Rahmânî ve Nebevî Beyanlarla; ALLAH TEÂLÂ HANGİ KULLARINI SEVER? -1-

Ebedî Fecre

Yıl: 2013 Ay: Haziran Sayı: 100

KIYÂMETE DOĞRU İKİ AKIŞ…

Sır ve hikmetlerle dolu imtihan âleminde, her şey iki zıt cihette akış hâlinde:

Hayır ve şer. Güzel ve çirkin. Helâl ve haram. Îman ve küfür. Cömertlik ve cimrilik. Adâlet ve zulüm…

İnsan da bu akışlarda; iradesiyle, tercihiyle yerini almakta…

Mü’min yahut kâfir; âdil yahut zâlim, merhametli yahut gaddar, cömert yahut cimri olmak sûretiyle bu iki akıştan birinde safını belirlemekte.

Bütün bu akışlar; ölüm darboğazından geçip, kıyâmet nehrinden çağlayıp, mahşer meydanına döküldüğünde, yine iki ayrı cihete doğru seyelân edecek.

Dünya, imtihan âlemi. Cenâb-ı Hakk’ın bütün mahlûkātını geçici bir müddet istifâde ettirdiği, rızıklandırdığı bir âlem. Burada mü’min de, kâfir de, müttakî de, fâsık da zâhiren karışık ve müsâvî imiş gibi bir manzara teşkil etmekte. Bir ismi de «Yevmü’l-Fasl» yani «Hak ve bâtılın tamamıyla ayrılacağı gün» olan kıyâmet ve âhiret hengâmında, hayır ve şer ehli, çok bâriz bir şekilde tefrik edilecek, birbirinden ayrılacak. Orada, mahşer meydanında;

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

“Ey mücrimler! Bugün, (Allâh’ın rızâsına, hoşnutluğuna ermiş mü’min ve müttakî kullardan) ayrılın!”(Yâsîn, 59) diye nidâ olunacak. Mü’min ve müttakîler cennete sevk olunurken, kâfir ve fâsıklar cehenneme doğru sürüklenecek.

Bu sebeple insan, öbür cihanda o iki muazzam akıştan hangisinde olmak istiyorsa, kendisini oraya sevk edecek ahval ve ef‘âl içerisinde bulunmaya cehd ü gayret etmek mecburiyetinde…

İşte, inzal buyurulan ilâhî kitaplar ve gönderilen peygamberler; bu hakikati öğretmek ve hangi tercih ve gidişâtın, âhiret yol ayrımında hangi cihete çıkacağını anlatmak ve bu istikamette insanları terbiye etmek hikmeti ile vazifeli birer rehberdir.

Hayattan gaye kulluk… Kulluktan gaye, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına erişmek, gazabından sakınmak. Bunun için O’nun mârifet ve muhabbetine vuslat gayretiyle kalp tasfiyesi ve nefs tezkiyesiyle meşgul olmak zarûrî.

İradeyi, Cenâb-ı Hakk’ın iradesine râm eylemek zarûrî.

Nefsin arzusuna değil, O’nun arzusuna teslim olmak şart.

Nefsin hoşnutsuzluğunu değil, O’nun buğzunu ve gazabını gözetmek elzem.

Fânî dünya hayatında, sevdiğimiz bir misafirimiz geldiğinde; ona sevdiği şeyleri ikram etmek isteriz. Bir dostumuzu ziyarete gittiğimizde, onun sevdiği bir hediye götürmeyi arzu ederiz. Muhabbetin en mühim ölçüsü; sevdiğinin neleri sevdiğini, neleri sevmediğini bilmek ve gözetmektir; onun sevdiğini sevmek, sevmediğini terk etmektir.

Bu zarâfeti ihmal etmek bir tarafa, bir de sevmediği şeyleri önüne koymak, sevmediği tavırları sergilemek; sevginin değil âdetâ nefretin tezâhürü olur. Hürmet değil, âdetâ istihzâ olur.

Bu ölçüyle tefekkür etmemiz gerek:

Hepimiz Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna doğru mesafe alan yolcularız.

O’NA NE GÖTÜRÜYORUZ?

Vedûd -azze ve celle- ism-i şerîfiyle, muhabbet ve meveddetin hakikî merkezi olduğunu ifade buyuran Cenâb-ı Hak; bizleri, mârifet ve muhabbetine nâil olabileceğimiz husûsiyetlerle donattı. Mükerrem kıldı. Ahsen-i takvîm üzere halk etti. Bizlere lütuflarda bulundu. Kitap ve nebî gönderdi. Bütün bu nimetleri meccânen verdi.

Cenâb-ı Hak; bize bir de ebedî saâdeti, yani cenneti hazırladı. Bize olan rahmetinin ve muhabbetinin neticesi olarak, bizi cennetine davet etti.

Cennetin ise bir bedeli, bir ücreti var.

O bedel; Cenâb-ı Hakk’a kalb-i selîm ile varabilmek…

Müşahhas ifadesiyle;

Cenâb-ı Hakk’a, O’nun sevmediği fiillerden arınmış ve O’nun sevdiği hasletlerle dopdolu bir amel defteriyle gidebilmek.

Cenâb-ı Hak, hangi hasletleri sever, hangi davranışlara muhabbet ederse; onlara sarılmak. O’nun sevmediği, gazaplandığı her şeyi hayatımızdan bertarâf edebilmek.

Bu gayeye vâsıl olabilmemiz için en mühim rehber, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

Zira O, Vedûd Teâlâ’nın; «Habîbim!» dediği, Habîbullah nâmını verdiği kuludur. (Tirmizî, Menâkıb, 1, 3616) O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Cenâb-ı Hakk’ın en sevgili kulu ve Rasûlü olduğu gibi, Allâh’ın sevdiği bütün haslet ve ef‘âlin en mükemmel tecellîgâhıdır.

O’nun hayatı, «muhabbetullâh»ın temâşâ edildiği berrak bir aynadır. Hakk’a ulaştıracak vasıf ve sâlih amelleri öğrenmek isteyen bir kişinin, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatına bakması kâfîdir. Sünnet-i seniyyeye sarılmak; «muhabbetullâh»a, «mârifetullâh»a ve mağfirete ulaşmanın yegâne yoludur:

Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖ۪ى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَحٖ۪يمٌ

“De ki: Eğer siz Allâh’ı seviyorsanız hemen bana ittibâ edin (tâbî olun) ki Allah da sizleri sevsin ve suçlarınızı mağfiretle örtsün! Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir.” (Âl-i İmrân, 31)

Rasûlullâh’a ittibâ etmek, O’nun sünnet-i seniyyesine tâbî olmak; bizi Allâh’ın sevgisine eriştirmekte. Zira Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; yaşayan, canlı bir Kur’ân-ı Kerim’dir. O’nun muazzam ve mükemmel ahlâkı, Kur’ân’dır.

Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet-i kerîme; Allâh’ın sevdiği hasletleri beyan buyurmuştur. Hakk’a doğru yolculuğumuzda, «huzûra ne götürdüğümüz»ün tefekkürüyle bunları okumamız ve hayatımıza bu hakikatlere göre çekidüzen vermemiz zarûrîdir.

Haslet haslet O neyi seviyorsa, biz de onu sevmeli; onu aramanın, bulmanın, yaşamanın ve yaşatmanın gayretinde bir ömür sürmeliyiz.

Allâh’ın sevgisinin temel anahtarı, olmazsa olmaz şartı; tâlim buyurduğu esaslar ile kulun kendisine samimî bir kalp ile inanması, yani;

SAHİH BİR ÎMAN

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

وَاللّٰهُ وَلِىُّ الْمُؤْمِنٖ۪ينَ

“Allah mü’minlerin dostudur.”(Âl-i İmrân, 68; Ayr. bkz. el-Bakara, 257)

وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ اَثٖ۪يمٍ

“Allah, küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.”(el-Bakara, 276)

Îman; aklın nûru, şuurun cilâsı ve kalbî duyguların âhengidir. Bu fânî âlemden ebedî âleme saâdetle geçiş, ancak îman rehberliği ile mümkündür. Îman, Cenâb-ı Hakk’ın bir lutfudur. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Allah Teâlâ malı, sevdiği sevmediği herkese verir. Îmânı ise ancak sevdiği kullarına verir. Bir kulu sevdiğinde ona îman verir.”(Deylemî, Müsned, I, 151)

Mü’minin vazifesi; Allâh’ın meccânen ihsân ettiği bu lutfu muhafaza etmek ve sâlih amellerle îmânını kemâle erdirmektir. Zira birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerif; ahlâkî esaslar ve sâlih amellerden mahrum bir kişinin, kâmil bir îmâna sahip olamayacağını bildirmektedir. Kâmil bir îmâna sahip olmak için; hayatı ilâhî-nebevî tâlimatlarla yaşamak, yani takvâ ve ihsan derecelerine vâsıl olmak îcâb eder.

Bu itibarla; Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz’in sevdiği beyân edilen hasletler arasında en çok tebârüz ettirilen müstesnâ vasıf:

İHSAN

«Hüsn ve hasene» yani «güzellik ve iyilik» menşeinden gelen ihsan;

1. Bir işi en güzel şekilde yapma, bir vazifeyi en güzel şekilde yerine getirme;

2. Cömertlik, infak, iyilikte bulunmak, dürüstlük, affedicilik mânâlarına gelmektedir. Bu iki mânâyı da ihtivâ eden, daha şümullü bir tarif ise Cibril Hadîsi’nde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından şöyle yapılmıştır:

“İhsan, Allâh’a -O’nu görüyormuş gibi- kulluk etmendir. Çünkü sen O’nu görmesen de, O seni görmektedir.”

Dolayısıyla, ihsan; kulluğun ihlâs ve samimiyetle, zâhirî ve bâtınî güzellik ve iyilikte kemâle ulaşmış bir kıvamda edâ edilmesidir ki her şeyi ihâta eder.

“Allah, muhsinleri sever.”ifadesinin yer aldığı âyet-i kerîmeler de; ihsânın, hayatın her safhasını ihâta ettiği hakikatini göstermektedir.

Nitekim âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“Allah yolunda infâk ediniz de, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız. Bir de ihsanda bulununuz! (Hem her işiniz güzel olsun, hem bolca infâk edin, hem de Hakk’ı görüyormuşçasına kulluk edin!) Zira Allah, (yaptığını en güzel şekilde yapan, infak sahibi olan ve ihsan şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever.”(el-Bakara, 195)

“Rabbiniz’in mağfiretine ve genişliği göklerle yer arası kadar olan, Allah’tan gereği gibi korkanlar için hazırlanmış bulunan cennete koşun!

O (Allah’tan hakkıyla korka)nlar, bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar, insanları affederler. Allah muhsinleri (bu hasletlerle donanmış olan kulları) sever.”(Âl-i İmrân, 133-134)

“Onların (O sabırlı, metin mücâhidlerin) sözleri ancak; «Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı sâbit kıl, kâfirler gürûhuna karşı da bize yardım et!» demekten ibâretti. Allah da onlara hem dünya nimetini, hem de âhiret sevabının güzelliğini verdi. Allah muhsinleri sever.”(Âl-i İmrân, 144-147)

Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği bir kul olmak için, her yerde ihsan şuuru şart:

• Allah Teâlâ’yı görüyormuşçasına bir huşû ile ibâdet…

• Allah Teâlâ’yı görüyormuşçasına bir samimiyet ile infak…

• Allah Teâlâ’yı görüyormuşçasına bir gayret ve zarâfetle cihad, tebliğ ve hizmet…

• Allah Teâlâ’yı görüyormuşçasına; dürüst, affedici, cömert, sabırlı, güzel ahlâk ile müzeyyen bir muâmelât…

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de ihsan şuurunu veçhe veçhe tarif ederek, onun Allâh’ın muhabbetine vesile olduğunu beyan buyuruyor:

“Allah -celle celâlühû-, bir iş yaptığında sağlam ve güzel yapan kişiyi sever.” (Deylemî, Müsned, I, 157)

“Allah Teâlâ; cömert ve ihsan sahibidir, cömertliği sever ve yüksek ahlâkı da sever…”(Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 60)

İnsanı; Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar eyleyen «ihsan» hasletini, huy ve davranış zarâfeti olarak da tarif edebiliriz. Yani;

GÜZEL AHLÂK (MÜ’MİNLİK ZARÂFETİ)

Cenâb-ı Hak; ahsen-i takvîm üzere yarattığı insandan en güzel ölçülerde bir hayat ve kulluk arzu ediyor. Dolayısıyla kâmil bir mü’min;

  • اَجْمَلُ / Ecmel olmalı; yani her hâl ve davranışı gönle huzur ve ferahlık verecek bir zarâfet ve letâfet özelliği taşımalı.
  • اَكْمَلُ / Ekmel olmalı; yani her hususta olgunluk, mükemmellik, hattâ ihtişam sergilemeli.
  • اَحْسَنُ / Ahsen olmalı; yani her işini en güzel şekilde îfâ ederek etrafına güzellikler tevzî etmeli.

Birbirinden güzel renklerle, en hoş râyihalarla, nazarları okşayan âhenk ve cemâle sahip çiçeklerin yaratılış hikmetini tefekkür edelim. Rabbimiz, onlar için değil bizim için; «Ahsen-i takvîm üzere yarattım.» buyuruyor.

Demek ki, bir mü’minin kulluk zarâfeti, müstesnâ ahlâkı, asla incitmeyen ve incinmeyen muâmelâtı, ezcümle her şeyi güzelleştiren, tebessüm ettiren «ihsan» hâli; mûtenâ, zarif, rûhu okşayan nâdîde çiçeklerden daha mütebessim olmalıdır.

Şu âyet-i kerimede; güzel ahlâkın en yüksek tezâhürlerinden olan, «kötülüğe dahî iyilikle, affedicilikle mukabele etme» emredilmiş ve bunun, yine Allâh’ın muhabbetine nâil olan muhsinlerin, ihsan sahiplerinin başarabileceği bir haslet olduğu şöyle ifade edilmiştir:

“…İçlerinden pek azı müstesnâ olmak üzere onlardan (İsrail oğullarından) dâimâ hâinlik görürsün. Yine de onları affet, aldırma. Çünkü Allah muhsinleri (güzel davrananları) sever.”(el-Mâide, 13)

Düşmanlara dahî, intikam yerine af ile muâmele etmek emredilirken, ya müslüman kardeşe nasıl bir zarâfetle davranılması gerekir, tefekkür etmeliyiz. Bu tefekküre en güzel örnek, Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın şu kıssasıdır:

Hazret-i Sıddîk, muhâcirlerden fakir bir sahâbîye yardım etmekteydi. Bu muhâcir, gaflet edip, Hazret-i Âişe Vâlidemiz’e atılan çirkin iftiraya karıştı. Bu iftira, her bakımdan ağır bir cürümdü. Çünkü bu iftira;

‒Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tertemiz hanımına karşı yapılmıştı,

‒Kur’ân-ı Kerim’deki ümmehât ifadesine dâhil bir anneye, ümmetin muhterem annesine karşı yapılmıştı,

‒İkinin ikincisi olan Hazret-i Ebûbekir Efendimiz’in mübârek kızına karşı yapılmıştı,

‒Hazret-i Âdem’den bu yana en iffetli bir aileye karşı yapılmıştı.

Dolayısıyla her yönden çok ağır ve çirkin bir suçtu. Bu bakımdan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, haklı olarak çok üzüldü ve;

“–Ben Mıstah’a yardım etmeyeceğim!” dedi. Yaptığı yardımı keseceğine yemin etti.

Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar; ferâgat göstersinler. ALLÂH’IN SİZİ BAĞIŞLAMASINI ARZULAMAZ MISINIZ? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.”(en-Nûr, 22)

Bu âyet nâzil olur olmaz Hazret-i Ebûbekir;

“–Elbette affedilmeyi arzu ederim!” diyerek iftiracı şahsı bağışladı. Etmiş olduğu yeminden vazgeçip keffâretini verdi ve o şahsa yaptığı infâkı devam ettirdi.

Demek ki, mü’min; affedebilmenin zarâfeti istikametinde kalbî merhaleler katetmelidir. Çünkü mü’min ancak bu şekilde mağfirete nâil olabilir. Ancak affede affede ilâhî affa lâyık hâle gelebilir. Çünkü Allâh’ın muhabbeti bu güzel ahlâk tezâhürlerini gerçekleştirebilenlere nasîb olmakta. İşte hadîs-i şerifler:

“Allâh’a en sevimlileriniz, insanlara en sevimli olanlarınızdır.”(el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 272)

“Allah; (bir şey) satarken, alırken, borcunu öderken ve borcunu alırken müsâmaha gösteren kulunu sever.”(İmâm-ı Mâlik, Muvatta’, Büyû, 46)

“Allah, kardeşlerinin yüzüne karşı surat asan abûs kimseye gazap eder.”(Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 65)

Kâmil bir mü’min, günaha olan nefreti günahkâra taşıttırmayacak. Kardeşinin kusurunu affedecek. Mü’min kardeşiyle arasında bir bürûdet kalmayacak. Davranışlarıyla İslâm’ın bütün güzelliklerini tebessüm ettirecek. Yani her şeyde Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına kavuşabilmenin gayreti içinde olacak.

Bu kıvâmın özü;

Her şeyde sadece ve sadece Allâh’a istinâd etmek… Bir başka ifadeyle;

TEVEKKÜL

Sadece ve sadece Allâh’a yönelen, ihtiyaçlarını sadece Allâh’a arz eden, ancak ve ancak O’nun rızâsını arayan bir kalpte; mahlûkāta karşı bütün menfî duygular zâil olur ve Hâlık’ın şefkat nazarı inkişâf eder. Davranışlara, muâmelâta mülâyemet ve yumuşaklık sirâyet eder. Zikrullah ile itmi’nâna eren bir kalpten, katılık zâil olur.

Âyet-i kerîmede, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in güzel ahlâkı methedilip, zarâfetle dolu bir mü’min muâmelâtının esasları şöyle ifade buyurulmuştur:

“Sen (o zaman), sırf Allâh’ın rahmetiyle onlara (etrafındaki mü’minlere) karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın; onlar Sen’in etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için Allah’tan mağfiret dile. (Yapacağın) işlerde onlarla istişâre et, bir kere de azmettin mi, artık Allâh’a dayan. Muhakkak ki Allah, tevekkül edenleri (kendine dayanıp güvenenleri) sever.” (Al-i İmrân, 159)

Cenâb-ı Hak; sözlerin en doğrusu, en muhkemi ve en beliğ, güzel ve tesirlisi olan kelâmında, güzel ahlâkı ne güzel beyân etmektedir.

Yumuşaklık, azmi gevşetmemelidir. Bir mü’minin yumuşaklığı ve mülâyemeti, hakikati söylemek ve gerçekleştirmekteki kararlılığına ve azmine mâni olmaz.

İradedeki azim ve kararlılık da, tatbikatta sertlik ve katılık demek değildir. Bir mü’minin azim ve kararlılığı, kimseyi incitecek bir katılık içinde tezâhür etmez.

Allah’tan vahiy alan Peygamber dahî; daha düne kadar câhiliyye karanlığında kalmış olan ashâbıyla istişâre etmekle emrolunmakta, böylece ümmete nümûne gösterilmektedir. Sertlikten uzak, rıfk ve mülâyemet içinde davranış, insanlara muhtaçlık ve müdâhene için değildir; zira tevekkül, itimat ve istinad sadece Allâh’adır.

Esbâba sarıldıktan ve azmettikten sonra hâlâ endişe ve korkularla, tereddüt etmek, teşebbüsten çekinmek doğru değildir;

تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ

«Tevekkeltü alâ’llah!» deyip muvaffakıyeti Allah’tan niyâz ederek adım atmak îcâb eder. Takdir de, tevfik de Allah’tandır. Bizim kulluk yolunda, bütün niyet ve gayretlerimiz; o rahmet deryasına bir testi çöl suyu götürmekten ibarettir. Rahmet O’ndandır, bereket O’ndandır, lütuf O’ndandır. Kulluğun özü; damlanın, benliğini ifnâ ederek, deryaya karışmasıdır. Yani;

ALLAH TEÂLÂ’YA KALBEN VUSLAT

Nitekim;

Cenâb-ı Hakk’ın, kullarında görmeyi sevdiği hasletlerin ekserîsi; şânına yaraşır şekilde Allah Teâlâ’nın esmâ-i hüsnâsı, yani en güzel isimleri içinde mevcuttur. Yani Rabbimiz; bizden, fânî ve nefsânî sevgi ve alâkalardan sıyrılıp, O’nun sevdiği şeylerde fânî olmamızı, böylece kalben O’nunla beraberliğe, maiyyete vâsıl olmamızı istemektedir.

Şu hadîs-i şerif de buna bir misaldir:

“Allâh «Rafîk»tır (rıfk ve mülâyemet sahibidir), rıfkla muâmeleyi sever. Sertliğe ve diğer şeylere vermediği sevabı, rıfkla muâmeleye verir.”(Müslim, Birr, 77)

Cenâb-ı Hak, şânına ve celâline münasip bir şekilde; «Mü’min»dir. Yani emân verir, îman lutfeder, emniyet bahşeder. Bizde de «îman ve emân»ı sever. İnançlı, güvenilir, emîn, sâdık, emniyet ve sadâkat tevzî eden bir kul olmamızdan râzı olur.

Cenâb-ı Hak, «Muhsin»dir. O’nun rahmeti de muhsinlerle beraberdir.

O, «Cemîl»dir; cemâli sever.

O, Ehad’dir, Vitr’dir, (tektir); bizim de her fiilimizde tekliğe riâyet ederek, dâimâ tevhîdi gönlümüzde ve aklımızda tutmamızı sever. Kesretten alâkayı kesip, vahdet denizine karışmamızı ister.

Hulâsa; O -azze ve celle- en güzel isimlere sahiptir; O’nun rızâsı için, O’nun ahlâkıyla ahlâklanma yolunda olanları sever. Kudsî hadîs-i şerifte buyurulur:

“Ben’im rızâm için birbirlerini sevenlere, Ben’im rızâm için bolca sarf edenlere, birbirlerini sevmede samimî ve içten davranan sâdıklara, akraba ve dost ilişkilerini kesmeyenlere veya birbirlerini ziyaret edenlere sevgim hak olmuştur.”(Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 229)

Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; din kardeşini Allah için sevmenin, kişiyi Allâh’ın muhabbetine nâil edeceğini beyan sadedinde şu hâdiseyi nakletmiştir:

“Bir kimse başka bir köydeki (din) kardeşini ziyaret etmek için yola çıktı. Allah Teâlâ, adamı murâkabe etmesi için onun yolu üzerinde bir meleği vazifelendirdi. Adam meleğin yanına gelince, melek;

«–Nereye gidiyorsun?» dedi.

O zât;

«–Şu köyde bir din kardeşim var, onu görmeye gidiyorum.» cevabını verdi.

Melek sordu:

«–O kardeşinden elde etmek istediğin (dünyevî) bir menfaatin mi var?»

Adam;

«–Yok hayır, ben onu sırf Allah rızâsı için severim, onun için ziyaretine gidiyorum.» dedi.

Bunun üzerine melek;

«–Sen onu nasıl seviyorsan Allah da seni öylece seviyor. Ben, bu müjdeyi vermek için Allah Teâlâ’nın sana gönderdiği bir meleğim.» dedi.” (Müslim, Birr, 38; Ahmed, II, 292)

Bu âyet ve hadislerin her biri birer mihenk, birer ayna… Devrimizin insanının çok âşinâ olduğu eşya ile ifade edersek, yarınımızı gösteren birer ekran…

Kendimizi, hayatımızı, aile hayatımızı, iş hayatımızı, içtimâî hayatımızı, evimizi, şehrimizi, kalbimizi, her şeyimizi bu ölçülerle muvâzene edelim. O ekranlarda hâlimizi ve istikbâlimizi görelim.

Hâlimiz, ahvâlimiz, fiillerimiz, davranışlarımız; Allâh’ın sevdiği sınıflardan mı? Îmân ile muvâzî mi? İhsan şuurunda mı? Güzel ahlâk üzere mi? Tevekkül hâlinde mi?

Yaşayışımız, birbirimize muâmelelerimiz, ibâdetlerimiz; Hakk’ın muhabbetine nâil olabilecek bir ihsan kıvâmında mı?

Alışkanlıklarımız, davranışlarımız, fiillerimiz, kalbimizde ve omuzların kayıtlarında biriktirdiklerimiz arasında; Allâh’ın sevdikleri ne kadar, sevmedikleri ne kadar?

Sâlih amellerimiz dışında her şeyi geride bırakacağımız bu yolculukta, âkıbetimiz nereye;

GİDİŞÂTIMIZ NEREYE?

O’na, O’nun sevmediği kayıtlar ve O’nu gazaplandırıcı manzaralar götürürsek hâlimiz nice olur?

Birtakım yüzlerin ağaracağı, birtakım yüzlerin kararacağı o günde; bizim ebedî sîmâmız, ebedî vücut elbisemiz ne hâlde olacak?

O’na, O’nun sevmediği, inançsızca fiil ve huylarla, cimrilikle, kabalıkla, katılıkla, yalanla, haramla, kötülükle gidersek; o müthiş hesapların görüleceği gün, bizim yüzümüz ak olur mu?

Ne mutlu bu muhasebeden dünyada ve âhirette yüz akıyla çıkabilene…

Ne mutlu âhirete yüz akıyla varabilenlere…

Rabbimiz, bizleri Zât’ının muhabbetiyle rızıklandırsın. Muhabbetine mazhar olmuş mukarreb kullarının, başta Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in muhabbetiyle kalplerimizi nurlandırsın. Bizi muhabbetine erdirecek sâlih ameller ve güzel ahlâk hasletleriyle kalplerimizi müzeyyen eylesin.

Âmîn!..