Peygamberlerin Son Çâresi: HİCRET (Nübüvvetin 13. Senesi) / Hicrete İzin Verilmesi ve Medîne’ye Hicret

HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER


İkinci Akabe Bey’ati’nden sonra müşrikler, müslümanların sığınıp kendilerini koruyacak bir yere hicret edeceklerini öğrenince, yaptıkları eziyetleri büsbütün artırdılar. Müslümanlar bu dayanılmaz işkenceler sebebiyle Mekke’de oturamayacak hâle geldikleri için, hâllerini Peygamber Efendimiz’e arz ettiler ve hicret için izin istediler.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allâh’ın izni ile müslümanlara Medîne yollarını işâret etti ve şöyle buyurdu:

“Bundan böyle sizin hicret edeceğiniz şehrin, iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi.” (Buhârî, Kefâlet, 4)

Onlara Ensâr ile, yâni Medîneli müslüman kardeşleriyle kucaklaşmalarını emretti ve:

“Allâh Teâlâ sizin için kardeşler ve huzur bulacağınız bir diyâr lutfetti!” buyurdu.

Bundan sonra müslümanlar, müşriklere hissettirmeden hazırlandılar, birbirlerine yardım ederek gizlice hicret etmeye başladılar.[1]

Çünkü müslümanların daha evvel hicret edip de hüsn-i kabûl gördükleri Habeşistan, cihânşümûl bir dîn için merkez olabilme şartlarını hâiz değildi. Medîne ise, hem siyâsî hem ticârî bakımdan ve daha birçok yönleriyle İslâm’a merkez olabilecek vasıfta bir şe­hirdi. Bu yüzden topyekûn hicret, o mübârek beldeye nasîb olacaktı.

Nitekim Medîne, müslümanlar için bir barınak ve sığınak mekânı hâline geldi. Böylece Mekkeli müşriklerin de korktukları başlarına gelmiş oldu. İslâm, Mekke dışına çıkmış ve Medîne’de büyük bir îtibar kazanmıştı. Bu, müşriklerin, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i yurdundan söküp atmak için rahatsız edip durmalarının kendileri için ne kadar büyük bir zarar ve kayıp olduğunu bir türlü anlayamamalarından kaynaklanıyordu. Hakîkaten bu, onlar için büyük bir kayıptı. Fakat göremiyor, duyamıyor, hissedemiyor, kavrayamıyorlardı.

Allâh Teâlâ, Rasûlü’ne buyurdu:

… وَاِذًا لاَ يَلْبَثُونَ خِلاَفَكَ اِلاَّ قَلِيلاً

“…Onlar da Sen’den sonra yurtlarında pek az kalabileceklerdir!” (el-İsrâ, 76)

Zavallı müşrikler, o anki güçlerine ve nefislerinin sultasına aldanarak müslümanları alay, istihzâ, tehdit, ambargo, şiddet ve işkence ile yıldırdıklarını sanıyor, böylece Mekke’deki nüfûzlarını muhâfaza ettiklerine inanıyorlardı. Oysa pek yakın bir zamanda nelere şâhid olacaklardı! Kendilerini mutlak ve mukadder bir mağlûbiyet ve perişanlık bekli­yordu…

Çünkü akın akın Medîne’ye giden müslümanlar, onlardan korktukları için değil, İslâm’ın temellerini en muhkem bir şekilde inşâ etmek üzere hicret ettiklerinin şuuru içindeydiler.

***

Hicret, hiçbir zaman zillet ve meskenet içerisinde çâresizce bir kaçış olarak anlaşılmamalıdır. Medîne, Muhâcirler için bir hicret yurdu, diğer mü’min kardeşleriyle birleşip toparlanarak, çıkartıldıkları topraklarda Allâh’ın dînini hâkim kılmak için yerleştikleri bir karargâhtır. 

Merhum şâir Necip Fâzıl, bu hakîkati bir şiirinde şu şekilde dile getirmektedir:

Hicret, yurt dışında aranan destek

Dâvâ sâhibine öz yurdu köstek

Merkezi dışardan sarmaktır murâd

Merkezin çevreden fethidir istek

Hicret, yurt dışında aranan destek…

Muhâcirler, bunun için mal-mülk, akrabâ, neleri varsa Mekke’de bırakıyorlardı. Kimi gizli, kimi açıktan açığa Medîne yollarına koyuluyordu.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- der ki:

“Muhâcirlerden hiç kimse bilmiyorum ki, gizli olarak hicret etmiş olmasın. Ömer bin Hattâb bundan müstesnâdır. O hicret edeceği zaman kılıcını kuşandı, yayını omzuna astı, oklarını ve mızrağını eline aldı ve Kâbe’ye gitti. Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri, o sırada Kâbe’nin yanında bulunuyorlardı. Ömer -radıyallâhu anh- Kâbe’yi yedi defâ tavâf ettikten sonra onların yanına vardı ve şimdiden gelecekteki zaferlerin ilk hamlesini gösterircesine müşriklere haykırdı:

«–İşte ben de Medîne’ye gidiyorum! Anasını ağlatmak, hanımını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyenler arkama düşsün, şu vâdinin arkasında karşıma çıksın!»

Ancak hiç kimse O’nun ardına düşüp tâkib edemedi.” (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV, 152-153)

Medîneliler, Mekke’den gelen kardeşlerini kucaklayarak karşılıyor, onlara cân u gönülden yardım ediyorlardı. Bu yüzden Mekkeli müslümanlara “Muhâcir”, Medîneli müslümanlara ise, yardım edenler mânâsına “Ensâr” denildi.

Allâh Teâlâ buyurur:

وَالسَّابِقُونَ اْلاَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَاْلاَنْصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُمْ بِاِحْسَانٍ رَضِىَ اللهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ وَاَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى تَحْتَهَا اْلاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ

(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen ilk Muhâcirler ve Ensâr ile onlara ihsân ile tâbî olanlar var ya, işte Allâh onlardan râzı olmuştur; onlar da Allâh’tan râzı olmuşlardır. Allâh onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)

***

İslâm âlimleri, müslümanların hicret etmelerine izin verilmesinden, şu hükümleri çıkarmışlardır:

Hicret, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in döneminde farz idi. Onun farziyyeti kıyâmet gününe kadar bâkîdir. Mekke’nin fethi ile sona eren hicret ise, sâdece Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devrine mahsustur.

Bir müslümanın ezan, cemaat, oruç, namaz ve diğer İslâmî hükümleri yerine getiremediği bir yerde kalmaya devâm etmesi câiz değildir. Cenâb-ı Hakk’ın şu âyeti bu hususta delildir:

اِنَّ الَّذِينَ تَوَفَّيهُمُ الْمَلَئِكَةُ ظَالِمِى اَنْفُسِهِمْ قَالُوا فِيمَ كُنْتُمْ قَالُوا كُنَّا مُسْتَضْعَفِينَ فِى اْلاَرْضِ قَالُوا اَلَمْ تَكُنْ اَرْضُ اللهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُوا فِيهَا فَاُولَئِكَ مَأْوَيهُمْ جَهَنَّمُ وَسَاءَ تْ مَصِيرًا اِلاَّ الْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاءِ وَالْوِلْدَانِ لاَ يَسْتَطِيعُونَ حِيلَةً وَلاَ يَهْتَدُونَ سَبِيلاً

“Melekler, kendilerine zulmeden kişilerin canlarını aldıklarında, onlara, «Ne işte idiniz?» derler. Onlar da: «Biz yeryüzünde zayıf kimselerdik.» derler. Melekler: «Allâh’ın arzı geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz ya!» derler. İşte bunların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü gidiş yeridir. Ancak gerçekten âciz ve zayıf olan, çâresiz kalan ve hicret etmeye yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar müstesnâ.” (en-Nisâ, 97-98)

Bu âyette, Medîne’ye hicret etmeyerek müşrik bir cemiyet içinde kalanların, kendilerine zulmettikleri bildirilmektedir. Bunlar, rahatlarını, alışkanlıklarını, âilelerini, mal-mülk ve menfaatlerini dinlerine tercih ediyorlardı. Bu sebepten “Biz yeryüzünde zayıf kimselerdik.” şeklinde ileri sürdükleri mâzeretleri kabûl edilmemiştir. Bununla birlikte hakîkaten hicrete güç yetiremeyen yaşlı, zayıf erkek, kadın ve çocukların mâzeretleri kabûl edilmiştir.

Hicret hâdisesinden çıkarılan bir başka hüküm ise, müslümanların ülkeleri ve memleketleri her ne kadar ayrı ol­sa bile, diğer müslümanlara mümkün olduğu müddetçe yardım etme­lerinin farz olmasıdır. İslâm âlimleri, müslümanların yeryüzünde herhangi bir yerde zulüm gören, esir olan veya ezilen mü’min kardeşlerine yardım etmeye muktedir olup da yar­dım etmedikleri takdirde, büyük bir günâha girecekleri husûsunda icmâ etmişlerdir.

Varlık Nûru -aleyhissalâtü vesselâm-, Hicret’e büyük ehemmiyet atfetmiş, Mekke’nin fethine kadar bütün müslümanların Medîne’ye hicret etmesini istemiştir. Çünkü Medîne dışındaki yerler küfür diyârı idi ve müslümanların o diyarlarda inançlarını öğrenip yaşamaları çok zordu.


[1] Bkz. İbn-i Hişâm, II, 76; İbn-i Sa’d, I, 226.


HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER