Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Vazifeleri

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

PEYGAMBERİMİZʼİN VAZİFELERİ

Peygamberleri Cenâb-ı Hak üç vazifeyle gönderiyor -âyette-. (Bkz. Âl-i İmrân, 164)

Birincisi:

Topluma geliyor; Allâhʼın âyetlerini okuyor, emirlerini bildiriyor. Îmân edenler ediyor, etmeyenler nefsânî arzularının esiri olanlar etmiyor, diğerleri ediyor.

Îmân edenlere ikinci vazifesi, çünkü O; “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet) olacak, rahmet tevzî edecek o müʼminlere.

وَيُزَكِّيهِمْ (“…Onları (kötülüklerden) arındıran…” [Âl-i İmrân, 164])

Peygamber, iç âlemlerini temizliyor. Duygularını temizliyor. İşte câhiliye insanının duyguları nasıldı, duyguları ne hâlden ne hâle geldi?

Dünya bir imtihan sınıfı. Cenâb-ı Hak insanı yaratmadan evvel şu kâinâtı, şu cihânı insan için hazırladı. İnsanın endam aynası şu kâinat. İnsanın ne ihtiyacı varsa Cenâb-ı Hak o ihtiyacını, -ilâhî azameti tefekkür etmesi için- çiçeklerle, atmosferle, muhtelif şeylerle Cenâb-ı Hak kâinâtı hazırladı. Ondan sonra insan Dünyaʼya gönderildi.

Duygulu bir insan olacak. İç âlem temizlenecek.

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

((Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 8-9])

Fücur, Allahʼtan uzaklaştırıcı, bütün temâyüller silinecek, takvâ hâli yaşanacak.

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

İç âlem temizlenecek. Çiçekler gibi zarif olacak. Şu çiçek niye konuluyor buraya? Bir güzellik vermesi için. Bir huzur tevzî etmesi için. Bir müʼmin de her girdiği yerde o şekilde olacak. İşte;

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

İç âlem temizlenecek, duygular temizlenecek. Kelime-i tevhîd, yerine oturacak.

Efendimiz buyuruyor:

“Kim kelime-i tevhidle vefât ederse «دَخَلَ الْجَنَّة» Cennetʼe girer.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 23:1)

“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, öyle haşrolunursunuz.” buyuruyor. (Münâvî, Feyzü’l-Kadir, V, 663)

Bir, kelime-i tevhidle yaşanacak, baştan “لَا اِلٰهَ” oluyor: Allahʼtan uzaklaştırıcı her şey kalpten silinecek. Kalp, bütün kerâhatlerden temizlenecek. Mükerrem olacak. Muhteşem olan Cennetʼle lâyık hâle gelecek. “لَا اِلٰهَ” ile başlıyor. Baştan iç âlem temizlenecek. Gurur, kibir, nemîme (söz taşıma), gıybet vs… Bütün o benzeri kötü huylardan kalp temizlenecek. “اِلَّا اللهُ” : kalp, cemâlî sıfatların mazharı olacak. En çok “rahmân ve rahîm” esmâsının mazharı olacak. Çünkü Kurʼân-ı Kerîmʼde en çok geçen “rahmân ve rahîm” esmâsı…

“اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ” diyoruz. Hemen بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ diyoruz. “Rahman ve Rahîm olan Cenâb-ı Hakkʼın ismiyle” diyoruz. Cenâb-ı Hak “rezzâk” sıfatını bildirmiyor burada; “rahmân, rahîm” bildiriyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

(“Hamd (övme ve övülme), Âlemlerin Rabbi Allâhʼa mahsustur.” [el-Fâtiha, 2]) diyoruz. Arkadan hemen;

اَلرَّحْمٰـنِ الرَّحِيمِ

(“O, rahmândır, rahîmdir.” [el-Fâtiha, 3]) diyoruz.

Demek ki kul, bir merhamet, bir şefkat tevzî edecek. İnsanlığın göz bebeği olacak. Bunun neticesinde de, üçüncü madde, üçüncü terbiye:

Kitap ve hikmeti telâkkî ettirecek.

Yani Kurʼânʼla derinleşecek. Nasıl, bir dalgıç, denizin her indiği merhalesinde ayrı ayrı manzaralar görür. Sahilde kalan ise yalnız sahilin sathını görür. Fakat dalgıç, indiği her merhalede ayrı ayrı manzara görür. İşte kul da Kurʼân-ı Kerîmʼden hikmetler devşirecek.

Hikmet nedir? Bütün olan hâdise, eşyâ, vukuat, hepsinin sırrî tarafına âşinâ olacak. İşte bir mükemmel insan olacak. Muhteşem insan olacak.

İşte ashâb-ı kirâm. Bu sebeple insanda Cenâb-ı Hak iki kötü sıfatın bulunduğunu bildiriyor. Biri “ظَلُومًا جَهُولًا”

İnsan çok zâlim. Eğer fücurda giderse çok zâlim. Kendi kendini Cehennemlik edecek. Ebedî hayatını mahvedecek. İmtihan olduğunun farkında değil. Niye dünyaya geldi? Kim getirdi dünyaya? Kimin mülkünde yaşıyor? Rızkını kim veriyor? Gidiş nereye? Bunun bir gafleti içinde fücurda yaşıyor. İşte bu “ظَلُومًا” kendisine zulmediyor.

جَهُولًا: Kendisine bu kadar nîmeti, bu kadar ihsânı, bu kadar ikrâmı veren Cenâb-ı Hakkʼı tanıyamıyor.

Yaratılış (gâyemiz);

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana [Allâhʼa] kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56]) Allâhʼa kul olmak.

لِيَعْرِفُونِ (Beni [Allâhʼı] bilsinler diye…) Cenâb-ı Hakkʼı kalpte tanıyabilmek…

Kalp, merhaleler katedecek. Mârifetullah, kalpten bir pencere açılacak. Cenâb-ı Hakkʼı yakından tanıyacak.

İşte Mevlânâ; “Hamdım, piştim, ve yandım.” diyor. Rasûlullah Efendimizʼi yakından tanıyor. “Oʼnun (diyor), ayağının tozu, toprağı olayım.” diyor.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- mârifetullâhʼın zirvesine çıkıyor. “Bana mârifetullahʼta, daha öteye bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olayım.” buyuruyor. Nasıl bir lezzet ki, “Kırk yıl kölesi olayım.” buyuruyor.

Velhâsıl, demek ki Rabbimiz, bize bu “ظَلُومًا جَهُولًا” gafletten bizim temizlenmemizi arzu ediyor. O gafletle Cennetʼe Cenâb-ı Hak bizi dâvet etmiyor.

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) buyuruyor. Rafine olmuş bir kalp istiyor. Tasfiye olmuş, tezkiye olmuş bir kalp istiyor. Temizlenmiş bir kalp istiyor.

Nasıl Cenâb-ı Hak dünyaya tertemiz getiriyor bir yavruyu; ibadetlerle, tâatlerle, güzel ahlâk, muâmelâtla, huzûruna tertemiz gitmemizi arzu ediyor.

Onun için Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! Allâhʼın azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ sahibi olun, ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor. Sakın başka türlü can vermeyin. Çünkü bir sefer can vereceğiz. Dünyada bir imtihana gireriz, kaybederiz, tekrar gireriz, tekrar kazanırız, tekrar şey yaparız. Fakat can vermek bir sefer. Onun tekrarı yok.

O nasıl olacak? Nasıl Cenâb-ı Hak bize bir şey veriyor, yol veriyor:

“…Siz (diyor) Allâhʼın dînine yardım ederseniz (yani dîni, İslâmʼı yaşarsanız, yaşatırsanız, kâmil, kâmile olursanız, o zaman) Allah da size yardım eder, ayağınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyuruyor.

Demek ki dâimâ insanın ayağı, kaygan bir zemin üzerindeyiz. Nereye kadar? Son nefese kadar. Allah korusun bir harp esnâsında bir mayın tarlasından geçmeye mecbur kalsak, dâimâ toprağa yumuşak yumuşak basarız ki aman altımızda bir mayın patlamasın. Cenâb-ı Hak bize onun için de en güzel bir üsve-i hasene Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi bize ikram etti, ihsan etti.

Cenâb-ı Hak bizden ne istiyor?

Tâvizsiz bir akâid istiyor. Sarsılmayacak, bozulmayacak. Bir menfaat karşısında yamulmayacak bir akâid istiyor.

Cenâb-ı Hak nasıl bir akâid istiyor? Bize misallerini veriyor; Firavunʼun sihirbazlarını veriyor.

Firavun, saltanatını korumak için, saltanatını muhafaza etmek için Mûsâ -aleyhisselâm-ʼın karşısına sihirbazları çıkarttı. Etrafını topladı:

“‒Mûsâ (dedi), benim şeyimi kabul etmiyor tanrılığımı. Hattâ Mûsâ kâfir oldu (dedi) etrafına, benim tanrılığımı kabul etmedi (dedi) Firavun. Onun için…” dedi, bir icmâ yaptı, topladı. Onlar da dediler ki;

“‒Biz senin tanrılığını devam ettirelim, sakın insan olma sen, tanrı olarak devam et.” dediler. “Mûsâ büyük sihirbazdır.” dediler. “Biz (dediler) Mısırʼın sihirbazlarını toplayalım, Mûsâʼyı onlar nasıl olsa alt ederler. Sen de tanrılığına devam edersin.” dediler.

Bir bayram sabahı bir tarafta Mûsâ -aleyhisselâm- bir tarafta sihirbazları topladılar. Firavun sihirbazların yanına geldi:

“‒Kazanacak mısınız?” dedi. Onlar da dedi ki:

“‒Bir sihirse biz üstadız (dediler). Bizden daha öteye sihir bilen yok. Biz kazanırız, sen de tanrılığına devam edersin (dediler). Fakat bize ne vereceksin?” dediler.

Firavun da:

“‒Mısır hazinelerini dökeceğim, siz gözdelerden olacaksınız.” dedi.

Sihirbazlar baktılar Mûsâ -aleyhisselâm-ʼa; temiz bir nâsıye, temiz bir sûret, bir iltifat ettiler:

“‒Yâ Mûsâ (dediler), baştan sanatını sen mi göstereceksin, biz mi gösterelim?”

Mûsâ -aleyhisselâm-:

“‒Atın atacağınızı, gösterin.” dedi.

Onlar da sopalarını attılar, meydanda sopalar döndü, ne var ne yok sopalar yuttu.

“‒Hadi Mûsâ (dediler), sıra sende, sen de sanatını göster.” dediler.

Mûsâ -aleyhisselâm- bir ürktü, ilâhî azamete sığındı. Cenâb-ı Hak:

“‒Mûsâ! (buyurdu) Elindekini at.” buyurdu. Mûsâ -aleyhisselâm- asâyı attı.

İhtiyar sihirbaz dedi ki, üstad sihirbaz avenelerine, yardımcı sihirbazlara:

“‒Bana (dedi) Mûsâʼdan, asâdan haber verin. Mûsâ ne durumda, asâ ne durumda?”

Avene sihirbazlar dedi ki:

“‒Mûsâ bir tarafta büyük bir haşyetullah içinde, bir heyecan içinde, bir titreme içinde, dehşetli bir an seyrediyor. Asâ da dolaşıyor ortada, ne var ne yok yutuyor ve karnı da şişmiyor.”

Yaşlı sihirbaz döndü Firavunʼa:

“‒Bu (dedi), sihir değildir (dedi). Bu gökten inen bir hâdisedir, biz Mûsâʼnın ve Hârunʼun Rabbine secde ediyoruz.” dedi.

Firavun kızdı, öfkelendi:

“‒Mûsâʼnın Rabbine secde için siz benden izin aldınız mı?” dedi. “Sordunuz mu bana?” dedi.

Onlar da dediler ki:

“‒Biz bu kadar apaçık hâdise karşısında size sormamıza lüzum yok.” dediler.

Firavun dedi ki:

“‒O zaman sizin kollarınızı bacaklarınızı çapraz olarak kestireceğim.” dedi. “Kan revân içinde hurma dallarına astıracağım.” dedi. “Size azâbın en çetinini tattıracağım.” dedi.

Onlar da dediler ki:

“‒Firavun! Biz nasıl olsa Rabbimize döndürüleceğiz. Sen, fiilinde serbestsin. Yapacağını yap.” dediler. “Biz îmânımızdan, bu hakikat önünde îmânımızdan bir fire vermeyiz.” dediler. “Bir tâviz vermeyiz.” dediler.

Firavun, kolları bacakları çapraz kestiriyordu. Bir taraftan onlar kan revan içinde, (ortalık) bir kan gölüne döndü. Sihirbazlar en ufak bir tâviz vermekten korktular, îmanlarını kaybetmekten, îmânlarını zedelemekten korktular:

رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ

Dediler. “…Yâ Rabbi (dediler) bizim üzerimize sabır dök, sabır yağdır (dediler). Ve canımızı müslüman olarak al.” (el-A‘râf, 126) dediler. Cenâb-ı Hak bunu dört âyette bildiriyor bu misâli.

Yani demek ki Cenâb-ı Hak bizden öyle bir akâid istiyor. Sarsılmaz bir, Cenâb-ı Hakkʼa bir teslîmiyet, güven istiyor.

Ashâbuʼl-Uhdûdʼu bildiriyor Cenâb-ı Hak. Hendeklerde yakılanları bildiriyor. Nasıl bir îmandan tâviz vermediler.

Yâsînʼin ikinci sayfasında Habîb-i Neccârʼı bildiriyor. Taşlanarak vefât ederken, şehîd olurken:

“‒Yâ Rabbi (dedi, kavmine acıdı), keşke (dedi), Allâhʼın bana olan ikramını kavmim bilseydi.” dedi. (Bkz. Yâsîn, 20-27)

Velhâsıl Cenâb-ı Hak bizden birincisi; bir akâid istiyor. Sağlam bir îmân istiyor. Tabi bu sağlam îmân için bir ibadet, bir kalp feyz alacak, rûhâniyet alacak.

Daha evvelki kardeşlerimizin belirttiğine göre, namaz ayrı bir güzellik olacak. Oruç ayrı bir güzellik olacak. Hayır-hasenat, zekât, sadaka ayrı bir güzellik olacak. Hac, umre bizi bir kefen iklime götürecek. Bunlarla bizim rûhumuz gıdalanacak. Akâidimiz güçlenecek.

Dâimâ “Aman yâ Rabbi!” diyeceğiz. Kâinattan bize manzaralar açılacak. Rûhânî vitrinler seyredeceğiz. Şeytânî vitrinler seyretmeyeceğiz. Bir Güneşʼin doğuşu, batışı, nasıl bir âlem, nasıl bir gece-gündüz dönüyor? Ne tâmirhâneye gidiyor, ne bozuluyor, ne eriyor, ne takdim-tehir var, ne gecikme var, ne şey var. Her şey öyle. İlâhî azamet…

Kalp, ilâhî vitrinleri seyredecek. Şeytânî vitrinlerden kalp kurtulacak. Rûhânî bir tefekkür başlayacak.

Muâmelâtta bir düzgünlük başlayacak. Allah Rasûlü ona örnek şahsiyet olacak. Cenâb-ı Hak;

“En yüce bir ahlâk, (en muhteşem bir ahlâk) üzeresin.” (el-Kalem, 4) buyuruyor.

Allah Rasûlüʼnü dâimâ bir örnek alacağız her hâlimizde:

“-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- benim bu hâlimi görse beni, tebessüm eder miydi?

Bu ticârî hayatımı görse tebessüm eder miydi?

Evlâtlarımı bu şekilde yetiştirmemi görse tebessüm eder miydi?

Aile yapıma tebessüm eder miydi? Benim ağzımdan çıkan kelâmlara tebessüm eder miydi, üzülür müydü yoksa?

Çünkü O, raûf ve rahîm… Bir annenin-babanın şefkatinden daha şefkatli.

“…İsrâfil Sûrʼu üfürünceye kadar kabrimde «ümmetî, ümmetî» diyeceğim…” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)

Biz o zaman ne kadar “Peygamberʼim, Peygamberʼim” diyeceğiz? Ne kadar rahmet taşıracağız?

Yine Efendimiz bize, bir ricâsı var bizden:

“…Günah işleyerek benim yüzümü kara çıkartmayın kıyamet günü…” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Demek ki ne kadar bir sadâkat göstereceğiz.

O sadâkatle “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet)in, rahmet taşıran bir ümmeti olacağız…