Râbıta, Muhabbeti Canlı Tutmaktır

Yıl: 2012 Ay: Ocak Sayı: 64

Efendim; tasavvuftaki “râbıta” mevzuuna dâir -müsbet ve menfî- çok farklı sözlerin sarf edildiğine şâhit olmaktayız. Râbıtanın aslı nedir ve râbıtadan ne anlaşılmalıdır?

Râbıta, sevilen kimseye karşı muhabbeti canlı tutmaktır. Muhabbetten kaynaklanan bağlılık, yakınlık ve alâkayı muhâfaza etmektir. Fakat üç türlü râbıta vardır: Tabiî, süflî ve ulvî râbıta…

Râbıtanın lügat mânâsı, bağ ve alâkadır. Bu yönüyle esâsen kâinatta râbıtasız hiçbir varlık yoktur. Her şey birbiriyle irtibat hâlindedir. Meselâ artı elektriğin eksi elektriğe râbıtası neticesinde ışık hâsıl olur. Seyrine doyum olmayan bir gülün, sümbülün, menekşenin, heybetli görüntüsüyle bir çınarın vs. toprak, su ve Güneşʼle tabiî bir râbıtası vardır.

Bu râbıtaların kaynağı ise el-Vedûd, yani “çok seven ve çok sevilen” sıfatının sahibi olan Cenâb-ı Hakʼtır. Allah Teâlâ, kâinâtı muhabbet sebebiyle yaratmıştır. Eğer kâinatta bu ilâhî sıfatın tecellîlerinden bir nasip olmasaydı, kimse kimseyi sevemez; hiçbir anne, yavrusuna bakamaz; insanın duygusuz bir robottan farkı kalmazdı. Rabbimiz, sonsuz rahmetinin bir eseri olarak mahlûkâtını muhabbet bağıyla birbirine kenetlemiş, yarattığı her varlığın fıtratına muhabbet sırrından hisseler lûtfetmiştir.

Hayvanlar dahî yavrularını, bu muhabbet sırrından nasipleri sayesinde merhamet ve îtinâ ile bakıp büyütürler. Sırtında taşıdığı yavrularıyla akrep arasında; gözü ile bakarak büyüttüğü yavrularıyla bir yılan arasında bile bir muhabbet irtibâtı vardır.

Ne kadar ibretlidir ki bir tavuğun altına konulan ördek yumurtasından çıkan yavruyu bile anne tavuğun koruyup gözettiği; yavru ördek suya girse, anne tavuğun oradan uzaklaşmayıp kenarda sabırla yavrunun gelmesini beklediği görülmüştür. Yani akıl ve idrakten mahrum hayvanat arasında bile insiyâkî bir muhabbet bağı vardır.

Yine bir anne-babanın evlâdına, evlâdın anne-babasına, bir delikanlının nişanlısına, bir gencin sevip kendisine örnek aldığı bir kimseye de böyle bir kalbî alâkası vardır. İşte bütün bunlar, tabiî râbıta tezâhürleridir.

Hazret-i Ali’ye bir kadın gelerek telâşla:

“–Küçük oğlum dama çıktı; iyice kenara yanaştı. Çağırsam gelmeyecek; bıraksam yere düşüp parçalanacak! Ne yapayım?” diye sormuştu.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“–Ey hanım, onun emsâli bir çocuğu dama çıkar. Onu görünce yanına gelir. Sen de alıp kurtarırsın!” dedi.

Kadın, çocuğunun emsâli bir çocuğu dama çıkardı. Çocuk, kendi cinsini görünce, emekleyerek onun yanına geldi. Tehlike de böylece atlatılmış oldu.

Zira her cins, kendi cinsine tabiî bir muhabbet meyli içindedir. Mühim olan, muhabbeti doğru yerde kullanabilmektir.

Muhabbetin yanlış mecrâlarda ziyan edilmesi ise, süflî râbıtadır. Meselâ bir kumarbazın kalbinin devamlı kumarla meşgûl olup, o bataklık içerisinde çoluk-çocuğunu dahî unutması; bir sarhoşun insanlık şeref ve haysiyetini kaybedecek derecede kendisini içkiye kaptırması, süflî râbıtanın tipik birer misâlidir.

Bugün en çok rastlanan süflî râbıta örneklerinden biri de, menfî medyanın, televizyon ve internetin gayr-i ahlâkî yayınlarına olan aşırı düşkünlük, bağımlılık ve tiryâkiliktir. Ve maalesef günümüzde en çok âile ve toplumu ayakta tutan kıymet hükümlerini târumâr ederek büyük bir ahlâkî çöküntüye ve mânevî buhranlara sebebiyet vermektedir.

Dünyevî, fânî, hattâ nefsânî hususlarda bile böylesine tabiî bir muhabbet bağı varken, mâneviyatta bu bağın olmaması düşünülemez.

Nitekim, muhabbet sermâyesini sâlih zâtlara ve güzel örneklere yönlendiremeyenlerin, “Tabiat boşluk kabul etmez.” hakîkati mûcibince, yanlış örneklerin peşine düşüp onların menfî hâllerini benimsemesi kaçınılmazdır.

Bu sebepledir ki Cenâb-ı Hak, mü’minleri râzı olduğu ulvî râbıtaya teşvik ederek:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119) buyurmaktadır. Dikkat edilirse Cenâb-ı Hak; “sâdıklar olun” buyurmuyor. “Sâdıklarla beraber olun” buyuruyor. Çünkü sâdık olmak, sâdıklarla beraberliğin en tabiî neticesidir. Tıpkı fâsık/günahkâr olmanın da fâsıklarla beraberliğin en tabiî neticesi olduğu gibi…

Çünkü insan, tesire açık bir varlıktır ve beraberinde bulunduğu veya muhabbet beslediği kimselerin -müsbet veya menfî- keyfiyetinden mutlakâ bir hisse alır. Nasıl ki bir gül bahçesinde gezen insanın üzerine gül kokuları sinerse, sâlihlerin meclisinde bulunan veya o sâlih insanlara kalben muhabbet besleyen kimselerin gönüllerine de o güzel insanların feyz ve rûhâniyeti akseder.

Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, az önce sözünü ettiğimiz âyet-i kerîme ile ilgili olarak buyurur ki:

“Âyet-i kerîmedeki «Sâdıklarla beraber olun!» emri, dâimî bir sûrette beraberliği ifâde eder. Âyette «beraberlik», mutlak olarak zikredildiğinden, hem fiilî, hem de hükmî beraberliği ifâde eder. Fiilî beraberlik, sâdıkların meclisinde kalp huzûruyla fiilen bulunmaktan ibârettir. Hükmî beraberlik ise gıyâblarında da onların hâllerini tefekkür (ederek kalbî beraberliği temin) edebilmekten ibârettir.”

Râbıtanın gâyesi, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e ulaşan Allah dostları silsilesiyle mânevî irtibâtı kuvvetlendirerek bu beraberlikten feyz almaktır. Zira Allah dostlarıyla gerçek bir muhabbet irtibâtı içinde olmak, kişiye müstesnâ bir feyiz, rûhâniyet ve mânevî dirilik kazandırır.

Ulvî râbıtanın en güzel misâli, ashâb-ı kirâm ile Peygamber Efendimiz r arasındaki müstesnâ muhabbet bağıdır. Bunun sahâbe içindeki en zirve misâli ise şüphesiz ki Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ile Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- arasındaki kalbî irtibattır.

Nitekim Hazret-i Sıddîk, Peygamber Efendimiz’le kalbî beraberliği zirve seviyede yaşadığı için O’na hayran olmuş ve her şeyini O’na fedâ etmiştir. Vefâtından sonra dahî O’nu her an gönlünde yaşatmış, âdeta O’nun nefesini yüreğinde hissetmiştir. Şu hâdise, bu hâlin ne güzel bir misâlidir:

“Bir gün Ebû Bekir -radıyallâhu anh- minbere çıktı ve:

«–Biliyorsunuz ki Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- geçen sene aranızda şu benim durduğum gibi durmuştu…» dedi. Sonra gözlerine yaşlar hücûm etti. Sonra bu sözünü tekrarladı, fakat yine hıçkırıklar boğazında düğümlendi. Üçüncü kez tekrarladığında, yine kendini tutamayarak ağladı.” (Bkz. Tirmizî, Deavât, 105)

Yine Hazret-i Ebû Bekir’in şu sözleri, Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz ile kalbî beraberlik ufkunu ne güzel aksettirmektedir:

“Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i sevmek (O’na muhabbetle bağlanmak), riyâzat ve mücâhededen, Allah yolunda kılıç sallamaktan daha üstündür.” (Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, VII, 161)

Gönüller Sultânı Efendimiz’e kalbî râbıtası ziyâde olan sahâbîlerden biri de Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah -radıyallâhu anhumâ-’dır. O, çocukluğundan itibaren bütün hayatını Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i adım adım tâkibe adamış, -hikmetini bilsin veya bilmesin- Efendimiz’in yaptığı her şeyi yapma gayreti içinde yaşamıştır.

Meselâ; Efendimiz’in bir çeşmeden su içtiğini görmüş, o da zaman zaman o çeşmeye giderek su içmiş; Efendimiz’in bir ağacın altında gölgelendiğini görmüş, o da ara sıra o ağacın altında gölgelenmiş; yine Efendimiz’in mübârek sırtını bir kayaya yaslayıp biraz oturduğunu görmüş, o da bâzen uğrayıp o kayaya sırtını vererek bir müddet oturmuştur.

Ashâbın Peygamber Efendimizʼle olan kalbî irtibatları, Efendimizʼin hâllerinin kendilerine transfer olmasıyla, yani hâl in’ikâsıyla neticelendi. Bundan dolayıdır ki sahâbe-i kirâm, Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e samimiyetle; “Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyebilmekten, büyük bir haz ve lezzet duydular. Allah ve Rasûlü’nün yolunda her şeylerini fedâ etmeyi, canlarına minnet bildiler. “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfinin muhtevâsı içine girerek Efendimizʼle hâl beraberliği, fiil beraberliği, hissiyat ve fikriyat beraberliği içinde oldular.

Peygamber torunu Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-ʼın şu hâlet-i rûhiyesi de râbıtanın mânen olgunlaşmadaki müstesnâ mevkiine ne güzel işâret etmektedir:

“(Üvey) dayım Hind bin Ebî Hâle, Allah Rasûlü’nün hilyesini çok güzel anlatırdı. Kalbimin O’na bağlı kalması ve O’nun izinden gidebilmem için, dayımın Allah Rasûlü’nden bir şeyler anlatması, benim çok hoşuma giderdi.” (Tirmizî, Şemâil, s. 10)

Bu söz, fiilen râbıtaya işâret etmektedir. Zira Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-ʼin tasvîrini dinlemek, Oʼnunla kalbî bir bağ kurmak için en feyizli vesîlelerden biridir. Yani râbıta, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ve sahâbenin tatbikâtından alınmadır.

Fakat tasavvufî terbiyede çok ehemmiyetli bir usûl olan râbıta, bilhassa 19. asırdan itibâren bâzıları tarafından bir îman-küfür meselesi hâline getirilerek şiddetle tenkid edilmiştir. Hâlbuki râbıta, -daha önce de ifâde ettiğimiz üzere- gâyet tabiî bir psikolojik vâkıadır. Onun îtikadla bir alâkası yoktur. Bu hususta Ubeydullah Ahrâr Hazretleriʼnin şu sözü ne kadar mânidardır:

“Kalbi mal-mülk gibi dünyevî şeylere bağlı olan ve bunları düşünen kişi kâfir olmuyor da, kalbi bir mü’mine bağlamak (ve onun hâliyle hâllenmeye çalışmak) niçin küfre sebep olsun?”[1]

Velhâsıl tasavvufta râbıta, mürîdin mürşidine duyduğu muhabbeti dâimâ gönlünde tâze tutarak onun sâlih amellerini ve güzel hâllerini taklide çalışmasından ibârettir. Mürşide duyulan hürmet ve muhabbetin dâimâ tâze tutulması, mürîdin rûhuna müstesnâ bir heyecan kazandırarak vazîfelerini daha büyük bir aşk ve şevk ile yerine getirebilmesine vesîle olur. Zira sâlih zâtların sohbeti kadar muhabbeti de tesirli ve faydalıdır.

Râbıtanın asıl sermâyesi muhabbettir. Fakat her hususta olduğu gibi muhabbette de aşırıya kaçmak, kişiyi ifratlara sürükler. Bu sebeple râbıta, kendisini irşâd eden kişiye âdeta ulûhiyet izâfe edercesine aşırı davranışlara girmek değildir. Allah korusun, böyle bir muhabbet, kişiyi şirke sürükler. Mürşid, mürîd için sadece bir “vâsıta”dır. Vâsıtaya muhabbet duyma husûsunda haddi aşarak onu “gâye” hâline getirmek, son derece yanlıştır. Bu aynen, bir nehrin karşı yakasına geçmek için binilen kayığın, vasıta değil de gâye olarak kabul edilmesi kadar abes ve mantıksız bir durumdur.

Unutmamak gerekir ki fâil-i mutlak, yalnız Cenâb-ı Hak’tır. Peygamberler dışında her kul, âciz ve kusurludur. Hattâ peygamberler bile beşer olmak hasebiyle zelle[2] işlerler. Fakat ilâhî teminat altında olduklarından, Cenâb-ı Hakkʼın lûtfuyla hemen tashih edilir, doğruya yönlendirilirler. Dolayısıyla mâneviyat büyüklerine muhabbet ve hürmet ne kadar gerekliyse de, onları yüceltmede dînin ölçülerine riâyet etmek de son derece zarûrîdir…

Cenâb-ı Hak, fânî ve mecâzî muhabbetleri bile rızâsı muhtevâsında yaşayıp ilâhî muhabbetine vâsıta kılabilmeyi ve fenâfillâh sırrından hisseler alarak vuslatına erebilmeyi cümlemize ihsân eylesin.

Âmîn!


Dipnotlar:

[1] Ali bin Hüseyin Safî, Reşahât-ı Aynü’l-Hayât (thk. Ali Asgar Mu‘îniyân), Tahran 2536/1977, II, 636-637.

[2] Zelle, peygamberlerden sâdır olan gayr-i irâdî hatâlardır. Bunun pek çok hikmetleri vardır. Cenâb-ı Hak, bu zelleler vesîlesiyle, bâzen bir hükmün zâhir olmasını diler, bâzen peygamber de olsa kullarına acziyeti tattırarak onlara kulluklarını hatırlatır, bâzen de insanlara bu müstesnâ kulların da birer beşer olduklarını ve onların da beşeriyet îcâbı yanılabileceklerini göstererek onlara ulûhiyet izâfe edilmesine mânî olmayı murâd eder.