçmişten bugüne bıraktıklarıyla da mukayese etmek mümkündür:

Tarihte büyük istîlâlar gerçekleştiren devletler; ele geçirdikleriyle, merkezlerinde dev, gösterişli saraylar, âbideler inşâ ettiler. Batı medeniyeti, engizisyon mahkemeleri bıraktı.

Bugün Roma’dan kalan; ilk Îsevî kölelerin tevhid mücâdelesi uğruna aslanların dişleri arasında can verdiği zulüm arenalarıdır.

Firavunların Mısır’ından kalan; kahırla, zulümle yaptırılmış, fânîliğe isyan ve kibir kokan, debdebeli ve kasvetli piramitlerdir.

Daha birçok helâk olmuş şehirden geriye kalan; oyun, eğlence merkezleri olan tiyatrolar, yahut şirkin anlamsızlığının ispatı olan harap puthânelerdir.

Bu zulümler maalesef devam edip gidiyor. Fakat şunu unutmamak lâzım ki, Cenâb-ı Hakk’ın bir sıfatı da “Azîzü’n Zü’ntikām”dır. O, mazlumların sahibidir. Zâlimler üzerine kahr-ı ilâhî kamçısı indirendir.

Nitekim zulüm âbideleri dikenlerin arkasından semâlar ağlamadı, gözler yaşarmadı, gönüller sızlamadı. Bilâkis onlar, mazlumların âhları ve bedduâları ile tarihin çöplüğünde çürüyüp gittiler.

Hakîkaten tarih, hem altın sayfalarıyla, hem de karanlık zulüm sahneleri ile beşeriyete büyük bir ibret hazinesi…

Üzerimizdeki Güneş; bir müddet Firavunların, Hâmânların, Nemrutların, Âdların, Semûdların saraylarını, köşklerini, hazinelerini aydınlatan, sonra da harâbeleri üzerine haşmetle doğan aynı Güneş’tir. Lâkin o gösterişli sarayların kalıntılarını bugün baykuşlar ve kelpler şenlendiriyor…

Bize Osmanlı’dan kalan ise;

Süleymaniye gibi, Selimiye gibi sayısız hizmet külliyeleridir. Öyle ki, şehirler, merkezde bir cami ve etrafında gelişen külliye ile şekillendi. Toplumun bütün ihtiyacı görüldü.

Bu külliye içinde neler vardı?

Çocukların eğitim gördüğü sıbyan mektebi vardı.

Fakir ve gariplerin doyurulduğu bir aşhâne vardı.

Hastaların şifâ bulduğu şifâhâne vardı.

Yetim ve yoksulların ihtiyaçlarının giderildiği bir sebil vardı.

Külliye çevresinde oturan insanların temizlenmelerini sağlayan bir hamam vardı.

İlim talebelerine kaynaklık edecek bir kütüphâne vardı…

Memleket, her biri şefkat ve merhamet müessesesi olan vakıf eserleriyle donatıldı. Vakıflarda diğergâm insanlar, rahmet tevzî ettiler. Kurulan 26.600 küsur vakıfla, toplum bir merhamet ağıyla örüldü. Toplumda hiçbir sosyal patlama, ekonomik kriz, kavga, buhran görülmedi.

  • O medeniyette merhamet öyle yüksek bir ufka ulaştı ki; vakıf sahipleri, ince, hususî hizmetler arar oldular:

Bezm-i Âlem Vâlide Sultan’ın Şam’da kurduğu vakıf çok dikkat çekicidir. Vakfın hizmet sahası; hizmetkârların yanlışlıkla kırdıkları veya ziyan verdikleri eşyaları, onların haysiyetleri rencide edilmesin diye tazmin etmektir.

Kimi hayırseverler, fakir kızların çeyizini hazırlamayı kendilerine vazife edinmişti.

Semtlerin bazı yerlerine, alan ve verenin meçhul olduğu sadaka taşları konuldu. Böylece alan rencide olmaktan kurtuldu, verenin de ihlâsı korunmuş oldu.

Hamalların dinlenmeleri için belli yerlere mola taşları konuldu.

Akıl hastalarına bile “deliler” değil, “muhterem âcizler” denildi. Onları su sesi ve mûsikî ile tedavi eden merkezler kuruldu.

Yine ecdâdımız, uzun bir sefere çıkan kimselerin bu seyahatlerinde istirahat edebilmeleri için “kervansaray ve misâfirhâneler” yaptırmıştır ki;

Buralara gelen yolcuların önüne, onun kim olduğuna bakılmaksızın yemek konulurdu. Kaldıkları zaman zarfında hayvanlarının da bakımı yapılır, aç bırakılmazdı. Bütün yolcular, buralarda üç gün kalabilirlerdi. Giderken de şâyet ayakkabıları eskiyse yenisi verilirdi. Ayrıca, yolda dikkatli olmaları tembih edilir, sabah namazından sonra uğurlanırlardı.

-Borçluların borçlarını ödemek,

-Dul kadınlara ve muhtaçlara yardım etmek,

-Mektep çocuklarına gıdâ ve giyecek yardımı yapmak,

-Fakirlere yakacak temin etmek,

-Fakir ve kimsesizlerin cenâzesini kaldırmak,

-Bayramlarda çocukları ve kimsesizleri sevindirmek,

-Yaşlı ve kimsesiz hanımları korumak için vakıflar kuruldu.

Velhâsıl ecdâdımız, dilencisiz bir memleket meydana getirdi.

Onlar, ferdî bir Müslümanlığın nâkıs olduğu, müslümanın ictimâîleşmesi, gönlünün bütün cihânı kuşatması gerektiğine müşahhas bir misal oldular.

  • O “rahmet toplumu”, mîmârîde İslâm’ın rahmet üslûbunu sergiledi:

Meselâ bir Süleymâniye Câmii’ne baktığımız zaman, âdeta ellerini semâya açmış, duâ eden bir insan silüeti görürüz. Bu, taşa aksetmiş bir gönül yapısıdır. Maddeyi mânâ ile mezceden kendi medeniyetimizin bir şâheseridir.

Bir fazîletler medeniyeti meydana getirmiş olan ecdâdımız, kimsenin evini gölgede bırakacak, Güneş’ine mânî olacak bir ev inşâ etmez, kimsenin manzarasını kapatmazdı. Bugün ise yüksek binalar, hattâ gökdelenler, sanki üzerine ölü toprağı serpilmiş ruhsuz şehirlerin mezar taşlarını andırıyor.

Bugün -maalesef- her taraf kaktüs gibi sivri binalarla doldu. Her taraf beton yığını. Herkes her bir metrekareyi dünyevî kazanca çevirme derdinde.

Hâlbuki ecdâdın o fazîletler medeniyetinde, her köşede bir câmi, bir dergâh, bir çeşme, bir hayır müessesesi vardı. Herkes mülkü asıl sahibi olan Allâh’a tahsis ederek ümmete açıyor, toplumun istifadesine ikram ediyordu. Böylece şehir de ferahlıyor, huzur bahşediyordu.

  • O “rahmet toplumu”, insanlıkta, nezâket ve zarâfette İslâm’ın rahmet üslûbunu sergiledi:

Bizim medeniyetimizin merkezi “insan” olduğundan, ondaki mükemmelliklerin sertâcı da, ortaya koyduğu diğergâmlık, şefkat, merhamet, nezâket ve zarâfet ile yoğrulan insan tipidir.

Meselâ bu zarif insanların toplumunda, bir evde hasta olduğu zaman, cumbanın önüne kırmızı bir çiçek konurdu. Bunu gören seyyar satıcılar bile oradan sessizce geçer, mahallenin çocukları da rahatsız etmemek için diğer mahallelerde oynarlardı.

Onların bu gönül terbiyesi, nasıl bir eğitim sisteminin eseriydi? Bu terbiyeyi bugün hangi pedagog, hangi psikolog, hangi sosyal antropolog verebilir?..

Bugün düğünlerde, kutlamalarda atılan havâî fişeklerle, maytaplarla bir zümrenin eğlencesi için -o gürültüden rahatsız olan bebek mi var, hâmile mi var, hasta mı var, mâtemi olan mı var, düşünülmeden- bütün bir toplumun hakkına giriliyor.

Hâlbuki bizim ecdâdımız, o hayırlı ümmet, bir karıncayı bile incitmekten çekinen, hassas ruhlu insanlardı.

  • O “rahmet toplumu”, Yaratan’dan ötürü bütün yaratılanlara şefkat ve merhamette İslâm’ın rahmet üslûbunu sergiledi:

Câmi duvarlarını süsleyen zarif kuş evleri yapıldı. Sokakta yaşayan kedi-köpeğe, göçmen kuşlara sayısız merhamet tezâhürleri oldu. İnsanlar böylece merhamete davet edildi.

Bizim Sinanlarımız, Karahisârîlerimiz, Fuzûlîlerimiz vardı. Dünyaya müslümanın gönül dünyasının güzelliğini, estetiğini, zarâfetini, ihtişâmını yansıtan âbide şahsiyetlerimiz vardı. Zikrine mânî olmamak için bir çiçeği bile koparmaya kıyamayan, rakik kalpli Hüdâyîlerimiz vardı. Bir karıncaya bile ulu nazarla bakan, “Yaratılanı severiz, Yaratanʼdan ötürü” diyen, derin duygulu Yunuslarımız vardı.

Velhâsıl ecdâdımızın bu gayret ve fedakârlıkları, bugünkü insanımız için bir ibretler meşheridir. Bu millet, Mevlânâların, Yunusların, Geylânîlerin, Nakşibendlerin, Hüdâyîlerin, Fatihlerin, Akşemseddinlerin, Yavuzların neslidir.

Bizim medeniyetimiz, bir fazîletler medeniyetiydi. Biz de o medeniyetin temellerinde bulunan îman, ibadet, ahlâk, muâmelât, muâşeret, şahsiyet ve karaktere sahip olmalıyız ki, o rahmet toplumunun bugünkü devamı olabilelim.

Rabbimiz, cümlemize nasîb eylesin…