Osmanlı’da Peygamber Efendimiz’e Muhabbet


DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

OSMANLI’DA PEYGAMBER EFENDİMİZ’E MUHABBET

Dünyada, tarihin tespit ettiği, 620 sene yaşayan bir devlet yok Osmanlı’nın dışında. Osmanlı’nın mânevî durumuna baktığımız zaman, Osman Gâzi’nin Kur’ân-ı Kerîm’e olan bir tazimiyle/hürmetiyle başlıyor.

Yavuz Sultan Selim’in mukaddes emânetleri getirip Topkapı Sarayı’na koyması, kırk hafızla ona hatimleri gece-gündüz devam ettirmesi. Böyle devam ediyor…

Yine Efendimiz’in adı geçtiği zaman hemen milletimiz de salât ü selâm getirirler. Hattâ bir hürmet hissiyle kalplerinin üzerine (ellerini koyarak); “Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed” derler. Yani bu da ayrı bir şey.

Bu, Mevlid’de velâdet (bölümü) okunurken topyekûn ayakta dinlenir.

Medîne postası geldiği zaman abdestini tazelemeden, oradan gelen mektupları öpüp başına koymadan, tahtından ayağa kalkmadan mektubu dinleyen hiçbir Osmanlı padişahı yoktur.

Osman Gazi bastırdığı ilk Osmanlı akçesi üzerine Efendimiz’in ism-i şerîflerini yazdırdı.

Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u fethettiği zaman ilk icraatlerinin başında (Ebû) Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin kabrini buldurmaktı. Akşemseddin, keşfen-kerâmeten buldu.

İkinci Bayezid Han, Efendimiz’i o kadar çok severdi ki, Baba Yusuf diye bir Hak dostu vardı, ona Medîne’ye giderken bir miktar altın verdi:

“–Bunu ben dedi, kendi elimle bir şeyler yaparak bunu kazandım dedi. Bunu ne olursun, git dedi, Ravza’nın kandilleri, bu benim altınlarımdan gelen zeytinyağıyla yansın dedi. Bir de dedi, Allah Rasûlü’nün Ravza’sının önüne git dedi, orada de ki:

«Ey Allâh’ın Rasûlü! Günahkâr kul Bayezid’in Siz’e selâmı var. Bu altınları türbe-i şerîfin kandillerine yağ alınması için gönderdi. Ne olursun yâ Rasûlâllah kabul buyur!»

Bu diyor, benim diyor, pazarda diyor, gizlice sattırdığım el işlemeleriyle yaptığım şeylerle bunu gönderdim.” diyor.

Yavuz Sultan Selim, “Medîne Vâlisi” demiyor, “Medîne Muhâfızı” diyor. Efendimiz’e hürmeten “Medîne Vâlisi” dedirtmiyor, “Medîne Muhâfızı” diyor.

I. Ahmed Han, Sultanahmed Câmii’ni yaptıran. Efendimiz’in o ayak (izinin maketini) aldı, sarığının içine koydu:

“Bunun dedi, ben çağrışımından/tedâisinden feyz alıyorum.” dedi.

Hattâ bir de şiir yazdı:

N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim,

Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusülün.

Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir,

Ahmedâ, durma, yüzün sür kademine ol Gül’ün!..

O ayak şeyini (ayak izi maketini) Efendimiz’in, alır, yüzüne sürerdi o maketi, ağlardı.

II. Mahmud, bu Ravza-i Mutahhara, Kubbe-i Hadrâ, o biraz zarar görmüştü. İstanbul’dan mühendisler gönderdi. Mühendislere yaptırdı o Ravza’yı, bugün olan o kubbeyi, yeşil kubbeyi.

Biz dediler, çalışırken hiç dünya kelâmı konuşmayacağız dediler. Sen bana tuğlayı uzat yerine “Allah” diyeceksin, ben tuğlayı uzatacağım. Ben su ibriğini uzat yerine “Bismillah” diyeceğim, suyu uzatacaksın. Çekici uzat yerine “Lâ ilâhe illâllah” diyeceksin ben de sana çekici uzatacağım…

Düşünelim, yani böyle bir muhabbet ecâdımızın, biz de o ecdâdımızın bugün devam eden bir nesliyiz -elhamdülillâh-.

Yine Abdülhamid Han, müslümanlar rahat gidip gelsin, tren yolu yaptırdı İstanbul’dan. İstanbul’dan tâ o çölde, düşünün, ne kadar meşakkatlerle… O tren yolunun Efendimiz’in sefere çıktığı zaman dinlendiği yerlere de istasyon koydurdu. Yani bir tren bile bir Sünnet-i Seniyye’nin içinde aksın Medîne’ye…

Tren yolunu da Ravza’dan iki km öteye yaptırdı ki dünya telâşı Ravza’ya girmesin, rastlamasın.

Hattâ o Ravza’da bir tamirat yapıldığı zaman, bandaj koyar, bandajın üzerinden çekiçle vururlarmış. Rasûlullah Efendimiz’e o ses gidip rahatsız etmesin…

Yine, orada bir, yaşlı bir zât vardı. O anlattı o zaman:

“Sürre Alayı gelirdi, hediyeler vs. gelirdi. Bu Sürre Alayı Medîne-i Münevvere’ye girmeden evvel bir yerde konaklar, orada guslederler, istihârede bulunurlar, Efendimiz’den cevap geldikten sonra salevatlarla Medîne-i Münevvere’ye girerlerdi…”

Bu millet de onun için evlâdına, askerinin ismini “Mehmetçik” koydu, yani “küçük Muhammed”.

Velhâsıl Allah bize Rasûlullah Efendimiz’i çok sevmeyi nasîb eylesin. Her şey onun içinde. İbadetlerimiz, tâatimiz O’na sevgimizle bir derece alır.

Aman diyeceğiz, Rasûlullah Efendimiz hep bize cemaati telkin ederdi, namazlarımızı cemaatle kılacağız illâ deriz. Sabahları mutlaka camiye gideceğiz deriz. Çünkü Rasûlullah Efendimiz hep camiye giderdi. Gelenleri böyle şey yapardı (kontrol ederdi), gelmeyen olursa sorardı, niye gelmedi diye.

Hattâ âmâ, Efendimiz’in müezzini oldu, o bir gün dedi ki İbni (Ümmi) Mektum:

“–Yâ Rasûlâllah! Benim gözüm görmüyor dedi, yerim uzak dedi. Ne olur dedi, ben dedi, evimde kılayım dedi. Kılabilir miyim dedi. Yolda haşerat var dedi, gözüm görmüyor…” dedi.

Efendimiz biraz sükût etti:

“–Hayye ale’s-salâh’ı, hayye ale’l-felâh’ı duyuyor musun?” dedi.

“–Duyuyorum.” dedi.

“–O zaman dedi, mescide gel.” dedi. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 46/552)

Onun mescide gelmesi, ne kadar ona şevk verdi ki Efendimiz onu Medîne-i Münevvere’ye hicretten evvel Medîne-i Münevvere’ye gönderdi, o da Kur’ân-ı Kerîm öğretti.

Cemaatin çok büyük feyzi vardır.

Kadisiye harpleri oldu Efendimiz’den sonra. Dedi ki:

“–Ben dedi, Kadisiye harplerine iştirak edeceğim.” dedi.

Dediler:

“–Sen mazursun dediler. Cenâb-ı Hak Fetih Sûresi’nde senin mâzur olduğunu (bildiriyor). Çünkü gözle yapılır harp…”

“–Yok dedi, benim, sizin yapamayacağınız bir şey vardır bende.” dedi.

“–Nedir?” dediler.

“–Ben sancağı en önde tutarım. Çünkü gözüm düşmanı görmediği için. Arkamdaki asker de güç kazanır.” dedi.

Hakikaten Kadisiye harplerine girdi âmâ olarak.

Fakat ilk zaman neyi sordu bu?

“–Ben dedi, yâ Rasûlâllah, evde namaz kılsam olur mu?” dedi.

Efendimiz izin vermedi:

“–Yok dedi. Hayye ale’s-salâh’ı, hayye ale’l-felâh’ı duyuyorsan devam et…” (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 46/552)

Onun için kardeşlerimiz, -inşâallah- kendimize ahdedelim, namazlarımızı cemaatle kılalım -inşâallah-.

O cemaatin bereketi üzerimizde tecellî etsin. O kadar mühim ki, demek ki bu Cenâb-ı Hak (katında), Efendimiz buyuruyor; yirmi yedi misli ecir veriyor buna. Orada kardeşliğimiz olacak, birbirimizi daha çok göreceğiz, daha çok şey yapacağız; sevincimizde sevinecek, üzüntümüzde çare olmaya çalışacağız birbirimize.

Efendimiz buyuruyor ki, bu da çok mühim bir hadîs-i şerîf:

“İnsin ve cinnin isyankârları hâriç, bütün mahlûkat beni tanır.” buyuruyor. (Ahmed bin Hanbel, III, 310)

Cenâb-ı Hak tanıtıyor. Seviyor ve tanıtıyor.

Cemâdat tanıyor:

“Uhud bizi sever diyor, biz de Uhud’u severiz.” buyuruyor. (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Hacc, 504)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- naklediyor:

“Biz diyor Rasûlullah ile beraber Mekke’de yürürken, Mekke’de bazı yerlere gittiğimiz zaman dağların ve ağaçların arasından geçiyorduk, Peygamber Efendimiz’le karşılaşan bütün dağlar, ağaçlar;

«Es-selâmu aleyke yâ Rasûlâllah!» diyordu.” (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 6/3626)

Nebâtat tanıyordu:

Mevlânâ Mesnevî’sinde uzun uzun bunu şey yapıyor; hurma kütüğü…

Efendimiz hurma kütüğünün üzerinde sohbet ediyordu. Cemaat artınca minber yapıldı. O zaman yüzlerce sahâbî vardı, hadîs-i mütevâtir, hurma kütüğü ağladı diyor.

Kimi sahâbî diyor ki:

Sanki bir deve yavrusunun ağladığı gibi ağladı diyor.

Kimi diyor:

Çocuk ağlar gibi ağladı diyor.

Efendimiz iniyor, onu sıvazlıyor, sıvazladıktan sonra sükûnete eriyor. (Bkz. Buhârî, Cuma, 26; Tirmizî, Menâkıb, 6)

Mevlânâ da diyor ki:

“Bir kütük kadar sende diyor bir muhabbet yok mu diyor. Kendini bir tâdâd et.” diyor.

Şifâ-i Şerîf’te var. Şifâ-i Şerîf, Kadı Iyâz’ın meşhur (eseri)… Bu, Adbâ veyahut da Kasvâ, Rasûlullah Efendimiz’in vefatından sonra, onun devesiydi, orada kendini çöllere atıyor, aç bir biçimde orada ölüp gidiyor. Bir deve bu…

Velhâsıl bu Rebîulevvel ayının ihyâsı Efendimiz’e olan bîatımızı tâzelemekle olacak. Rasûlullah Efendimiz’in her hâline…

Hudeybiye’de ashâb-ı kirâm toplandı. Efendimiz mahzun oldu Mekke’ye giremedikleri için.

“–Yâ Rasûlâllah! Sen’in gönlünde ne varsa Sen’in gönlüne bîat ediyoruz.” dedi. “Denize gir, denize; şöyle yap şöyle yap, öyle…”

Hulâsa, Efendimiz’i câmide, umrede, kutlu doğum programında, sohbette hatırlayıp da evimizde, iş yerimizde, mektebimizde, çarşı-pazarda unutursak, O’na bağlılığımızda problem var demektir.

Yine Efendimiz kendi hâlini bildiriyor:

“Benim konuşmam zikirdir.” diyor. Yani bir müslümanın boş lâfı olmayacak.

“Sükûtum tefekkürdür.” diyor. Yani her gördüğümüz şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacağız, O’nun lûtfunu hatırlayacağız.

“Nazarım ibrettir.” diyor. Her şeye bir ibret nazarıyla bakmaya çalışacağız. Hikmet nazarıyla, yani işin sırrî tarafını görebilmek.

“Gizli ve âşikâr hâlim haşyetullahtır.” buyuruyor. Beyne’l-havfi ve’r-recâ (korku ve ümit) arasında kalbi olacak.

“Zor anlarda bile doğruyu söylemektir.” buyuruyor. Bu bir müslümanın bir karakteri, şahsiyetidir. (Bkz. İ. Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252, hadis no: 5838)

İbadette rûhâniyet, ahlâkta nezâket, lisanlarda selâset, duygularda incelik, nazarlarda derinlik…

Cenâb-ı Hak -inşâallah- Efendimiz’in bu ince, zarif hâlinden cümlemize hisseler nasîb eylesin.

Muhterem kardeşler! Tasavvuf işte budur. Tasavvuf nedir dediğimiz zaman; tasavvuf, Rasûlullah Efendimiz’in izini takip etmektir. Başka bir şey değil.

İnsan bir hiçlik içinde olacak, enâniyet olmayacak, kendini daima eşikte görecek.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri;

“Tasavvuf şerîati kemâle erdirmektir.” buyuruyor.

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri anlatıyor:

“Bir aziz zât diyor, dünyadan ayrıldıktan sonra Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’ni rüyada gördü.

«–Ebedî kurtuluşumuz için ne yapalım üstad?» dedi.

O da dedi ki:

«–Son nefeste neyle meşgul olmak gerekirse onunla meşgul olun.»”

Nasıl da son nefeste bir pişmanlık var, ömür bitti, her şey bitti, bir ebediyete doğru gidiyoruz; demek ki daima bu düşüncenin içinde olabilmek…