Paslı Kalbin Cilâsı: ZİKRULLAH

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2016 Ay: Şubat Sayı: 132

KÂİNÂTIN ZİKRİ

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Yedi kat gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbîh eder. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir varlık yoktur. Ne var ki, siz onların tesbîhini anlayamazsınız! Şüphesiz ki O, Halîm (azapta hiç acele etmeyen)dir, Gafûr (çok bağışlayan)dır.” (el-İsrâ, 44

Kâinatta bizim canlı-cansız diye ayırdığımız her varlık, Allâh’ı zikir ve tesbîh eder. Kâinat zikrullah tecellîleriyle doludur.

Bir atomu, sonsuz kere büyüttüğümüzde karşımıza âdetâ sonsuz bir gökyüzü çıkar. Gökyüzü de sonsuz kere sonsuz küçültüldüğünde bir atomun ihtişamı meydana gelir. Hepsi bir yörüngede idrâk ötesi bir süratle dönen, hiçbiri diğerine çarpmayan binlerce yıldız aynı noktada, aynı âhenkte, aynı zikirde.

Mü’minler de Beytullâh’ın etrafında tavâf ederek bu ibâdet coşkusuna iştirâk ederler.

Ay, güneş, gezegenler, yıldızlar ve bütün varlıkların temeli olan atomlardaki bu deveran; Hay ve Kayyûm olan Allâh’ı her an tesbîh edişleridir.

Gönül hassâsiyeti inkişâf etmiş olan ârifler, her seste Allâh’ı tesbih sesini duyar ve hissederler.

Yûnus Emre Hazretleri varlıkta zikri işitmenin neticesinde şu terennümlerde bulunur:

Şol cennetin ırmakları,

Akar Allah deyû deyû…

Çıkmış İslâm bülbülleri,

Öter Allah deyû deyû…

Salınır Tûbâ dalları,

Kur’ân okur hem dilleri,

Cennet bağının gülleri,

Kokar Allah deyû deyû…

Hazret-i Mevlânâ sair mahlûkātın seslerini de zikir olarak tefsir ederek şöyle der:

“Kuşların sultanı leylektir. Onun «lek, lek»leri nedir, bilir misin? O;

Hamd ü lek, şükrü lek, mülkü lek, yâ Müsteân! (Yani hamd Sana, şükür Sana, mülk Sen’in ey kendisinden yardım beklenen Rabbim!) demektir.”

Hakikaten bülbüllerin bir damlacık yüreklerinden dökülen feryat nağmeleri, kumrulardan yayılan «hû, hû»lar, leyleklerin «lek, lek»leri, alıcı gönüller için ne duygulu tesbihlerdir.

Şu menkıbe ifade eder ki, gönül gözleri zikrullah ile cilâlanmış Hak dostları nebâtâtın zikrine de şahitlik ederler:

«KIYAMADIM»

Bir gün Üftâde Hazretleri, müridleriyle beraber bir kır sohbetine çıkmıştı. Dervişlerinden kırın en güzel yerlerini dolaşarak birer demet çiçek getirmelerini istedi. Bir müddet sonra her biri ellerinde güzel çiçeklerle geldiler. Ancak Kadı Mahmud Efendi’nin elinde sadece sapı kırılmış, solgun bir çiçek vardı. Diğerlerinin ellerindekileri neşeyle hocalarına takdiminden sonra Kadı Mahmud, boynunu bükerek bu kırık ve solmuş çiçeği Üftâde Hazretleri’ne takdim etti. Üftâde Hazretleri diğer mürîdânın meraklı bakışları arasında sordu:

“–Evlâdım Mahmud! Arkadaşların güzel güzel çiçekler getirdikleri hâlde sen niçin sapı kırık, solgun bir çiçek getirdin?”

Kadı Mahmud edeple boynunu büküp cevap verdi:

“–Efendim! Size ne takdim etsem azdır. Ancak hangi çiçeği koparmak için elimi uzattıysam, onun; «Allah, Allah!» diyerek Rabbini zikrettiğini işittim. Koparıp da zikirlerine mânî olmaya gönlüm râzı olmadı. Çaresiz ben de elimdeki, zikrine devam edemeyen şu çiçeği getirmek zorunda kaldım.”

Kadı Mahmud, Aziz Mahmud Hüdâyî olma yolunda böyle tecellîlere mazhar olmaktaydı.

Yûnus Emre’nin de «Sarı Çiçek»
le konuştuğu mâlûm ve mâruftur.

Yine Hazret-i Mevlânâ; «ney»in sesinde, insan rûhunun ezelî vatanından ayrılığının figanlarını ve muhabbetullah ateşinin yanıklığını duymuş ve bunları dile getirerek Mesnevî’sini söylemeye başlamıştır.

Cansız sandığımız varlıkların zikirlerini Hazret-i Dâvûd’un hayatında da görmekteyiz. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Doğrusu Biz akşam-sabah onunla beraber tesbîh eden dağları, toplu hâlde kuşları, onun emri altına vermiştik. Hepsi O’na yönelmiştir.” (Sâd, 18-19)

Rivâyet edilir ki:

Allah Teâlâ, Dâvud -aleyhisselâm-’a verdiği güzel sesi yarattıklarından hiçbirine vermemiş olduğu için; Hazret-i Dâvûd’un nağmeleri dağlara ulaşınca, dağlar bu sesi işitmenin zevkinden onun zikir ve tesbîhine katılırlardı. Bu nağmeleri duyduğunda kuşlar da tesbih ve takdis ifade eden nağmelerle şakıyıp ötmeye başlarlardı. Vahşî hayvanlar da Hazret-i Dâvûd’un sesini işitip boyunlarından tutulacak kadar ona yaklaşırlardı. Hâsılı, tüm varlıklar istîdatları ölçüsünde mârifet ve hâl akışını (feyezan) kabule elverişlidirler. (Rûhu’l-Beyân, Sâd, 18-19)

Bu hâl, o idrâke sahip gönüllere bambaşka sırlar fısıldar. Nitekim;

Varlıktaki zikri işiten Hak dostlarından Mevlânâ Hazretleri; bir gün, bir kuyumcu dükkânı önünden geçerken işittiği çekiç sesinin nağmelerindeki zikirden vecde gelip huşû içinde semâ ederek Allâh’ı zikre dalmış, öğleden ikindiye kadar uzun bir vakit kâinattaki umumî zikrin âhengine bürünmüştü.

Erbâb-ı gönül der ki:

Hazret-i Mevlânâ’nın bu hâli, Hazret-i Dâvûd’un mazhar olduğu tecellîden bir ilâhî nasip idi. O nasiple Hazret-i Mevlânâ, yanık bir ney gibi nice hikmet ve sırların lisânı olmuş ve bir ömür; «hamdım, piştim, yandım» diye ifade ettiği bir mâhiyette yaşamıştır.

Varlıkların zikri ve onlara şahit oluş, Peygamber Efendimiz’i tasdik ve O’na olan dâsitânî aşkın mûcizevî bir hakikatidir:

Ebû Cehil’in elindeki taşlar; Efendimiz’in peygamberliğini, dile gelip tasdik etti. Mesciddeki hurma kütüğü; yerine bir minber yapılmasından dolayı, Efendimiz’den ayrı düştüğü için ağladı.

Bundan sonrasını, Hazret-i Mevlânâ bir hicran hâli olarak müşahhaslaştırarak şöyle îzah eder:

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- , minberden indi ve mübârek elleriyle hurma kütüğünü okşayarak:

“–Ey hurma kütüğü! Ne istiyorsun? Bu feryâdın niye? Nedir bu hâlin?” diye derin bir anlayışla sordu.

Hurma kütüğü, kendi hâl lisânı ile konuşmaya başladı. Sıcak gözyaşları içinde dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Senin hicrânın beni yaktıkça yaktı. İçime tarifsiz bir gam, keder ve hasret doldurdu. Daha evvel hutbe vakitlerinde senin dayandığın o tâlihli ve mesut direk bendim. Şimdi ise beni terk ettin; bir minbere yükseldin. Şimdi senin mesnedin o minberdir. Fakat ey Allâh’ın Rasûlü! Lutfen ve merhameten bana hak ver, dünyada hangi varlık senin bu hicrânına tahammül edebilir?”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- , hurmanın bu derûnî muhabbet feryâdı karşısında onu tesellî sadedinde şöyle buyurdu:

“–Ey hurma kütüğü! Mademki feryâdın böyle bir ayrılık acısındandır, dile benden, ne dilersen!..

İster misin, Allâh’a yalvarayım da; seni doğunun ve batının bütün insanlarına meyve yetiştiren yemyeşil, dipdiri bir ağaç yapsın? Yahut seni bir cennet fidanı, cennette bir servi fidanı yapsın ki, sonsuzluğa kadar en güzel, en taze vücutlar gibi genç ve dilber kalasın!..”

Bu iltifâta mazhar olan hurma kütüğü, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ’den, yakıcı ve kavurucu aşkının bir tezâhürü olarak şu talepte bulundu:

“–Yâ Rasûlâllah! İkisini de istemem. Tek arzum, sende fânî olmak, bunun için de beni gömüp yok etmen, beni bu fânî vücudumdan kurtarmandır. Çünkü bir ağaç ne kadar taze ve güzel olursa olsun gıdasını güneşten ve sudan alır. Hâlbuki benim hayatım, Sen’in nûrâniyetinin nûruyla beslendi. Sana destek olmanın, Sen’in hararetinle ısınmanın, Sen’de yanıp kavrulmanın lezzetini tattı. Ben artık bu hoş ve tatlı hazdan ayrılamam. Dâimâ bâkî olanı isterim. Beni öylesine göm ve yok et ki, Sen’de, Sen’in biricik nûrun içinde dirilip ebedî olayım.”

“Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- , o hurma kütüğünü toprağa gömdürdü. Tâ ki kıyâmet gününde insan gibi dirilsin!”

İşte cansız zannedilen varlıklardaki zikir ve aşk hâli.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in talebesi Abdullah İbn-i Mes’ûd -radıyallahu anh-’ın şu beyânı da, bu zikirleri işitebilecek rûhâniyete işaret eder:

“Bize Allah Rasûlü’nden öyle hâller in‘ikâs etti ki, yenen lokmaların zikrini duyuyorduk.” (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25)

Muhyiddîn-i Arabî -kuddise sirruh- da bu hususta şöyle buyurur:

“Bütün varlıklar kendilerine has bir sûrette Allâh’ı zikrederler. Fakat bu hususta varlıklar farklı seviyelerdedir:

Mahlûkat içinde gafletten en uzak olanı cemâdattır. Çünkü onlar, yemek-içmek, hava teneffüs etmek gibi ihtiyaçlardan müstağnîdirler.

Cemâdattan sonra nebâtat gelir ki, ihtiyaç başlar. Zira; toprak, su ve güneşten aldıkları gıdaları ilâhî tayinle terkip edip rengârenk çiçekler, yapraklar ve meyveler vücuda getirirler.

Daha sonra hayvanat gelir. Bunların hayatî fonksiyonları nebâtattan daha mütekâmildir. Bundan dolayı ihtiyaçları çoğalmıştır. Nefsâniyet artmıştır.

İnsanın ihtiyaçları ise bitmek tükenmek bilmez. Benlik, hayâlât ve dünyevî ihtiraslar onu devamlı gaflete sevk eder.”

Kâinatta her şeyin Cenâb-ı Hakk’ı zikrettiğinin şuur ve idrâki; günümüzde her şeyi maddeden ibâret görerek, mâneviyâtı inkâr eden materyalist felsefeye de muazzam bir cevaptır. Fizikî âlemin kaidelerine istinâd ederek, o kaideleri vaz eden Cenâb-ı Hakk’ı inkâr etme cehâletini gösterenlere; Hazret-i Mevlânâ, her şeyin Cenâb-ı Hakk’a teslîmiyet ve ubûdiyetini anlatır:

“Allah seni bir avuç toprak iken nasıl insan yaptı? Bütün toprakları ve cansız sandığın şeyleri de böyle bilmek ve tanımak gerek. Gördüğümüz cansızların hepsi de, bu yanda; yani bize, bu âleme göre cansızdır, ölüdür. O yanda, hakikat âleminde canlıdırlar. Burada susup duruyorlar, orada konuşmaktadırlar.

Allah onları o taraftan bizim tarafa gönderince, Musa -aleyhisselâm-’ın asâsı gibi bi­ze karşı ejderhâ olurlar.

Dağlar, Hazret-i Dâvûd’un sesine ses verir, onunla beraber ilâhî okur. De­mir, onun avucunda mum gibi yumuşar.

Rüzgâr, Hazret-i Süleyman’a hamal olur, onu taşır. Deniz, Hazret-i Musa’ya söz söyler, onunla konuşur.

Ay, Hazret-i Ahmed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ’in işaretini görür ve ortasından ikiye ayrılır. Nemrud’un ateşi İbrahim -aleyhisselâm-’a gül bahçesi olur.

Toprak, Kārûn’u ejderhâ gibi sömürür yutar. Hannâne direği (hurma kütüğü) akıl fikir sahibi olur; Peygamber Efendimiz’den ayrı düşünce ağlar, inler.

Taş, Hazret-i Ahmed -aleyhisselâm-’a selâm verir. Dağ, Yahya -aleyhisselâm- a söz söyler.”

Hazret-i Mevlânâ; cansız gibi görünen varlıkları, lisân-ı hâl ile gafil insanlara şöyle söylettirir:

EY GAFİL İNSAN!

“Cansız gibi görünen varlıklar insanlara şöyle derler:

«Ey gafiller! Siz cansızlar tarafına gidiyorsunuz. Yani altın, gümüş, mevki, şöhret peşinde koşuyorsunuz. Cansızların canına ve rûhânî olan diline nasıl mahrem olabilirsiniz, onların zikir ve tesbihlerini hangi ku­lakla dinleyebilirsiniz?

Siz madde âlemini bırakınız, canlılar âlemine gidiniz de, âlemin «cüz»lerinin tesbihlerini ve vecd hâlinde zikirlerini işitiniz!»”

Hakikaten, dağlar ve taşlar dahî Allâh’ı zikrederken; Cenâb-ı Hakk’ın ruh verdiği, şekilsizlikten en güzel şekle getirdiği, ahsen-i takvîm üzere yarattığı insanın, Allah’tan gafil olması ne hazin bir ziyandır.

Eşya dahî Allâh’a koşarken, insanın eşya peşinde koşması ne büyük bir israftır!..

Âyet-i kerîmede buyurulur:

يَٓا اَيُّهَا الْاِنْسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَر۪يمِۙ ﴿٦﴾ اَلَّذ۪ي خَلَقَكَ فَسَوّٰيكَ فَعَدَلَكَ ﴿٧﴾ ف۪ٓي اَيِّ صُورَةٍ مَا شَٓاءَ رَكَّبَكَۜ

“Ey insan! Seni yaratıp seni düzgün ve dengeli kılan, seni istediği bir şekilde birleştiren ihsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6-8)

Hazret-i Mevlânâ, insanın bu gafletini gidermenin yolunu da ifade eder. İnsanın türâbî tarafı da, cansız görünen maddeler gibidir. Onu maddenin atâletinden kurtarmak için, «zikrullah» gerekir.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Ey insan; topraktan yaratılmış olduğun için, senin varlığın da demir gi­bi kapkara, paslı bir bedenden ibâret! Onun için, kendini Allâh’ın zikrinin nûru ile cilâlandır, cilâlandır, cilâlandır!..

Demir; kapkara, nursuz olmakla beraber, silinince, cilâlanınca ondaki pas gider!

Bir ayna, demirden de olsa, cilâlanınca, yüzü parlar, güzelleşir; orada şekiller, sûretler görülür.

Topraktan yaratılmış olan beden de, etten ve kemikten ibârettir; ka­badır, kesiftir! Ama sen, onu da, Allâh’ı zikrederek cilâla, o da demir gibi cilâ kabul eder!”

Hazret-i Mevlânâ’nın bu ifadeleri şu rivâyetin şerhi sadedindedir:

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Kalpler, demirin paslandığı gibi paslanır.” buyurdu.

Bunun üzerine:

“–Onun cilâsı nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorulunca, şu cevabı verdi:

“–Allâh’ın kitâbını çokça tilâvet etmek ve Allâh’ı çok çok zikretmektir.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, II, 241)

Hazret-i Mevlânâ’nın şu hikmetli sözleri de bu cilâlayışı îzah eder:

ZİKRULLAH GÜNEŞİ

“Eğer fikrinde bir durgunluk varsa, iyi düşünemiyorsan; Allâh’ı zikrederek fikrini uyandır, harekete geçir.

Çünkü zikir, düşünceyi harekete getirir, sen zikri şu uyuşmuş fikre güneş yap da onu canlandır!”

Temiz bir vicdanla yaşamanın, îmanla ölüp ebedî huzur ve safâya kavuşmanın yolu Rabbi unutmamaktır. Zira Rabbini unutanın ömrü, bir gaflet girdabında ziyân olur gider. O gafletten ancak ölümle uyanılır. Lâkin o vakit her şey bitmiş ve büyük bir hüsranın içine düşülmüş olur.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

Bir sahâbî;

“–Yâ Rasûlâllah! İslâmî hükümler çoğaldı. Bana Allâh’ın rızâsını ve âhiret saâdetini kolayca kazanacağım bir şey öğret ki yapayım.” demişti.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ona şu telkinde bulundu:

“Dilin zikrullah tesbîhiyle dâimâ ıslak olsun.” (Tirmizî, Daavât, 4; İbn-i Mâce, Edeb, 53)

Allâh’ı zikretmek, Allâh lâfzını sadece kelime olarak tekrarlamaktan ibaret değildir. Zikir, ancak tehassüs istîdâdının merkezi olan kalpte mekân bulduğu zaman niyet ve amellerin seviye bulmasına âmil olur. İşte bu keyfiyette bir zikir, kulun bezm-i elestte; “Evet! Sen bizim Rabbimizsin!” şeklinde Cenâb-ı Hak ile yapmış olduğu ahdine vefâ göstermesi ve o sadâkatle Rabbini asla unutmamasıdır.

Zikir, aynı zamanda Kur’ân-ı Kerim tilâvetidir.

Hâsılı, bu cihanda gafil insan dışında her varlık Allâh’ı zikreder, tesbîh eder, O’na secde eder, Kelâmullah ile cûş u hurûşa gelir, yanar, titrer, deverân eder…

İnsan; hâlini, cansız ve değersiz gördüğü varlık ile mîzân etmeli. Rabbini bir an olsun kalbinden, zikrini dilinden, Kelâmullâh’ı elinden ve ahkâmını hayatından düşürmemelidir.

Rabbimiz; bizlere zikreden bir dil, şükreden bir kalp, haşyetullah ile yaşaran bir göz nasîb buyursun. Hâlimizi rızâsıyla te’lîf eylesin. Bize zâtını bir an dahî unutturmasın.

Âmîn!..