Örnek Bir Îmân Ehli Olmak!..

2003 – Nisan, Sayı: 206, Sayfa: 032

Allâh -celle celâlühû- kullarını hidâyete erdirmek için kendi içlerinden sağlam karakter ve şahsiyet sahibi müstesnâ yaratılışlı sâlih insanları rehber olarak vazîfelendirmek sûreti ile kullarının seâdete ermesine yardımda bulunmaktadır.

İnsan, yaratılış olarak yüksek karakter ve şahsiyete hayrândır. Yâni onun hak ve hakîkate yönlendirilmesi ve rûhânî terbiyesinde akıl ve gönlüne tesir edebilecek fiilî bir örneğe ihtiyâç hisseder. Onun içindir ki Cenâb-ı Hak, sadece kitap değil, beşeriyeti irşâd için onların üzerinde her bakımdan derin iz ve tesirler bırakan yüksek şahsiyet ve karakter sahibi kimseler, yâni peygamberler göndermiş, onların izinden yürüyen velîler ihsân etmiştir. Nebîler ve velîler öyle şahsiyetlerdir ki, onlara güzel olmayan bir vasfı düşmanları bile yakıştıramamışlardır. Bu sayede nice insanlar, hak ve hakîkate âşinâ olmuş ve îmânla şereflenmişlerdir. Nitekim sa­hâ­be-i kirâm da, Al­lâh Ra­sû­lü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in can­lı bir Kur’ân hâ­lin­de­ki müs­tes­nâ şah­si­yet ve ka­rak­te­ri­ne hay­rân ka­la­rak îmân et­miş ve onun et­ra­fın­da per­vâ­ne ol­muş­tur. Kız çocuklarını diri diri gömen yarı vahşî insanlar eriyip yok olmuş, onların yerine İslâm tarihinin en zirve âbide şahsiyetleri tezâhür etmiştir.

Bu itibarla îmân, ihlâs ve takvâ yolunda yürüyen ehl-i îmânın en mühim vasfı, peygamberine yaraşır bir şahsiyet inşâsı olmalıdır. Böyle bir haslet ve husûsiyete sâhip bulunan mü’minler, âdetâ birer hidâyet mıknatısı olurlar. Bundan mahrum olanlar ise, farkında olmadan

hidâyettekileri bile bezdirecek ve yoldan çıkaracak bir rolü üstlenmiş bulunurlar. Bu gerçeği Hazret-i Mevlânâ şöyle hikâye eder:

“Bayezid-i Bistâmî Hazretleri zamanında, ateşe tapan biri vardı. Birgün îmânlı bir kişi, ona dedi ki:

«– Ne olur, müslüman olsan da selâmete ersen; şeref ve ulu­luk elde etsen…»

Ateşe tapan kişi de şu cevabı verdi:

«– Ey benim kurtuluşa ermemi murâd eden kişi! Her ne kadar ağzımda sağlam bir mühür varsa da, yani îmânımı açıkça söyleyemiyorsam da, gizliden gizliye ben Bâyezîd’in îmânına inanıyorum. Çünkü onda bambaşka bir güzellik ve derinlik var. Ben henüz dine, îmâna tam gönül vermiş değilim, ama onun îmânındaki yüceliğe hayrânım. O; herkesten farklı, zarîf, ince ruhlu, latîf, nûrlu, çok yüce bir numûne insan.

Yok eğer beni dâvet ettiğin îmân, sizin îmânınız ise, ben o îmânda yokum… Zîrâ benim sizdeki îmâna ne meylim var, ne de isteğim var. Çünkü bir kimsenin gönlünde îmân etmeye yüzlerce meyil olsa da îmâna gelmek is­tese, sizin sertlik ve katılığınızdan dolayı kaskatı kesilir; soğur. Artık onda îmân etme istek ve meyli de zaafa uğrar. Zîrâ o, sizde İslâm nâmına mânâsı olmayan bir isim ve âdeta kuru bir marka görmüş olur. Bu hâl; susuz çöllere, gül, meyve-sebze yetiştirecek münbit bir arazî gözüyle bakmak kadar acaip ve mânâsızdır…

Benim görebildiğim kadarıyla îmânın bütün câzibe ve nûrâniyeti Bayezid’in îmânında var. Onun îmânının bir zerresi, bir katreye damlasa, o, bir ummân hâline döner.

Sizin îmânınız ise, kabukta kaldığı için riyâ ve gösterişin esaretine girmiş. Gelip geçici bir inanç, çirkin sesli ve ruhsuz bir müezzin gibidir ki, sevdireceği yerde uzaklaştırır. Yâni sizin îmânınız, gül bahçesine girse, güllere diken olup onları kurutur.

Fakat Bayezid hazretlerinin îmân güneşi, o mübarek rûhunun feyiz semâsından doğar da bu âlemde parlarsa, bu değersiz dünya, ta yerin dibine kadar zümrüt kesilir, cennete döner; müminlerin gönül dünyaları da feyz menbaı olur. Onun için Bayezid’in îmânı ve sıdkı, benim gönlümde ve canımda îmâna karşı tarifsiz bir derinlik, iştiyak ve hasret­ler uyandırdı…»”

İşte Bâyezîd-i Bistâmî’nin bir ateşpereste tesir eden yüksek şahsiyeti ve dîni telkîn edecek kişiler için bir ibret tablosu!..

O büyük Allâh dostu bu şahsiyeti ne ile inşâ etti? Hiç şüphesiz Allâh’a, Rasûlü’ne muhabbet ve bağlılıkla… Hâlık’ın nazarı ile mahlûkâta bakış tarzı, yâni “şefkat li-halkillâh”ın tecellîlerine mazhar olmakla… Şu misâller de Hak dostu Bâyezîd’in gönül dünyasını aksettirmesi bakımından pek ibretlidir:

Bâyezîd-i Bistâmî -kuddise sirruh-, bir yolculuk esnâsında bir ağacın altında biraz istirahat ettikten sonra yolculuğa devam etmişti.

Yolda, dinlendiği yerden torbaların üzerine geçmiş birkaç karıncanın gezindiğini gördü. Onları yurtlarından mahrum etmemek ve onlara gurbet

hayatı yaşatmamak için geri döndü. Dinlendiği yere geldi, karıncaları eski yerlerine bıraktı.

Bâyezîd-i Bistâmî, an gelir ilâhî muhabbetten o kadar hassaslaşır ve incelirdi ki, Yaratan’dan ötürü yaratılanlardan her birinin ıztırabını sînesinde hisseder ve muzdarib olurdu.

Birgün, önünde bir merkebi öyle dövdüler ki, hayvanın arkasından kan boşandı. O anda Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin de baldırlarından kan sızmağa başladı…

Bu hâl, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in şu ahlâk-ı hamîdesinin bir in’ikâsıdır:

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Medine’de, çoğu gündüz vakti yaptığı gibi, hurmalıklar arasında istirahat ve tefekkür için, ensardan bir zâtın bahçesine misafir oldu. Orada bulunan bir deve, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i görünce inledi ve bir insanın ağlayışına benzer şekilde gözlerinden yaşlar aktı. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de, deveye yaklaştı, gözyaşlarını sildi, okşayıp da hayvanı sakinleştirdi. Sonra devenin sahibini:

“Allâh’ın sana mülk kıldığı bu deve hakkında Allâh’tan korkmuyor musun? Bak, bu bana şikayette bulundu. Sen bunu acıktırıyor ve fazla çalıştırarak da yoruyormuşsun.” şeklinde îkâz buyurdu.

Bu ve benzeri peygamber ahlâkıyla yoğrulan Bâyezîd-i Bistâmî gibiler, kalb-i selîme ulaşmış yüce gönüller oldukları için her hâllerinde Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in izinde yürürler. Dolayısıyla onlar ve onların izinden gidenler de, her hâlleriyle örnek birer ehl-i îmândırlar. Tebessümleri bahar mevsimi gibi gönüllere sürûr ve huzûr verir. Nazarları rûhlara meltem olur. Nûrlu sîmâları ile de dâima Allâh’ı hatırlatırlar. Zîrâ onlar, Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’den dâima akis ve feyz alırlar. Şu misâl, bu akis ve feyzi ne güzel aksettirir:

Hazret-i Mevlânâ’nın mürîdesi Gürcü Hatun’un paşa olan beyi, Kayseri’ye tâyîn olur. Gürcü Hatun, Selçuklu sarayının meşhur ressam ve nakkâşı Aynü’d-Devle’yi, gizlice resmini çizip kendisine getirmesi için Hazret-i Mevlânâ’ya gönderir. Ressam, gâfilâne huzûra çıkıp vaziyeti Hazret-i Mevlânâ’ya anlatır. O da mütebessim bir şekilde:

“–Sana emredileni arzu ettiğin şekilde yerine getir!” der.

Ressam çizmeye başlar. Fakat, netîcede karşısındaki sîmânın çizdiği resimle alâkasız başka bir muhtevâya büründüğünü farkedip yeniden çizmeye başlar. Böylece Hazret-i Mevlânâ’nın, resmi çizilirken yirmi kere şekil değiştirdiğine şâhid olur. Aczini anlar ve bu işten vazgeçmek mecbûriyetinde kalır. Hazret-i Mevlânâ’nın ellerine kapanır. Zîrâ san’atı, kendi çizgilerinin içinde kaybolmuştur.

Bu hâdise, ressamı uyandırır; hayret, dehşet ve ürperiş içinde derin düşüncelere daldırır ve enfüsî bir âlemin seyyâhı eyler. Bu hâl içersinde ressam kendi kendine:

“Bir dînin velîsi böyle olursa, kimbilir nebîsi nasıl olur?” der.

Diğer bir misâl:

Merhum Sâmî Efendi Hazretleri ve refakatinde bulunan merhum pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- ile Bursa’dan İstanbul’a dönüyorduk. Yalova’da araba vapuruna binmek için vasıtamızla sıraya geçecektik. Araçların kargaşaya mahal vermeden düzenli olarak sıraya girmesiyle alâkadar olan avamdan bir kâhyâ, bizim arabamıza da yer gösterirken gözü arka tarafta oturan Sâmî Efendi ve Mûsâ Efendi’ye ilişti. Şaşkın bir şekilde durakladı. Sonra yaklaştı. Arabanın camından içeriye daha dikkatlice baktı; derin bir iç çekti ve şöyle dedi:

“Allâh Allâh, ne garip dünya! Yüzler var melek gibi… Yüzler var Nemrut gibi…”

Bu hâl, hiç şüphesiz harfsiz ve sözsüz bir şekilde sadece sîmâsıyla bile Allâh’a davetin ne güzel bir tezâhürüdür.

***

Birer mü’min olarak bizlere düşen de, böyle bahtiyar sâlih kulların gönül dünyalarından hisse ve feyz alıp şahsiyetimizi îmâr edebilmektir. Bilhassa insanların önünde yürüyen kimselerin bu husûsa, yâni hidâyet mıknatısı olabilecek bir yüce karakter ve şahsiyete daha çok dikkat etmeleri zarûrîdir. Zîrâ arabanın arka tekerinin ön tekerini takip etmesi gibi insanlar da, önlerinde gördükleri örneklere göre şekillenir ve yaşarlar. Zîrâ cihan nizâmının kıvamı, ahlâk yapısının devâmı, ancak irfân ile, yâni kalbî derinlikledir. Sâlih kişiler, bir memleketin saâdet ve huzur ufkunda rahmet güneşleridir. Gâfil kişiler ise, karanlık ve zulmet çukurlarıdır. Ahmed Cevdet Paşa’nın şu izâhâtı bu gerçeği pek bâriz bir şekilde yansıtır:

“Emevî halîfelerinden Velid bin Abdülmelik, yeni yapılan binâlar ve çiftlikler merakında idi. İnsanlar da binalar ve çiftlikler merâkına düştü. Toplantı ve meclislerde hep inşaattan ve çiftliklerden bahsolunur oldu. Süleyman bin Abdülmelik ise, sefahata meyyal, harem hayatına ve yemeğe düşkündü. Onun zamanında da süs, debdebe, şaşaalı ziyafetler, sefahat, hevâ ve heves aldı yürüdü. Eğlenceler devrin modası hâline geldi. Ömer bin Abdülaziz’e gelince, bu yüce halîfe,

âbid ve zâhid idi. Onun zamanında da halk, ibâdet ve tâat yoluna girdi. Meclislerde:

“Bu gece evrâdın ne idi; Kur’ân-ı Kerîm’den kaç âyet hıfz ettin; bu ay kaç gün oruç tuttun? (Kaç garip ve yalnızın yanıbaşında idin?)” gibi mânevî hasbihâller edilir oldu…” (Kısâs-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ, İstanbul, 1976, cilt 1)

Kâmil şahsiyetlerin insanlar üzerinde böylesine müsbet tesir ve feyzleri, hiç şüphesiz onların, ışığın etrafında dönen kelebekler gibi Mevlâ muhabbetiyle dopdolu olmalarındandır. Bu itibarla Mevlâ, onların gören gözü ve işiten kulağıdır.

Yâni Hak dostları, Cenâb-ı Hakk’ın aşk ve muhabbetinin tecellîsi altında olduğu için mercek altında bir kağıdın yanması gibi nefsî temâyüller onlarda ömrünü tüketmiştir. Böylece nûrânî bir câzibe merkezi hâline geldiklerinden diğer insanlar da gayr-i irâdî olarak onların nûrânî güzelliklerine kapılırlar. Ancak onlar, fânî iltifat ve alâkaların kıskacından kendilerini kurtarmış olduklarından gurur, kibir ve ucub gibi mezmûm sıfatların girdabına düşmemenin gayreti içinde yaşarlar.

Onların bütün hedef ve gâyeleri Allâh rızâsıdır. Bu itibarla az ile çoğun, soğuk ile sıcağın, zenginlik ile fakîrliğin, yâni fânî rütbelerin onlara göre bir farkı yoktur. Çünkü hepsi birer zıll-i zevâlden yâni yok olan gölgelerden ibarettir.

O bahtiyarlar, nefslerini bir tesbîh hâline getirerek kendilerini dâimî murâkabe altında tutarlar. Başkalarının kusur ve kabahatlerine âmâ kesilirler.

Dünyânın geçici alâyişine gönül vermeyip müstağnî bir hayat yaşamakla başkaları tarafından her ne kadar bazen kınansalar da âyette buyurulduğu gibi:

“Rahmân’ın kulları ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler, câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflar attığı zaman «selâm» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)

Dünyâ böyle kullara hizmet ve râm olma emrini almıştır.

Hadîs-i şerîfte buyurulur:

“…Her kimin kaygısı âhıret olursa, Allâh onun zenginliğini kalbine koyar. İşlerini dağınık olmaktan kurtarır ve dünyâ ona boyun eğerek gelir. Her kimin kaygısı da dünyâ olursa, Allâh, onun fakîrliğini gözü önüne koyar, kendisini derbeder eder ve dünyâdan da kendisine ancak mukadder olan gelir.” (Ahmed bin Hanbel, Kitâbü’z-Zühd, 181)

Büyük şahsiyetler, o kadar mükemmel bir ahlâk ve tabîate sahip olmuşlardır ki, -Allâh için olan müstesnâ- hiç kimseyi incitmez, hiç kimseden de incinmezler. Onlar:

“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allâh için infâk ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları afvederler. Allâh da (bu şekilde bütün hâl ve ibâdetlerinde) ihsân sahibi olanlara muhabbet eyler.” (Âl-i İmrân, 134) ilâhî beyanının sırrını yaşarlar.

Câfer-i Sâdık Hazretleri, üzerine yemek döken hizmetkârını bu âyetin şümûlünü yaşayarak afvetmiş, ona ihsânda bulunmuştur. Hasan-ı Basrî Hazretleri de, kendisini gıybet edenleri afveder ve onlara hediyeler göndererek ihsân etmek sûretiyle onları terbiye ederdi.

Bu İslâm büyüklerinin güzel hâllerinden in’ikâs alan Yûnus ne güzel söyler:

Savm u salât u hac ile

Sanma biter zâhid işin

İnsan-ı kâmil olmaya

Lâzım olan irfân imiş!

Hâsılı bütün insanlığa örnek îmân ehli olan sâlih kullar, cümle hâllerinde yaratılanlara şefkat, hayır, iyilik ve Yaratan’a da mahfî bir ibâdet üzredirler. Onların nefesleri tesbîhtir. Onlarla hasbihâl edenler, tattıkları ilâhî lezzet ve hazlarla vecd içinde yaşarlar. Çünkü o has kulların gönülleri, neşve-i Muhammedî ile dolu olduğundan muhâtaplarına istîdatları nisbetinde nice mânevî nasîb ve feyizler takdîm eder.

Bu itibarla Hak dostlarından istifade için onlarla dünyâda beraberliğin yanında ebedî âleme göç edildiğinde de beraberlik husûsunda Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-

şöyle buyururlar:

“Ölülerinizi sâlih insanların arasına defnediniz.” (Deylemî, Müsned, I, 102)

Sâlih kullar ki, Cenâb-ı Hak, onların şahsiyet ve fazîletleri dolayısıyla vefatlarından sonra cesetlerini bile toprağa yedirmez. Câbir bin Abdullâh -radıyallâhu anhumâ- anlatır:

“Uhud harbinden önceki gece babam beni çağırdı ve:

«– Nebî -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in sahâbîlerinden ilk öldürülecek kişinin ben olacağımı sanıyorum. Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- hâriç, benim için geride bırakacağım en kıymetli kişi sensin. Borçlarım var, onları öde. Kardeşlerine dâima iyi davran!..» dedi.

Sabahleyin Uhud’da babam ilk şehîd düşen kişi oldu. Bir başka şehîd ile birlikte onu bir kabre defnettim. Sonra onu bir başkasıyla aynı kabirde bırakmayı içime sindiremedim. Altı ay sonra onu kabirden çıkardım. Bir de ne göreyim; kulağının bir kısmı hâriç, tüm vücûdu kendisini kabre koyduğum günkü gibiydi. Onu yalnız başına bir mezara defnettim.” (Buhârî, Cenâiz, 78)

İşte sâlih bir îmân ehlinin örnek yüce hâli!

Bu hâle yakın tarihten bir misâl de Adanalı istikamet ehli hâfız bir müezzin efendi idi. Allâh dostlarından Mahmud Sâmi Ramazanoğlu

-kuddise sirruh- Adana’da bu vasıfta vefat etmiş bir hâfızın 30 sene sonra yol geçme zarûreti sebebiyle nakil için kabrinin açıldığını, ancak o kimsenin cesedinin hiç bozulmamış olduğunu, üstelik kefeninin pırıl pırıl durduğunu, bir şâhid olarak nakletmişlerdi.

İslâm tarihinde bu ve benzeri rivâyet ve müşâhedelere oldukça rastlanır. Bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın bazı sâlih kulları üzerindeki istisnâî tecellîleridir ki, ibret, irşâd ve îkaz içindir. Yoksa her insan gibi vefat eden sâlih kulların bedenleri de toprak olur. Bâzı sâlihlerin öldükten sonra bedenlerinin çürümemesi gibi ilâhî lutuflar, Allâh Teâlâ’nın bir hikmete mebnî olarak yüce irâdesine âit bir keyfiyettir.

Mühim olan ebediyet kazancımızdır ki, o da, bir yandan böyle yüce şahsiyetler gibi olabilmeye çalışmak, bir yandan da evlâtlarımızı sâlih kimseler olarak yetiştirebilmekten geçer. Hadîs-i şerîfte buyurulur:

“Allâh Teâlâ, cennetteki sâlih kulunun derecesini yükseltir de, hayrete düşen kul: «Yâ Rabbî, bu terfî bana hangi sebeple verildi?» diye sorar. Allâh Teâlâ da: «Çocuğunun sana yaptığı istiğfâr ve duâ sebebiyle…» buyurur.” (Ahmed b. Hanbel, II, 509; İbn-i Mâce, Edeb, 1)

Bu hususla alâkalı bir başka hadîs-i şerîf de şöyledir:

“İnsan ölünce, bütün amellerinin sevâbı kesilir. Ancak şu üç şey müstesnâ: Sadaka-i câriye, kendisinden istifade edilen ilim, ardından duâ eden sâlih bir evlât…(Müslim, Vasiyet, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36)

Rûhânî bir gönülle yaşanan ömür, yeryüzünü cennete çevirir. Allâh’ın rahmeti ve lutfu muttakîler üzerinedir. Muhammedî muhabbetle Muhammedî bahar içinde yaşayabilmek, dünyâ hayatının saâdet zirvesi, ebedî saâdetin ise başlangıcıdır. Ona ümmet olma haysiyetini koruyabilmek ve onun izinden gidenlerin izini takip edebilmek, ömür boyu vazîfemizdir.

Cenâb-ı Hak, bu yüce vazîfeyi îfâ ile bizleri lutuflandırsın. Cümlemizi Ömer bin Abdülazîz, Bâyezîd-i Bistâmî, Sâmî Efendi ve emsâlleri gibi ömrü boyunca örnek bir ehl-i îmân olarak yaşamış ve ümmetin câzibe merkezi olmuş bahtiyarlar zümresine dâhil eylesin!

Âmîn!..