O’NUN MUHTEŞEM AHLÂKI -5- (İbâdet, Ahlâk ve Şahsiyeti)

Ebedî Fecre

Yıl: 2015 Ay: Aralık Sayı: 130

İNSANDAKİ İKİ TEMÂYÜL

Cenâb-ı Hak; insanı, cennete davet etmekte.

Ancak onu cennete ham ve nâdân hâliyle değil, terbiye olmuş bir kıvamda kabul etmekte.

Kötülükleri emredip duran bir nefs ile değil, zikrullah ile itmi’nâna kavuşmuş bir gönül ile…

Mülevves duygularla dolu bir kalp ile değil, kalb-i selîm ile…

Hâsılı; sahih îman, sâlih ameller ve güzel ahlâk ile…

Bunların hepsi kâmil bir insan şahsiyeti demek…

İnsanın cennete kabul edilebilmesi için; Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı bir şahsiyet inşâ etmesi, kâmil bir insanın hasletlerini kazanması zarûrîdir.

Yâni;

İnsan mükerrem olacak ve muhteşem olan cennete lâyık hâle gelecek.

İnsanın fıtratında «örnek alma» ve «taklit» husûsiyetleri vardır ki, şahsiyetini bunlarla oluşturur. İnsanın bu ihtiyacı sebebiyle Cenâb-ı Hak, sadece kitap indirmekle iktifâ etmemiş; insanlığa örnek alıp, ittibâ edecekleri peygamberler de göndermiştir. Biz âhirzaman ümmetine ise Hâtemü’l-Enbiyâ Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i bahş ve lütuf buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, en büyük bir lütuf olarak bildirmektedir: « اللّٰهُ مَنَّ لَقَدْ » buyurmaktadır.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in müstesnâ sîretine ve muhteşem ahlâkına tâbî olmak, Hakk’ın rızâ ve muhabbetine nâiliyetin vazgeçilmez vesilesidir. Yani bir mü’min; ibâdet ve davranışlarında Hazret-i Peygamber’in Sünnet’i istikametinde merhale kat etmedikçe, İslâm’ın hedeflediği ideal insan demek olan «insân-ı kâmil» kıvâmına vâsıl olamaz. Dînin gerçek huzur ve saâdetine de eremez. Çünkü Cenâb-ı Hak; İslâm’ın hedeflemiş olduğu «kâmil insan» modelini, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şahsında sergilemiş, O’nu, âlemlere rahmet ve bütün mü’minlere örnek bir şahsiyet eylemiştir.

Efendimiz’e ittibâın bu ulvî mânâsını ifade sadedinde Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Gel ey gönül! Hakikî bayram, Cenâb-ı Muhammed’e vuslattır. Çünkü cihanın aydınlığı, o mübârek varlığın cemâlinin nûrundandır.”

İslâm’ın; ihsan / takvâ / zühd üzere sahâbe gibi yaşanması demek olan tasavvufun gayesi, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e ittibâ eden, kâmil insan şahsiyetini inşâ etmektir. Kıyâmet denilen o zor günde O’nun gibi olmaya gayret edenler O’nun yanında olacaktır. Zira O buyurur:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi, sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

O’na ne kadar benzeyebiliyoruz?

O’nun ne kadar talebesi olabiliyoruz?

Gerçek huzur, gerçek saltanat ona benzeyebilmektir. Fahr-i Kâinât Efendimiz;

“En çok çile çemberinden geçen peygamber benim.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Ancak çektiği çilelere rağmen O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dâimâ huzur dolu. Yedi evlâdının altısını kaybetti, elleriyle defnetti yine huzur içinde oldu. Uhud’da fedakâr amcası Hamza’yı, ciğerpâresi Mus’ab bin Umeyr’i kaybetti, yine bir tevekkül ve teslîmiyet hâlindeydi.

Mekke fethi gibi büyük bir zafer karşısında devesinin üzerinde şükür secdesinde ve; “Esas hayat âhirettir.” şuuruyla muvaffakiyeti Allâh’a izâfe hâlinde…

En azılı düşmanlarının dilinde bile, O; -sallâllâhu aleyhi ve sellem- el-Emîn ve es-Sâdık…

O’na talebe olabilmek, huzurla dolmak, güvenilir ve doğru olmak, her şartta mütevâzı ve sabır dolu olmak…

O’na talebe olmak, O’nun rûhânî dokusundan hisseler alabilmek…

Rabbimiz muvaffak eylesin…

Madde madde misallendirirsek;

İBÂDETTE RÛHÂNİYET

İbâdet; gerek namaz, oruç gibi muayyen şekillerde, gerek hayatın bütün safhalarında Rabbimiz’e kulluk etmek demektir.

İbâdette zâhir ve sûret mükemmel olması îcâb eder, fakat asıl gaye, bâtın ve sîrettir. Sormalıyız:

İbâdetlerimiz, bizleri ne kadar vecd ve duygu derinliğine götürüyor?

Rabbimiz, namazda huşû istemekte, felâha kavuşan mü’minleri;

اَلَّذ۪ينَ هُمْ ف۪ي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ

“Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 2) diyerek vasfetmektedir.

Anlamamız îcâb eder ki;

Cenâb-ı Hak, geometriden ibaret bir namaz istememektedir. Bedenin, kıblesi Kâbe’ye döndüğü gibi; kalbin ibresi de Hakk’a yönelmelidir. Kalp ve beden, rûhânî bir âhenk içinde olmalıdır.

  • Namaz, kulu Mevlâ’nın vuslat deryâsına götüren ibâdet pınarlarının en büyüğü ve ehemmiyetlisidir. Namaz; şümûl, muhtevâ ve rütbe bakımından bütün ibâdetlerin zirvesi ve özüdür.

Peygamber Efendimiz; “Gözümün nûrudur.” buyurduğu namazı işte bu kıvamda edâ etmiştir. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namaza durduğu zaman, yüreğinden kazan kaynaması gibi ses duyulurdu. Ezan okunduğu zaman, Allâh’ın huzûruna çıkacağı için etrafındakileri tanımaz hâle gelirdi.” (Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)

O Varlık Nûru; “Şükreden bir kul olma” iştiyâkıyla her vesileyle namaza koşmuş, secdeye kapanmıştır. Farzlara ilâveten; farzların evvel ve âhirindeki revâtib sünnetler, duhâ, işrak, evvâbîn, teheccüd, vudû (abdest), sefer, hâcet, husûf-küsûf namazlarını da edâ etmiştir.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de;

وَاسْتَع۪ينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِۜ

“Sabır ve namazla yardım isteyin.” (el-Bakara, 45) buyurmuştur. Mü’min her vesileyle;

« اللّٰهِ اِلَى فَفِرُّوا / Allâh’a koşun» (ez-Zâriyât, 50) tâlimâtına teslim olarak secdelere koşmalıdır.

Huşû ile kılınan, rûhâniyet veren bir namaz; kişiyi kötülükten alıkoyar.

Cenâb-ı Hak ile mülâkat hâlinde bir namaz; devrimizin hastalıkları olan psikolojik rahatsızlıklardan, vesveselerden, depresyon ve streslerden muhafaza eder.

Çünkü huşû ile kılınan bir namaz sayesinde, insanın Cenâb-ı Hakk’a karşı tevekkül ve teslîmiyeti artar. Bu teslîmiyet neticesinde kişi, psikolojik rahatsızlıklardan muhafaza edilir.

İnsanî ve içtimâî ilimlerle meşgul olan kişiler, toplumdaki çeşitli problem ve ârızaların sebeplerini tespit için uğraşırlar. Hâlbuki psikolojik ve sosyolojik sıkıntıların en büyük âmili, kulun Rabbiyle münasebetindeki ârızalardır.

Rabbimiz’in istediği, Peygamberimiz’in gösterdiği şekilde namaz kılan bir toplum; bedenen ve rûhen sıhhatli olur. Nitekim asr-ı saâdette Medine’ye bir doktor gelmişti. Yapacak bir iş bulamadı. Neticede Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona ailesinin yanına dönmesini tavsiye ettiler. Yine; bize gelen nakillere baktığımızda, asr-ı saâdette psikolojik bir rahatsızlığa rastlamıyoruz. Zira zengini-fakiri, hastası-sağlamı, hepsi, İslâm’ın lutfettiği bir huzuru yaşıyordu.

Namaz gibi diğer ibâdetler de rûhânî gayelerine uygun şekilde edâ edilmelidir.

  • Oruç, insanın nimetler karşısındaki şükrünü artırır.

Çünkü muvakkat açlık, nimetlerin kadrini idrâk ettirir.

Kalbin sabır ve metânetini kuvvetlendirir.

Yoksul, garip ve kimsesizlerin hâlini yakînen anlamaya vesile olur.

  • Zekât, sadaka ve infak, kulun mes’ûliyetini bildirir. Kur’ân-ı Kerim’de; zekât 32 yerde, sadaka 21 yerde ve infak da 72 yerde zikredilmektedir. Biz ehemmiyet verdiğimiz şeyleri tekrar tekrar söyleriz. Rabbimiz de bize 125 defa gerek zekât gerek sadaka gerek infak kabîlinden vermeyi emrederek, buna ne kadar ehemmiyet verdiğini tebârüz ettirmektedir. İnfak husûsunda âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِى السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ

“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için infâk ederler…” (Âl-i İmrân, 134)

Anlamalıyız ki, infâk için maddî bakımdan zengin olmak şart değildir. Fakat gönül zengini olmak şarttır. Takvâ sahipleri Allah için darlıkta dahî infâk ederler. Bu işareti emir telâkkî eden ashâb-ı suffe talebeleri, yokluk içinde oldukları hâlde, dağlara çıkıp odun toplayıp satmış ve bedelini Allah Rasûlü’nün önüne koymuşlardır.

  • Hac ise mahşerin bir benzerini, daha bu dünyada iken yaşatarak; “Ölmeden evvel ölünüz!” sırrına ermeye vesile olan bir ibâdettir. Yani fânî hayatın son giysisi olan kefene bürünmenin bir misâlidir. Hacda; «refes», «fısk» ve «cidâl» yoktur. Yani şehevî arzular, fısk u fücur ve münakaşa yasaklanarak; bu şuurun bütün ömre yayılması telkin edilir.

Hazret-i Mevlânâ; rûhâniyet içinde bir hac için şu hatırlatmada bulunur:

“Hacca gidenler orada evin (yani Beytullâh’ın) sahibini arasınlar. O’nu bulduktan sonra Kâbe’yi her yerde bulabilirler.”

Yani;

Bir kalp, eğer kalb-i selîm, kalb-i münîb ve nefs-i mutmainne ekseninde seviye kazanırsa, o zaman Cenâb-ı Hak’la beraberliği her an temin etmiş olur. Zira Cenâb-ı Hak; وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ “Nereye gitseniz Allah sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4) buyuruyor.

Namaz, oruç, zekât ve haccı lâyıkıyla îfâ edebilmek; toplumdaki sosyal buhranları ortadan kaldırır, cemiyete huzur verir. Bu huzur; asr-ı saâdet, Ömer bin Abdülaziz devri ve Osmanlı’nın ilk üç asrında fiilen yaşanmıştır.

Bugün İslâm dünyasının içinde bulunduğu buhranların da başlıca çaresi, Hakk’a rûhâniyet ve huzur hâlinde ibâdettir. Böyle bir kulluk, mutlaka beşerî münasebetlere de huzur ve selâmetini aksettirecektir.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede buyurur:

“Ancak Sana ibâdet ederiz ve ancak Sen’den yardım dileriz.”

Yani;

نَعْبُدُ اِيَّاكَ olmaz ise نَسْتَع۪ينُ وَاِيَّاكَ olmaz.

Hep beraber yaşanan bir kulluk gerçekleşmezse ilâhî yardım kesilir.

Hep beraberlik şart.

Bunun için muâmelât çok mühim:

MUÂMELÂTTA ZARÂFET

Kulun Rabbiyle olan münasebetine ibâdet denildiği gibi; bir kulun diğer kullarla, mü’min kardeşleriyle, insanlıkla, hattâ bütün yaratılmışlarla, cümle mahlûkatla münasebetlerine de «muâmelât» denir.

Dînimiz; zarâfet içinde bir muâmelâta büyük ehemmiyet vermektedir. Muâmelâtta zarâfet husûsu, kâmil bir îmâna sahip olmanın şartıdır. Peygamber-i Zîşân Efendimiz buyurmuştur:

“Sizden her biriniz kendi nefsi için istediğini, mü’min kardeşi için de istemedikçe kâmil mü’min olamaz.” (Buhârî, Îmân, 7; Müslim, Îmân, 71-72)

Muâmelâttaki kusur ve ihmaller, ibâdetlerin kabulüne de mâni olur. Meselâ gıybet edenin orucu sakatlanmış olur. Kul hakkı ile kazanılmış para ile zekât olmayacağı gibi, böyle kirli bir para ile hacca gidene de; «Lâ lebbeyk!» denir.

İnsanlara iyilik ve adâletle muâmelede din şartı bile yoktur. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara (savaş hâlinde olmadığınız gayr-i müslimlere) iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adâletli olanları sever.” (el-Mümtehine, 8)

En zarif muâmelâtın en mükemmel misâli Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Peygamberimiz sadece mü’minlere değil, dînine bakmaksızın bütün insanlara da zarif bir insâniyetle muâmele etmiştir. Zira mü’minler kardeşimizdir ve bütün insanlar da, insanlıktaki eşimizdir. Bu sebeple Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir yahudi cenâzesi geçerken ayağa kalkmış, fetihten önce Mekke’de kıtlık olduğunda müşriklere yiyecek ve nakit yardım göndermiştir. Bu zarif muameleler karşısında Mekke fethi sırasında Mekke halkının hemen hemen tamamı müslüman olmuştur.

Peygamberimiz’in, şefkat ve merhametle pek düşkün olduğu mü’minlere muâmelâtı ise bambaşkadır. O, şöyle buyurur:

“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha üstünüm. Bir kimse ölürken mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cum‘a, 43)

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına zaman zaman sorardı:

“Bugün bir hasta ziyaret eden var mı?”

“Bugün bir fakiri doyuran var mı?”

“Bugün bir cenâze namazına iştirak ettiniz mi?” (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

Bu sualleri bizler de her gün gönüllerimize sormalıyız.

Bu suallerin müsbet cevaplarıyla yetişen ve O’nun nurlu izinden yürüyen Hazret-i Hasan’ın şu kıssası da muâmelâttaki zarâfetin ne güzel bir örneğidir:

Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh- bir gün Kâbe’yi tavaf etti, ardından Makām-ı İbrâhim’e gidip iki rekât namaz kıldı. Sonra yanağını Makām’a koyup ağlamaya başladı:

“Yâ Rabbî, senin küçük ve zayıf kulun kapına geldi; Allâh’ım, âciz hizmetçin kapına geldi; yâ Rabbî, dilencin, kapına geldi; Sen’in yoksulun, kapına geldi!” diyor ve bunu defalarca tekrar ediyordu.

Sonra oradan ayrıldı. Yolda kuru ekmek parçalarıyla karınlarını doyurmaya çalışan yoksul insanlara rastladı. Selâm verdi. Onlar da Hazret-i Hasan’ı yemeğe davet ettiler. Hasan -radıyallâhu anh- yoksullarla birlikte oturdu (sadaka, ehl-i beyte haram olduğu için);

“–Bu ekmeğin sadaka olmadığını bilseydim sizinle birlikte yerdim.” buyurdu ve (zarif bir hâl çaresi bularak);

“–Haydi kalkın, bizim eve gidelim!” dedi.

Yoksullar onunla birlikte evin yolunu tuttular. Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh- onlara yemek yedirdi, elbiseler giydirdi ve ceplerine de bir miktar para koydu.” (Ebşîhî, el-Müstatraf, Beyrut 1986, I, 31)

Muâmelâtı, yani beşerî münasebetleri yaralayan, insanlar arasına zehir saçan; yalan, gıybet, nemîme gibi günahlardan da âzamî derecede kaçınmak lâzımdır.

Yalan, şahsiyet zaafıdır. Kalbin kanseridir.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle buyurur:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, yalandan daha kötü ve çirkin gelen bir huy yoktu. Ashâbından birinin herhangi bir hususta azıcık yalan söylediğini duysa; onun tevbe ettiğini öğreninceye kadar kendisini o sahâbîden uzak tutar, fazla görüşmek istemezdi.” (İbn-i Sa‘d, I, 378)

Yarın O’nun şefâatine çok muhtaç olacağımız mahşer yerinde, bizden yüz çevirmemesini arzu ediyorsak; bizler de insanlarla muâmelelerimizde O’nun zarâfetinden hisseler taşımamız, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmamız elzemdir.

AHLÂKTAKİ NEZÂKET

Peygamber Efendimiz’in ahlâkı, Kur’ân’ın beyanıyla muhteşem idi.

Bin bir nezâket nümûnesinden bir misal:

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhataplarının hatasını onlara yakıştıramadığını hissettirmek maksadıyla;

“–Bana ne oluyor ki sizleri böyle görüyorum.” buyurur, zarif bir üslûp ile onları îkāz ederdi. (Buhârî, Menâkıb, 25, Eymân, 3)

O’nu, on yıl hizmetinde bulunan Enes -radıyallâhu anh- şu samimî ve hasret dolu ifadelerle anlatır:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kokusundan daha güzel ne bir amber, ne bir misk ne de herhangi bir hoş koku kokladım. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek teninden daha yumuşak ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokundum.”

Kendisini dinlemekte olan talebesi Sâbit, ona künyesiyle hitâb ederek sordu:

“–Ey üstadım, sen sanki her dâim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bakıyormuş ve mübârek nağmesini işitiyormuş gibi yaşıyorsun değil mi?”

Enes -radıyallâhu anh- şu cevabı verdi:

“–Evet, vallâhi kıyâmet günü O’na kavuşmayı umuyorum. Yanına varınca;

«Yâ Rasûlâllah! Küçük hizmetçin geldi!» diyeceğim.

Efendimiz’e Medine’de on sene hizmet ettim. Ben o zamanlar küçük bir çocuktum. Her yaptığım iş Efendim’in arzu buyurduğu gibi değildi. Buna rağmen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana, yaptığım hiçbir iş için; «üf» demedi. «Bunu niçin yaptın, şunu niçin yapmadın?!.» demedi.” (Ahmed, III, 222)

Kendimize soralım: Bizim evlâtlarımız, çalışanlarımız, talebelerimiz, mes’ûliyetimiz altında olanlar, bizden böyle bir İslâm zarâfeti görmekte midir?

Ardımızdan böyle güzel hâtıralar bırakabilecek miyiz?

Başkalarına olan nezâketimiz, onlardan beklediğimiz nezâket seviyesinde mi?

Arkamızdan şu gök kubbenin altında güzel bir sada bırakabilecek miyiz?

Peygamberimiz’in zarâfet ve nezâketi, sadece insanlara değil, sair mahlûkāta, hattâ nebâtâta dahî şâmil idi. Ebû Du‘şum el-Cühenî babasından, o da dedesinden şöyle nakleder:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayvanlarına yedirmek için elindeki sopayla bir ağacın dallarına vurarak yapraklarını dökmeye çalışan bir bedevîyi görmüştü. Yanındakilere;

«–O a‘râbîyi bana getirin, ancak yumuşak davranın, onu korkutmayın!» buyurdu. Bedevî yanına geldiğinde;

«–Ey a‘râbî! Yumuşak bir şekilde ve tatlılıkla sallayarak yaprakları dök, vurup kırarak değil!» buyurdu.

Bedevînin başının üzerine düşmüş olan yaprakları hâlâ görür gibiyim.” (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğābe, Beyrut 1417, VI, 378)

GÖNÜLDE LETÂFET

Hazret-i Enes şöyle der:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- din kardeşlerinden birini üç gün göremezse, onu sorardı. Uzaktaysa onun için duâ eder, evindeyse ziyaret eder, hasta ise şifâ dilemeye giderdi.” (Heysemî, II, 295)

Çünkü Peygamberimiz, ashâbına şu esasları yaşayarak tâlim ediyordu:

Mü’minler birbirini yıkayan iki el gibi olacak. Bir mü’min diğer mü’minleri dâimâ zimmetinde addedecek. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine verdiği bütün nimetleri onlarla paylaşacak.

Letâfet kazanamamış, kasvetli, kaskatı kalplerin; bu fedâkârlık ve kardeşlik hissiyâtını paylaşması mümkün değildir. Mü’minler, kalplerinden; kin, haset, nefret gibi kirleri temizlemeli ve merhamet, muhabbet, şefkat gibi cemâlî vasıflarla gönüllerini tezyîn etmelidir. Böylece gönüllerimiz birer dergâh hâline gelerek bütün mahlûkātı kucaklayabilmelidir. Yani günaha olan nefreti günahkâra taşıttırmamalı. Günahkârı yaralı bir kuş gibi görüp tedavi etmelidir. Hazret-i Mevlânâ’nın; «Gel, gel, ne olursan ol, yine gel!» çağrısı, bu hidâyet ile tedaviye davettir.

Dergâh gönüllü Efendimiz’in nasıl herkese imdâd olduğunu Câbir -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yolculuk esnasında arkadan yürür; güçlük çeken zayıflara yardımcı olur, onları terkisine bindirir ve onlara duâ ederdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 94/2639)

O’nun lâtif gönlünün güzelliği, sîmâsına da yansır; mübârek vecihlerinde nûr-i melâhat temâşâ edilirdi.

SÎMÂLARDA NÛR-İ MELÂHAT

-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sadece mübârek sîmâsı dahî İslâm’ın güzelliğine davet hâlindeydi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, Hazret-i Zeyd -radıyallâhu anh- ile Tâif’ten hüzünlü bir şekilde dönerken yol üzerinde bir bağda dinlendi. Bağ sahibi kendisine acıyarak, hizmetkârı Addâs ile üzüm gönderdi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yemeye besmele ile başladı. Bu söz, Addâs’ın dikkatini çekti. Ardından hayretle sordu:

“–Siz farklı bir insansınız! Buranın insanlarına benzemiyorsunuz! Siz kimsiniz?”

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;

“–Sen nerelisin, hangi dindensin?” diye sordu.

Addâs:

“–Ninovalıyım, hristiyanım!” dedi.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Demek sen, sâlih kul Yûnus bin Mettâ’nın memleketindensin!” dedi.

Addâs’ın şaşkınlığı iyice arttı:

“–Sen Yûnus’u nereden biliyorsun?” dedi.

Varlık Nûru:

“–Yûnus benim kardeşimdir. O, bir peygamberdi. Ben de bir peygamberim!” buyurdu.

Bu sözler üzerine Addâs’ın gönül âleminden îman pınarları fışkırmaya başladı ve şevkle yerinden kalkarak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in eline ve ayağına kapanıp kelime-i şahâdet getirdi. (İbn-i Hişâm, II, 30; Ya’kûbî, II, 36)

Medine’ye hicretten sonra da, O’nu gören Medineli yahudi âlimi Abdullah bin Selâm -radıyallâhu anh-;

“Bu yüz asla yalan söylemez!..” diyerek O’na îmân etti.

Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz’in beraberindeki mü’minleri;

س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜ

“Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir…” (el-Fetih, 29) buyurarak vasfediyor. Bizim sîmâmızda secdelerden ne kadar akisler var?

Ya sözlerimiz?

LİSANLARDA SELÂSET

Nur yüzlü Peygamberimiz’in sözleri de nur idi.

Ebû Kursâfe -radıyallâhu anh- şöyle der:

Ben, annem ve teyzem Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey‘at edip yanından ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana dedi ki:

“–Yavrucuğum, bu zât gibisini hiç görmedik! Yüzü O’ndan daha güzel, elbiseleri daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu.” (Heysemî, VIII, 279-280)

Bir müslümanın dili, hiçbir zaman gönül kırmayacak, kalpleri incitmeyecek. Rahmet taşıracak.

Hâsılı, kâmil bir mü’min KUR’ÂN’IN ÖĞRETTİĞİ LİSAN ile konuşacak:

  1. قَوْلًاسَد۪يدًا = DOĞRU SÖZ (el-Bakara, 59; el-Ahzâb, 70)
  2.  قَوْلًا كَر۪يمًا = DEĞERLİ, GÜZEL SÖZ (el-İsrâ, 23)
  3.  قَوْلًا مَعْرُوفًا = YERİNDE ve UYGUN SÖZ (el-Ahzâb, 32)
  4.  قَوْلًا بَل۪يغًا = TESİRLİ SÖZ (en-Nisâ, 63)
  5. قَوْلًا مَيْسُورًا  = GÖNÜL ALICI SÖZ (el-İsrâ, 28)
  6. قَوْلًا لَيِّنًا  = YUMUŞAK SÖZ (Tâhâ, 44)

Lisânımızdan dökülen onca sözü bir muhasebeden geçirelim. Bu ölçülere ne kadar mutâbık? Lisânımız ne kadar ruhlara huzur tevzî ediyor?

Küpün içinde ne varsa dışarı o sızar. Lisânımız duygularımızın ifadesidir:

DUYGULARDA İNCELİK

Duyguların merkezi kalptir ve kalp insanın doğrudan iradesiyle çalışmaz. Gözümüzü kapatabilir, elimizi, dilimizi tutabiliriz. Fakat kalbe hükmetmek çok daha zordur. Bunun için tasfiye-i kalp gereklidir. Menfî duyguları temizleyip, inceliği elde etmek, kalbin en zor sanatıdır.

Peygamber Efendimiz; hayatı boyunca şahsı için hiç kızmamış, kendisinden bir şey istendiğinde asla reddetmemiş, gönlü ve duyguları berrak, her türlü menfî histen münezzeh ve müberrâ bir şahsiyet idi. Kalbi dâimâ ümmeti için şefkat ve merhametle çarpardı. Şöyle buyururdu:

“Hayatım sizin için hayırlıdır; benimle konuşursunuz ve size (ilâhî vahiy ve hükümler) bildirilir. Vefâtım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir. Güzel bir amel gördüğümde Allâh’a hamd ederim, kötü bir şey gördüğümde de sizin için Allâh’a istiğfâr ederim.” (Heysemî, IX, 24)

Peki biz, bütün mahlûkātın bizlere emânet olduğunun şuurunda mıyız?

Affede affede affa lâyık hâle gelmeye çalışabiliyor muyuz?

Bunu idrâk edecek bir tefekkür ufkuna sahip miyiz?

NAZARLARDA DERİNLİK

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dâimâ derin bir tefekkür hâlinde idi. Kâinattaki her şeyde ilâhî azametin mührünü, ilâhî vitrinleri, ilâhî nakışları temâşâ hâlindeydi. Semâya ve ayak ucuna bakardı. Sükût hâli daha fazla idi.

Bugün insanları meşgul edecek pek çok seyirlik şeyler var. Zaten gafil kalp, dâimâ şeytanî vitrinlerde dolaşır. Serapların içinde gaflete dûçâr olarak aldanıştan aldanışa sürüklenir.

Kâmil kalp ise ilâhî vitrinleri yani ilâhî azamet tecellîlerini, ilâhî nakışları seyreder. Hayranlık içinde zikre karşı coşkunluğunu ve heyecanını artırır. Zira tefekkür, bir îman anahtarıdır.

Velhâsıl;

Kalbimizin durumu çok mühim.

Tâdâd ettiğimiz bütün hasletlerin dergâh-ı ulûhiyette makbul olabilmesi için de kalbimizin tasfiye edilmesi çok ehemmiyetli.

Bunu bir misal ile anlatmak îcâb ederse;

Pırıl pırıl, billûr bir bardağa tertemiz sular, berrak ve leziz şerbetler doldurulur ve öyle ikrâm edilirse; o kristal bardağın şeffaflığı, o ikrâmın güzelliğini temâşâ ettirir. Bu çok güzel ve yerinde bir ikrâm olur.

Ancak kirli bir bardağa, zemzem dahî konulsa bütün güzelliğini kaybeder. İkram değil hakaret olur.

Aynı şekilde kalpler de eğer kirli ise onunla ne Cenâb-ı Hakk’a kulluk takdim edilebilir, ne de mahlûkāta ahlâkî güzellikler ikrâm edilebilir. Çünkü hepsi, kalbin kibir, haset, riyâ gibi mânevî kirleriyle mülevves hâle gelir.

Mâlum;

Yaranın üzerine cerahati temizlenmeden merhem sürülse hiçbir faydası olmaz. Çünkü şifâ, ancak temizlenmiş yaraya sürülen merhem ile mümkündür.

Bu hakikati ifade için Cenâb-ı Hak; kıyâmet günü tek geçer akçenin kalb-i selîm olduğunu ilân etmiştir.

Kelime-i tevhidde de önce اِلٰهَ لَا telkini vardır, yani başta kalpten mâsivâ yani Allah’tan uzaklaştıran her şey temizlenecek. Ondan sonra   اللّٰهُ اِلَّا tecellî edecek.

Eğer kalp temizlenmezse bu saydığımız vasıflar sûretâ gerçekleştirilse dahî, fazla bir tesiri olmaz, rûhâniyetini kaybeder. Eğer temizlenirse, o zaman bu vasıflar bizi Rasûlullah Efendimiz’e yaklaştırır.

Cenâb-ı Hak cümlemize tertemiz bir kalp, aşk ile yaşanan berrak bir îman, kalp ve beden âhengi içerisinde ibâdetler ve hayranlık tevzî edecek muâmeleler nasîb eylesin.

Hira’daki tâlimat olan اِقْرَاْ «Oku!» (el-Alak, 1) emrini îfâ için de böyle bir temiz yürek sahibi olmaz zarûrîdir. Çünkü; ancak böyle bir gönül; kâinâtı zerreden kürreye okuyarak, Cenâb-ı Hakk’a olan vecdini, aşkını ve îmânını güçlendirebilir. Bir Hak dostu ne güzel ifade eder:

“Cenâb-ı Hak o kadar zâhirdir ki, zuhûrunun şiddetinde gaiptir.”

Kalbini rafine edebilenler, o zuhûru her şeyde temâşâ edebilirken, perdeli ve âmâ kalpler ilâhî hakikatlerden hiçbir şey göremez, okuyamazlar.

Yâ Rabbî!..

Bize ahlâk-ı Muhammediyye’yi tahsilde yardım eyle!..

İbâdetlerimize rûhâniyet, muâmelâtımıza zarâfet, ahlâkımıza nezâket bahşeyle!.. Gönüllerimize letâfet, lisanlarımıza selâset, duygularımıza incelik, nazarlarımıza derinlik nasîb eyle!..

Âmîn!..