Öze Dönüş

Gönül İkliminde Damladan Deryaya -10-

Yıl: 2007 Ay: Kasım Sayı: 33

Şebnem’in bu ziyareti, Müge için çok anlamlı olmuştu. Müge, bir yandan başındaki sıkıntının çözülmesine sevinirken, bir yandan da Şebnem gibi bir dostu olduğu için huzur duydu.

O huzur içinde tekrar eski günleri ve kendisinin Şebnem’e yaptığı fenalıkları, kabalıkları hatırladı. Yine mahzunlaştı:

“–Şebnem, ben sana…”

Şebnem fırsat vermedi:

“–Sakın, öyle düşünme! Bugünkü hâlimiz, bize Allâh’ın büyük bir lutfu. Sadece şükretmeliyiz.”

“–Evet, gerçekten de öyle. Nereden nerelere? Önce sen, şimdi de ben… Her şey senin geçirdiğin kazadan sonra başladı. Meğer o acı hadise, baştan sona bir rahmetmiş, ikimiz için de hidayetmiş!”

Müge derin bir nefes aldıktan sonra merakla sordu:

“–Sahi, hiç soramadım ya da dinlemedim bugüne kadar… Kazadan sonra yaşadıklarını ve hayatının akışındaki gelişmelerin nasıl olduğunu çok merak ediyorum…”

Şebnem tebessüm etti:

“–Aslında senin yaşadıklarının biraz değişik şekli, o kadar…” dedi.

Bir müddet sükût etti. Sonra söze başladı. Kazadan sonra başından geçen hadiseleri sırasıyla birer birer anlattı. Hastanede Nur Hemşire’yle tanışmasından, onun kendisine araladığı huzur kapısından, daha sonra Yûnus Dede’nin sohbetine katılmasından, orada dinledikleriyle önüne açılan huzur dolu dünyadan bin bir şükür içinde bahsetti.

Şebnem anlatırken Müge de bir taraftan düşünceli bir şekilde gülümsüyordu. Arkadaşının kendisine, sohbete gittiğinden bahsettiği ilk günü düşündü. Onu delilikle, aklını kaçırmış olmakla itham etmişti. Oysa şimdi anlıyordu ki, Şebnem’in o zaman yürümeye başlamış olduğu yol, gerçek saadete giden yolmuş.

Şebnem, sözlerini bitirdikten sonra Müge’ye:

“–Müge, Yûnus Dede’nin bahsettiğim sohbeti, bugün… İstersen sen de gelebilirsin. Emin ol, çok istifade edersin.”

Müge, bir an tereddüt etti. Aslında çok merak etmişti ve içten içe de “evet” demek istiyordu. Ancak, kendini hazır hissetmiyordu. Çekingen davrandı:

“–Bilmem ki Şebnem, şu ana kadar hiç sohbete katılmadım. Hele Yûnus Dede’nin sohbetinde kendimi garip hissederim herhâlde… Yabancılık çekerim, belki de sıkılabilirim. Üstelik oraya bir edep ve hürmet içinde gitmem lâzım. Oysa ben şimdiye kadar başımı bile hiç örtmedim. Zaten doğru-dürüst başımı örtmesini de bilmiyorum…”

Şebnem, tatlı bir üslûpla ısrarı tercih etti:

“–Emin ol ki, hiç sıkılmazsın. Ben de ilk sohbet öncesi böyle düşünüyordum. Fakat itiraf etmeliyim ki, o sohbetin nasıl geçtiğini bile anlamadım. O gün, Yûnus Dede’nin ağzından duymuş olduğum her cümle, sanki az önce söylenmiş gibi hâlâ hatırımda… O derecede rûhuma işledi. İlk sohbet benim için büyük bir ilâhî lütuftu. O gün, içimi kemirip duran birçok sual ve şüphenin tek tek cevabını aldım. Biri nefsanî, diğeri ruhânî iki dünya arasında bocalayışım, o gün sükûn buldu ve adımlarım ruhaniyet iklimine doğru yöneldi.”

Müge, Şebnem’in bu sözleri üzerine sohbete gelmeyi kabul etti. Zaten vakit de yaklaşmıştı. Birlikte, evden çıkıp Hüdayî Külliyesi’ne doğru yola koyuldular.

Külliye’ye vardıklarında Mesnevî sohbetinin başlamasına az bir zaman kalmıştı. Şebnem, içeri girince gözleriyle Nur Hemşire’yi aradı. Nur Hemşire ön sıralara yakın bir yerde oturmuştu. Şebnem’le Müge onun yanına doğru yöneldiler. Nur Hemşire de onları fark etmişti. Yanına geldiklerinde ayağa kalktı ve ikisini de kucakladı. Müge’yi kucaklarken:

“–Seni burada gördüğüm için ne kadar sevindiğimi bilemezsin.” dedi.

Birlikte oturup Yûnus Dede’nin gelmesini beklediler. Nihayet Yûnus Dede, yüzünde tatlı bir tebessüm olduğu hâlde içeri girdi ve yerine oturduktan sonra dinleyenleri huzur iklimine alıp götüren sohbetine başladı:

* * *

“Hayat, kundakla kefen arasında iniş-çıkışlı, zaman zaman sevinç, zaman zaman sıkıntılarla dolu dar bir koridordan ibarettir. Niçin?

Çünkü;

Allah, Âdem -aleyhisselâm-’ı cennette yarattı. Sonra onu ve neslini imtihan olarak dünyaya gönderdi. Hakk’a giden yolun üzerinde de nefis ve iblis engelini koydu. Ancak bir imtihan dünyasında olduğunu idrâk etmesi için ona akıl, iz’an ve idrak verdi. Aklını ve kalbini doğru yolda yönlendirmesi için Peygamberler gönderdi. Velîler nasib etti. Tâ ki, kulu, bu sayede, iç âlemini tertemiz etsin ve nefs ile şeytan engelini kolayca aşabilsin.

Ayrıca Cenâb-ı Hak, imtihan mekânı kıldığı bu dünya kürresini de insan için diğer gezegenlerden farklı olarak hazırladı. Atomdan galaksilere, zerreden kürrelere kadar bin bir türlü hikmet ve sırlarla nakışladı.

Nitekim şu uçsuz bucaksız kâinatta akılları hayret ve acze düşüren bir nizam ve âhenk olduğu âşikâr bir gerçektir. Bu nizâm ve âhenk, son derece mükemmel, ince ve hassas hesapların ebedî dengesi içerisinde, hiç şaşmadan kâinât yaratıldığından beri devam edip gitmektedir. Bu cümleden olarak mâlumdur ki, şâyet dünyânın ekseninde 23 derece, 27 dakikalık bir eğim olmasaydı, mevsimler meydana gelmezdi. Bu durumda yaz olan yer, ebedî yaz; kış olan yer, ebedî kış olurdu. Yahut güneşle dünyamız arasındaki mesafe biraz daha fazla olsaydı, her yer kutuplara dönerdi. Ya da mevcut olandan biraz daha yakın olsaydı, her şey yanar kavrulurdu. Bu ve benzeri keyfiyetler, bütün semâvî cisimlerin hayatı mümkün kılacak bir şekilde programlanmış olduğu gerçeğini ortaya koyar.

Yaratılış ve varlığı işte bu hikmetler etrafında seyredebilen mü’minler, res­sa­mın sırf kendi şöhretini de­vâm et­tir­mek için meydana ge­tir­di­ği tab­lo­lar ye­ri­ne, gerçek sanatkâr olan Cenâb-ı Hak ve O’nun ilâhî eserleri karşısında hay­ret ve he­ye­cân du­yan bir kalb ile ya­şar­lar. Rabbimizin ta­bi­at­ta vü­cû­da ge­tir­di­ği son­suz hâ­ri­ka­lar­da­ki ilâ­hî sana­tın zev­ki­ne erer­ler. Ser­mâ­ye­si ay­nı top­rak terkibinde filizlenen bit­ki­le­rin ren­gâ­renk yap­rak ve çi­çek­le­ri­ne, bun­lar­da­ki me­ne­viş­le­re, ağaç­la­rın renk, ko­ku, âhenk, lez­zet ve şekil­de son­suz fark­lı­lık arz eden mey­ve­le­ri­ne, an­cak bir-iki haf­ta­lık öm­rü ol­du­ğu hâl­de kelebeğin ka­nat­la­rın­da­ki hâ­ri­ka de­sen­le­re, bülbülün minnacık hançeresinden çıkan o lâhûtî nağmelere, daha pek çok mükemmellik ve ilâhî sanat harikalarına ibretle na­zar eder­ler. Ayrıca kendi bedenleri üzerinde tefekküre devam ederler; in­sa­nın yaratılışındaki hârikulâ­de­li­ğe, gö­zün gör­me­sine, bey­nin id­râk et­me­si gi­bi son­suz ilâ­hî hâ­ri­ka­lara ve bun­la­rın “li­sân-ı hâl” de­ni­len sır­lı be­yân­la­rı­na dik­kat ederler de, gönül âleminde derinleşerek hikmetlere nazar ederler.

Hayat ve kâinât ibretle seyredildiğinde, cevapları ruhumuzun derinliklerinde gizli pek çok sual ile karşılaşılır: Bu cihana nereden geldik? Niçin yaratıldık? Bu cihan nedir? Kimin mülkünde yaşıyoruz? Nasıl yaşamalıyız? Nasıl düşünmeliyiz? Nereye gidiyoruz? Fânî hayatın hakîkati nedir? Ölüm gerçeğinin sırrı nasıl çözülür? Ona nasıl hazırlanılır?

Allah, içinde yaşadığımız dünyayı; maddî ve mânevî, rûhânî ve nefsânî câzibeli bir imtihan salonu olarak yaratmıştır. Ona, çekidüzen vermiş, mânevî, yani rûhânî tarafını gönülleri cezp edecek ilâhî güzellikler ihsan buyurmuştur. Lâkin maddî, yani nefsânî tarafı da fânî lezzetler karşısında ölümleri unutturmuş, faziletler ve hakikatleri bıraktırmış, akıl-mantık, ahlâkî neş’eler, vicdan ve insaflar alt üst olmuş, türlü insanî kıymetler çiğnenmiş, nefis hesabına zulümler ve cinâyetler işlenmiş, içinden çıkılmaz derin sapıklıklara ve katranî azgınlıklara düşülmüştür. Mezar kenarlarına kadar sürüklenen bu çılgınlıklar, perişan bir ömrün ağlayışıdır.

İstikbalini düşünen her akıl ve kalp sahibi insan, kolayca anlar ve kabul eder ki, sonsuz nefsânî isteklere, fânî zevk u safalara, gel-geç arzulara meşrû bir sınır çizmek zarûretinde olup; istîdat, kabiliyet ve muhabbetimizi mânevî bir nizam içinde ilâhî gayeye doğru yürütmek zorundayız.

Fânî câzibeler, dünyaya râm olmak için değil; onların yaratıcısına dönmek ve Cenâb-ı Hakk’a “vuslat”a mülâkî olmak içindir. Zira gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, akıl ve hayalin kavrayamadığı güzellikler ve nimetler, ancak Allâh’ın tarafındadır.

Ancak nasıl ki, sanattan anlamayan kimsenin, bir sanat sergisini gezmesinin hiç bir anlamı yoksa, aynı şekilde zarifleşmemiş ve bir kıvam almamış gönül de bu muhteşem kâinat ve hayatın hakîkatinden bir şey anlamaz. Hayat ve ölüm muammasını bir türlü çözemez. O, sadece nefis sultasında sırf dünyâya îmân etmiş gibi yaşar. Rabbinin kulu olacağı yerde, dünyanın kulu olur. Gireceği kabir, ona karanlık bir dehliz olarak görülür. Ölümün dehşeti hiçbir şeyle mukâyese edilemeyecek derecede onu muzdarip kılar. Ölümün ürküntüsü, ona bir heyûlâ gibi gelir.

Fakat insan, fânî benliğini aşar ve rûhunda sırrî bir gizlilik içinde olan meleklik sıfatının istikâmetinde merhaleler kat ederse, ölüm, ona hayâl ötesi muazzam ve muhteşem kudret olan Rabb’e kavuşmanın huzuru hâline gelir. Böylece ekserî insanlarda soğuk ürpertilere sebep olan ölüm, gönüllerde “refîk-ı a’lâ”ya, yâni en yüce dost olan Rabb’e kavuşma heyecanına dönüşür.

Yoksa;

Ölümün ürkütücü ağırlığını kelimelerin zayıf omuzları taşıyamaz! Ölüm karşısında, bütün iktidarlar sona erer ve erir.

Ölümün sessiz ve ancak tesirli nasihatleri karşısında dünyâdan gelen cevaplar, ancak gözyaşları ve kuru hıçkırıklardır.

Akıl ve idrâkini mezarlık duvarından atlatamayan ve neticede beşikle tabut arasındaki kısa yolun buhranlı yolcusu olandan daha zavallı ve talihsiz kim olabilir?!..

Beşiklerin öncesi ve tabutların sonu, musallâların mahiyeti bilinmedikçe, hayatın ve dünya faaliyetlerinin mânâsı, gayesi ve lezzeti kalır mı?

Bastığımız toprak, bugüne kadar gelen milyarlarca insanın cesetleriyle doludur. Sanki üst üste çakışmış milyonlarca gölge gibi… Onlar da iki kapılı bir han olan bu cihâna bir kapıdan girdiler, sonra dünya hayatını yaşadılar, en nihayet mezar kapısından geçip ebedî âleme intikal ettiler. Yarın bizler de aynı durumda olacağız. Bir gün gelecek ki, o günün yarını olmayacak!.. O gün, hepimiz için meçhul bir gün!..

Bu itibarla şimdiden şu âyet-i kerîmeye candan kulak vermek lâzım:

«–Ey iman edenler! Allâh’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allâh’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.» (el-Haşr, 18)

Sırf bu âyeti yaşasak bile, hayat da, ölüm de bizim için tamamen güzellikten ibaret olur. Son nefesimiz, bir “şeb-i arûs”a, yani “düğün gecesi”ne döner.

O hâlde vakit geç olmadan, hızlı akan hayat ırmağı denize ulaşmadan, hayat treni son durağa varmadan; hayatımızı, kalbî meşgalelerimizi tek tek muhasebe etmeliyiz. Hayatımızın Allâh’ın rızâsına ne kadar muvafık olduğunun kontrolünü yapıp, rızâsına muhâlif amellerimiz sebebiyle boyun eğip tevbe kapısına varalım. Kurtuluşumuz ancak bu şekilde mümkün… Nitekim Allah Teâlâ:

«…Ey müminler! Hep birden Allâh’a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.» (en-Nur, 31) buyurmaktadır.

Bu mühim hakikati ifade sadedinde Mevlânâ Hazretleri, Mesnevî-i Şerîf’inde şunları söylemektedir:

«Ey Hak yolu yolcusu! Senin bedenin ve hâllerin bir mektup gibidir; ona dikkatle bak! Pâdişaha (yâni Hakk’a) layık olup olmadığını anla da, onu, on­dan sonra yerine gönder!

Bir köşeye çekil, kendini sorgula; mektubu, yani kendini, iç dünyanı aç da oku bakalım! İçindeki hisler ve hâller, Rabbine lâyık mıdır? Eğer o mektuptaki yazı (yâni senin bedenindeki huylar) velîlere layık değilse, o mektubu parçala, yırt at da, (yani kendini ıslah edip) başka bir mektup yazma çâresini ara!

Fakat beden mektubunun açılmasını ve okunmasını kolay sanma! Öyle olsaydı, herkes, gönül sırlarını kolayca, apaçık görürdü! Kapalı bir mektup gibi olan bedeni açmak, içindeki yazıları, yâni in­sanın huyunu, iç durumunu anlamak, yani kendi hakîkatini keşfetmek ne kadar güçtür! Bu; olgun kişile­rin, âriflerin işidir; sokak çocukların işi değildir!»

Kendi iç âlemini okuyacak duruma gel!.. Çâre, Hakk’ın kelâmına gönül vermektedir. Cenâb-ı Hak buyurur ki:

«Nefsini kötülüklerden arındıran felâha ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.» (eş-Şems, 9-10)

Unutmayalım ki;

Bir gün hayat kitabımız açılacak. Kıyamet günü bize denilecek ki:

«Kitabını oku!»

O gün, bütün uzuvlarımız ağız hâline gelecek. Yaptıklarımızı onlar söyleyecek. Kendi şahidimiz kendi uzuvlarımız olacak…

Rabbim, o gün amel defterleri tertemiz olanlardan eylesin…”

* * *

Müge, bu derin sohbeti büyük bir merak ve dikkatle dinledi. Sohbetin bittiğinde uzun uzun düşüncelere daldı. Kendi hayatını ve iç dünyasını düşündü. Bugüne kadar, nefsinin doğrultusunda bir hayat yaşamıştı. Nefsi onu nereye çekerse çeksin, hiç hesapsız ve itirazsız peşinden koşmuştu. Nefsânî arzularının tatminsiz bir hayatını yaşamıştı.

Kendisini buraya getiren Şebnem’e minnetle baktı. Kalkma vakti de gelmişti. Şebnem:

“–Kalkalım mı?” diye sordu.

Müge, bu suali duymadı bile. O, hâlâ sohbetin tesirindeydi. Heyecanlı bir şekilde konuştu:

“–Şebnem, buraya haftaya da gelebilir miyiz? Müsaade ederler mi?”

“–Elbette.”

“–Meğer ben bugüne dek ne kadar da cahil ve sorumsuzca bir hayat sürmüşüm. İlerisini hiç hesaba katmadan, keyfime geldiğince yaşamışım. Kulaklarım ilâhî hakîkatlere sağır, gözlerim ise bu kadar ilâhî sanata âmâ yaşamışım. Esas tahsil, hâl lisanı ile konuşan bu kadar varlıkların lisanından anlayabilmekmiş.

Çok şükür ki bu sohbette kulaklarım açıldı, sanki gözlerime bir dürbün kondu. Şu anda derin bir uykudan uyanan bir insan gibiyim.

Çok şükür ki artık sayenizde bir şeyler öğrenmeye, bazı hakikatlerin farkına varmaya başladım. Şunu ifade edebilirim ki, bana en büyük iyiliği, bugün beni buraya getirmekle sizler yaptınız.”

Daha sonra biraz mahcup bir edayla Nur Hemşire’ye döndü ve şunları söyledi:

“–Nur Abla, senden de çok özür diliyorum. Lütfen hakkını helâl et. Önceleri, senin hakkında çok kötü şeyler düşünüyordum. Arkadaşım Şebnem’in kafasını çelen, onun beynini yıkayan bir kadın olarak görüyordum seni… Şebnem’e hayatının en büyük kötülüğünü yaptığını düşünüyor, bu sebepten sana tarifi imkânsız bir kızgınlık duyuyordum. Oysa ben o zamanlar ne kadar da âmâ imişim!. Etrafımdaki insanları ne kadar da yanlış tanıyıp değerlendirmişim? Hakkında düşünüp, ardından söylediklerimden ötürü, hakkını lütfen helâl et Nur Abla!..”

Nur Hemşire, öz ablanın bile göstermeyeceği tatlı bir tebessüm içerisinde mukabele etti:

“–Müge, ben sizi kardeşim gibi seviyorum. Bu tür şeyler artık geride kaldı. Önemli olan, hep birlikte hakikatleri görüp, hayatımızı da o hakikatler çerçevesinde şekillendirebilmek… Bu noktada sizlere ufak da olsa bir faydam dokunduysa, ne mutlu bana… Bütün haklarım, helâl olsun.”

Sohbetin bitiminden sonra salonu dolduran kalabalık vecd ve tefekkür hâli içinde dağılmaya başlamıştı. Onlar da kalkıp, Hüdayî Külliyesi’nden çıktılar.

Şebnem, Nur Hemşire’nin evine gidecekti. Müge’yi de davet ettiler; ancak o, annesinden habersiz geldiği için bir an önce eve dönmek istiyordu. Annesi, bu yeni hayata mecbur kaldıkları günden beri daha fazla titizlenmeye başlamıştı Müge’nin üstüne… Belli ki, bunalıma girip kendisine zarar vermesinden korkuyordu. Müge de annesinin kendisine duyduğu ilgideki bu değişikliği sezdiği için, onu fazla meraklandırmak istemiyordu. Şebnem ve Nur Hemşire’den ayrıldıktan sonra, evinin yoluna koyuldu.

Müge, yürürken bir taraftan da sohbette dinlediklerini düşünüyordu. Sorumsuz hayatının, çılgınlıklarının ve nefsanî düşkünlüklerinin hesabını sormaya başlamıştı içinde. Önceden beri yaptığı birçok şeyi, sergilediği birçok tavrı düşündükçe kendinden utanıyordu şimdi. Tarifi imkânsız pişmanlıklarla doluvermişti yüreği… İşte o an, huzur ve güzelliklerle dolu bambaşka bir hayat yaşamaya dair söz verdi kendi içinde.

Bu derin ve kendine getiren tefekkür içinde yürürken tanıdık bir sesle irkildi:

“–Ne o, fena dalmışsın?”

Şaşırdı, Müjgan’dı.