O’NUN MUHTEŞEM AHLÂKI -4- (Tevâzu ve Mahviyet)

Ebedî Fecre

Yıl: 2015 Ay: Kasım Sayı: 129

O’NUN AHLÂKI,

KUR’ÂN AHLÂKI

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vefatından sonra, Hazret-i Âişe’ye O’nun ahlâkını sordular. Mübârek Vâlidemiz’in cevabı şu oldu:

“–O’nun ahlâkı Kur’ân’dan ibâretti.” (Müslim, Müsâfirîn 139; Nesâî, Kıyâmü’l-leyl, 2)

Kur’ân-ı Kerim, mü’mini şöyle tarif buyuruyor:

وَعِبَادُ الرَّحْمٰنِ الَّذٖ۪ينَ يَمْشُونَ عَلَى الْاَرْضِ هَوْنًا

“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler…” (el-Furkān, 63)

Kulların en fazîletlisi, en ekmel ve mükemmeli olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bütün mekârim-i ahlâk gibi, tevâzuun da en eşsiz misâliydi.

Yaşadığı yüksek kulluk ve sergilediği ulvî ahlâk sebebiyle hiçbir zaman övünmezdi. Allâh’ın kendi üzerindeki nimetlerini ifade mecburiyetinde kaldığında; “Lâ fahre: Övünmek yok!” diyerek büyük bir tevâzua bürünürdü. (Tirmizî, Menâkıb, 1; İbn-i Mâce, Zühd, 37; Ahmed, I, 5, 281)

Geçmiş ve geleceği ihâta edecek şekilde ilâhî af ve mağfirete nâil olduğu hâlde, şükür ve niyâzına devam ederdi. Ayakları şişinceye kadar gecelerini namazla geçirirdi.

Yaşayışı da sade ve mütevâzı idi:

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; kısa zamanda dünyada hiçbir hükümdarın ulaşamayacağı derecede imkânlara kavuştuğu, bir arzusu için; değil malını, canını fedâ edecek ashâbı etrafında pervâne olduğu hâlde, dünya nimetlerinin hiçbirine iltifât etmeyerek eski mütevâzı hayatına devam etti. Önceki gibi, kerpiçten yapılmış mütevâzı odasında sade bir şekilde yaşadı. Hurma yaprağıyla doldurulmuş bir şilte üzerinde uyudu. Sade elbiseler giyindi. En fakir insanın hayat tarzının bile altında yaşadı.

İnsanlarla münasebetlerinde de mütevâzı idi:

O; emsalsiz büyüklüğüne rağmen, en âciz insanlarla bizzat meşgul oldu. Hattâ engin şefkat ve merhametiyle, onlara daha ziyâde kol-kanat gerdi.

Fetih günü muzaffer bir kumandan debdebesiyle değil, binitinin üzerinde secde hâlinde şehre girdiği Mekke’de bir hemşehrisi korkudan titreyerek;

“–Yâ Rasûlâllah! Bana İslâm’ı telkin buyurunuz!” demişti.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise bu vaziyet karşısında;

“–Sakin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. (Muhtereme vâlidelerini kastederek) Kureyş’ten güneşte kurutulmuş et yiyen senin eski komşunun yetimiyim!..” diyerek erişilmez bir tevâzuun zirvesini bizlere mîras bıraktı.

Tevâzu, kulun kulluğunu idrâk etmesidir.

Cenâb-ı Hakk’ın celâl isimleri Zâtına mahsustur ve mü’minler Zât-ı Kibriyâ karşısında boyun bükmek; «Ben» demeyi unutup, dâimâ; «Sen yâ Rabbî!..» demek mecburiyetindedir. Zira;

“Allah, kendini beğenen ve durmadan böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (en-Nisâ, 36)

Ashâbına tevâzu ve hiçliği tâlim etmek için Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün;

“–Hiç kimse amel ve ibâdeti sayesinde cennete giremez!” buyurdu.

Ashâb-ı kiram hayretle;

“–Siz de mi yâ Rasûlâllah?” diye sordular:

“–Evet ben de!.. Meğer ki Rabbimin lutf-i ilâhîsi imdâda yetişe!.. Zira O’nun fazlı, rahmet ve mağfireti beni bürümedikçe ben de cennete giremem! Yaptığım amel beni de kurtaramaz!..” buyurdular. (Buhârî, Rikāk, 18; Müslim, Münâfikûn, 71-72; İbn-i Mâce, Zühd, 20; Dârimî, Rikāk, 24)

Dolayısıyla;

O’NDAN BİL

Mü’min; nâil olduğu her hayrı Cenâb-ı Hak’tan bilmeli, asla nefsine izâfe etmemelidir.

Cenâb-ı Hak bu hakikati asr-ı saâdette iki zaferde Peygamberimiz ve ashâbına tâlim buyurdu. Muazzam Bedir zaferinden sonra Rabbimiz, müslümanlara bir ucub (kendini beğenme) hâli gelmemesi için şu âyet-i kerîmeyi inzâl etti:

(Ey Peygamber!) Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da Sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah; işitendir, bilendir.” (el-Enfâl, 17)

Mekke’nin fethinden sonra da Nasr Sûresi’nde şu ilâhî tâlimat nâzil oldu:

“Allâh’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allâh’ın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit; Rabbine hamd ederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.”

Muvaffakiyetten sonra istiğfâr emredilmekte…

Çünkü;

Kul, bir vazifeyi muvaffakiyetle neticeye erdirse dahî, Cenâb-ı Hakk’ın kabul edip etmediğinden emin olamaz. Kulluk îcâbı mutlaka onda eksikliklerin, kusurların meydana gelmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Kimse, Allah Teâlâ’ya kulluğunu hakkıyla edâ ettiği iddiasında olamaz. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:

“Allâh’ın nimetlerini sayacak olsanız sayıp bitiremezsiniz!” (İbrâhîm, 34)

O’nun en büyük nimeti ise, bizlere bahşettiği hidâyettir. Çünkü iki dünya saâdeti ancak o hidâyet muhtevâsı içindedir. Dolayısıyla;

Dâimâ O’nun rahmet ve mağfiretine ilticâ etmeli ve kabul etmesi için içli içli niyazda bulunmalıdır.

Eğer elde edilen maddî-mânevî nâiliyetleri insan kendi nefsine izâfe ederse, bu büyük bir felâket olur.

Çünkü bu tavır;

لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ الْعَلِىِّ الْعَظ۪يمِ

“Azîm ve yüce Allah’tan başka (kimsede) güç ve kuvvet yoktur.” fermânına karşı idraksizlik ve nâdanlıktır.

Mü’minler Cenâb-ı Hakk’a karşı hiçliklerini müdrik oldukları gibi, beşerî münasebetlerinde mü’min kardeşlerine karşı da alçak gönüllü ve merhametli olmakla mükelleftirler.

Gurur kalpteki bir duygudur, ancak bu, jest ve mimiklere, kılık ve kıyafete aksederek tezâhür eder. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gurur, kibir ve ucub sevkiyle giyinenlerin kıyâmet günü rezillik elbisesi giyeceğini ifade ederek ümmetini cehennem ateşine karşı şöyle îkaz buyurmuşlardır:

YÜZÜNE BAKMAZ!

“Allah, büyüklük taslayarak elbisesinin eteklerini yerde sürüyen kimsenin kıyâmet gününde yüzüne bakmaz.” (Buhârî, Libâs, 1, 5)

Gurur ve çalım atmak niyeti olmaksızın, temiz ve tertipli giyinmek ise bunun dışındadır. Mü’min temiz ve sade olmalı, kalbine dikkat etmelidir.

İnsanda kul olma özelliği vardır. Rabbine kul olmayan insan; nefsine, şeytana, zalim tâğutlara, zâhirî putlara yahut para, menfaat, makam, kadın gibi gizli putlara kul olur. Rabbine kul olan ise, bütün bu zelil ve alçak hâllerden âzâd olur ve gerçek hürriyete kavuşur. Bu hâl ise insanın kendini bilmesidir.

İlim, insanın bu hakikatleri anlaması içindir. Gerçek ilim budur. Ancak ilmi de nefse izâfe ederek, gurur ve ucba dûçâr olanlar, ne büyük hüsrandadırlar. Yûnus Emre Hazretleri’nin dediği gibi;

İlim ilim bilmektir,

İlim kendin bilmektir.

Sen kendini bilmezsen,

Bu nice okumaktır?..

KENDİNİ BİLMEK

Gerçek tahsil; kişinin nefsini bilmesi, nefsini tanıyarak Rabbini tanıma yolunda, mârifetullah yolunda mesafe kat edebilmesidir. Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve kudreti karşısında hayretlere gark olup, hiçliğini idrâk edip, tefekkürü bir îmân anahtarı olarak kullanabilmektir.

Böylesi şerefli bir ilmin sahipleri kimlerdir?

Şu misallerdeki müstesnâ şahsiyetler, unvanları, titrleri, etiketleri olmasa da Allah Rasûlü’nün en mükemmel, en başarılı talebeleridir:

Bir gece vaktiydi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, mûtâdı olduğu üzere mes’ûliyetinin verdiği ızdırap ile Medine sokaklarını gezmekteydi ki, ansızın durakladı. Önünden geçmekte olduğu evden dışarıya kadar taşan bir tartışmaya kulak misafiri olmuştu. Bir ana, kızına;

“–Kızım, yarın satacağımız süte biraz su karıştır!” demekteydi.

Kız ise;

“–Anacığım, halîfe süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” dedi.

Ana, kızına çıkıştı:

“–Kızım, gecenin bu saatinde halîfe süte su kattığımızı nereden bilecek?!.”

Kalbi takvâ ile çarpan kız, anasının süte su katma hilesini yine kabullenmedi:

“–Anacığım! Diyelim ki halîfe görmüyor, peki Allah da mı görmüyor? Bu hileyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen Kâinâtın Hâlıkı Allah’tan gizlemek mümkün mü?..” dedi.

Hazret-i Ömer, bu kızın cevabından çok müteessir oldu. Onu sıradan bir sütçü kadının kızı değil, ihsan şuuruna sahip bir nasip bildi ve oğluna gelin olarak aldı. Beşinci halîfe olarak zikredilen meşhur Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-, işte bu temiz silsileden doğdu. (Bkz. İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 203-204)

İşte bu kız, kendini bilmiş ve kulluğunu da idrâk etmiş, gerçek ve Allâh’ın arzu ettiği tahsili yapmış bir insandı.

EŞSİZ CÖMERTLİK

Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- bir seyahat esnasında, bir hurma bahçesine uğradı. Bahçenin hizmetçisi siyahî bir köle idi. Köleye üç adet ekmek getirmişlerdi. Bu sırada bir köpek geldi. Köle, ekmeklerden birini ona attı. Köpek, ekmeği yedi. Öbürünü attı. Onu da yedi. Üçüncüyü de attı. Onu da yedi.

Bunun üzerine Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- ile köle arasında şöyle bir konuşma geçti:

“–Senin ücretin nedir?”

“–İşte gördüğünüz üç ekmek.”

“–Niçin hepsini köpeğe verdin?”

“–Buralarda hiç köpek yoktu. Bu köpek uzaklardan gelmiş olmalı. Aç kalmasına gönlüm râzı olmadı.”

“–Peki bugün sen ne yiyeceksin?”

“–Sabredeceğim, günlük hakkımı Rabbimin bu aç mahlûkuna devrettim.”

Bu güzel ahlâk karşısında hayran kalan Abdullah -radıyallâhu anh-;

“–Sübhânallah! Bir de benim çok cömert olduğumu söylerler. Hâlbuki bu köle benden daha cömertmiş!” buyurdu. Ardından da o köleyi ve hurma bahçesini satın aldı ve köleyi âzâd edip, hurmalığı ona bağışladı.

İşte bu hâl, gerçek tahsilin bir şûbesidir. Hâlık’ın nazarıyla mahlûkāta bakış tarzıdır. Bütün mahlûkātı yaratan Allah, aynı Allah’tır. O Allah ki, bütün mahlûkātı insana zimmetlemiştir. Kulun bu idrâk içinde olması ve Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetleri O’nun kullarına böyle tevzî edebilmesi, ebediyyeti kazandıran bir tahsildir. Has kulların cennet tahsilidir.

O Hak dostlarının en mühim hasletlerinden biri de, değişen şartlar karşısında kulluk muvâzenelerini kaybetmemeleri idi. İşte bütün mü’minlerin emîri olan Hazret-i Ömer’in tevâzuu:

Bir gün Ahnef bin Kays -rahmetullâhi aleyh- , Arapların ileri gelenlerinden bazı kimselerle birlikte Hazret-i Ömer’i ziyarete gitmiş; onu, elbisesinin eteklerini beline sıkıştırmış koşar vaziyette bulmuştu. Ömer -radıyallâhu anh-, Ahnef’i gördüğünde ona;

“–Gel de yardımcı ol. Devlete ait bir deve kaçtı. Bu malda kaç kişinin hakkı olduğunu biliyorsun.” dedi. O esnada biri;

“–Neden kendini bu kadar üzüyorsun? Deveyi yakalamak için bir köleyi vazifelendirsen olmaz mı?” dedi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;

“–Benden daha iyi köle mi olurmuş!?.” cevabını verdi.

O rafine olmuş kalp; eriştiği son derece yüksek makam ve mevkiden, nefsine hiçbir gurur ve azamet payı çıkarmıyordu. Onda ancak vazife mes’ûliyeti ve bir köle gibi gayret dersi buluyordu.

Böyle tevâzu ve vakar âbidesi müstesnâ şahsiyetler elinde şekillenen medeniyetimiz, kendini ve haddini bilen nice kahramanlar yetiştirdi. Tarihimiz; düşman karşısında kükreyen bir arslan, Allah huzûrunda boynu bükük, gözü yaşlı bir abd-i âciz, mü’minler karşısında şefkatli ve mütevâzı bir sîne olan şahsiyetlerle doludur.

Meselâ, eserlerini hayranlıkla temâşâ ettiğimiz Mimar Sinan, tevâzuda da eşsiz bir üstaddı. Meşhur ihtişamlı âbidelerine rağmen hiç gurur ve kibre kapılmıyordu. Nitekim Selimiye’yi tamamladığında adının kitâbeye yazılması teklifine;

“Ben kim oluyorum ki Allâh’ın evine ismimi koyayım!..” diye cevap vermişti.

Uzun yıllar İstanbul’da ikāmet ederek Osmanlı cemiyet hayatını dikkatle müşâhede eden Fransız doktor A. Brayer şu tespitlerde bulunur:

GURUR ve KİBRİ TANIMAYAN BİR MİLLET

“Müslüman Türkler arasında hayânın (utanmanın) bir neticesi olarak kibir ve gurur âdetâ yok olmuştur. Çünkü kibir ve gurur, İslâm’ın pek şiddetli bir şekilde yasakladığı menfîliklerdendir. Müslümanlar, birbirlerine karşı dâimâ şu telkinlerde bulunurlar:

  • Yeryüzünde sakın azametle yürüme, gurur sebebiyle insanlardan yüz çevirme!
  • Mütekebbir ve mağrûr olandan Allah nefret eder!
  • Hareketlerinde mütevâzı ol, hafif sesle konuş!
  • Kibir, cehâletten ileri gelir; âlim asla mağrûr olmaz.
  • Tevâzu, insana asâlet verir.

Bundan dolayıdır ki; Osmanlı insanının yürüyüşünde vakar ve ihtişam olmakla beraber, asla kibir ve azamet yoktur. Onlar, dâimâ yavaş sesle konuşurlar. El ve kol hareketlerinde hiçbir zaman mütehakkimâne bir edâ sezilmez. Hizmetlerinde de tatlılık ve kolaylık vardır.”

Osmanlı toplumundaki bu hâlet-i rûhiye, en sıradan bir fertten padişaha kadar herkese şâmil idi. Nitekim Osmanlı sultanları, devletin kuruluşundan yıkılışına kadar her cuma selâmlığına gidip gelirken, maaşlı askerlerine;

“Mağrûr olma padişahım, senden büyük Allah var!..” diye söylemelerini emrederek, kendilerine yapılan bu îkazı resmî bir an‘ane hâline getirmişlerdi.

Nitekim asırlardır nice namdar kumandanlara nasîb olmayan bir feth-i mübîn ile İstanbul’u alarak çağ açıp çağ kapatan Fatih Sultan Mehmed Han, «abd-i âciz» diye imza atardı. Bir mesele dolayısıyla kendisinin mahkeme edilmesi gerektiğinde devrin kadısı Hızır Bey, ona; «es-Sultan, ibnü’s-sultan, Ebu’l-Feth, el-Gāzî Muhammed Hân-ı Sânî» diye değil, hiçbir unvan kullanmadan mahkeme edilecek sıradan bir kimseye hitâb ettiği üzere, sadece; «Murad oğlu Mehmed» diye celb-nâme gönderdi. Bu durum; kadı efendinin dirâyeti kadar, Fatih Han’ın böyle bir dirâyete sağladığı irade ve hürmet ve de ilâhî adâlet karşısındaki hiçliğinin bir ifadesiydi.

Tevâzu ve mahviyetin en samimî ve mümtaz temsilcileri ve halka aşılayıcıları ise dâimâ Hak dostları oldular.

Bahâüddin Nakşibend Hazretleri; intisâbının ilk yıllarında hasta ve muzdarip insanlara, sahipsiz ve yaralı hayvanlara hizmet etmiş, hattâ insanların geçeceği yolları temizleyerek tam yedi sene kâ‘bına varılmaz bir hizmet hayatı yaşamıştır. Gönlünde zirveleşen «hiçlik» hâlini;

Âlem buğday ben saman,

Âlem yahşi ben yaman…

mısrâlarıyla dile getirmiştir. En büyük mânevî füyûzâta da bu hizmetler esnasında nâil olduğunu ifade etmiştir.

Dergâha kırk yıl odun taşıyan Yûnus Emre de, amellerine değil, Hakk’ın lütuf ve inâyetine güvenmeyi telkin sadedinde şöyle diyordu:

Ne ilmim var ne tâatim, ne gücüm var ne tâkatim,

Meğer Sen’in inâyetin ide yüzüm, ak Çalab’ım!

Kendisine Miskin Yûnus, Derviş Yûnus, Bîçâre Yûnus diye hitâb ettiği şiirlerinden birinde büyük bir tevâzu ve mahviyet içinde şöyle der:

TOPRAK OL!..

Miskin Yûnus erenlere tekebbür olma toprak ol!

Küllîsi topraktan biter, gülistandır toprak bana…

Mevlânâ Hazretleri de «Tevâzu ve mahviyette toprak gibi ol!» buyurur ve şöyle îzâh eder:

“Bahar mevsiminde bir taş yeşerir mi? Toprak gibi mütevâzı ol ki senden renk renk güller ve çiçekler yetişsin!..”

Hakikaten toprağın üzerinde gezen canlılar, onu çiğner ve cürûfunu da oraya dökerler. Fakat toprak, büyük bir tevâzu ile bu cürûfun hepsini temizler ve sonra çeşit çeşit güzellikte nebatlar bitirerek üzerinde dolaşan bütün mahlûkāta ikram eder. İşte sâlih bir mü’minin gönlü de böyle münbit bir toprak gibi olmalı. Bu kıvama erişenler, kalbindeki bütün cürûfu aynı toprak gibi bertarâf ederler ve kemalde zirveleşirler. Onlar, toprak gibi bin bir fazîlet dolu bir gönül insanı olurlar.

Çünkü toprak gibi tevâzu; sahibini fazîlette zirveleştirir, kulluğu olgunlaştırır, ahlâka kıvam verir. Mütevâzı insan, cömerttir. Cömert insan, merhametlidir. Merhametli insan, mahlûkāta hizmet neşesi ile doludur. Bu da Rabbimiz’in rızâsını elde etmeye vesile olur. Tevâzudan uzak bir kimse ise, bütün bu güzelliklerden mahrumdur.

Maalesef bugün Âkif’in; «Tek dişi kalmış canavar» diye ifade ettiği batı medeniyetinde; gurur, kibir, egoizm ve enâniyet, insanlığı perişanlığa sürüklemektedir.

Dünyayı kana bulayan despotların en bâriz vasfı, vicdanlarını taştan katı hâle getirmiş gururlarıdır.

Kārun gibi; «Ben kazandım!» diyen birtakım varlık sahipleri; cömertlik, merhamet ve mahlûkāta hizmete bîgâne kalmakta ve hep doymak bilmeyen nefsi tatmin peşinde, âhiret sermayesi olarak kendilerine emânet edilmiş imkânlarını ve ömürlerini israf ve lüks hastalığı içinde tüketmektedir. Hâlbuki israf ve savurganlık, maddiyat ile böbürlenmek gibi hastalıklar; şahsiyetteki zaafları telâfi yolunda beyhûde gayretlerdir. Aşağılık duygusunu bastırma hareketidir.

Bugün en acınacak durum da, dünyayı idare eden zalim patronların zulümle nasırlaşmış vicdanlarıdır. Merhametin zaafa uğradığı o kara vicdanlar, insanları esâret altında tutarak modern kölelere dönüştürmekte ve zayıf ülkeleri birer insanlık mezbelesi hâline getirmektedir.

Tarihî bir hakikattir ki, toprağına merhamet tohumu ekilmeyen ülkeler ve onların sefil ruhlu patronları, dünyayı dâimâ bir zulüm bataklığı hâline getirmişlerdir. Hâlbuki insana gerçek kıymeti, Rabbi katındaki kulluğu ve tevâzuu kazandırır. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Allah rızâsı için alçak gönüllü olanı Allah yüceltir.” (Müslim, Birr, 69)

Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Şunu iyi bil ki; kılıç, boynu olan kişinin boynunu keser. Gölge ise yerlere serilmiştir. Boynu ve bedeni olmadığı için onun yaralanması ve kesilmesi de mümkün değildir.

Büyüklük taslamak, kibre, gurura ve ucba kapılmak, odunun üzerine ateş koymak gibidir. Böyle bir ateş üzerine sen nasıl gidiyor da kendini ateşe atıyorsun?

Dikkatle bak da gör; yerle bir olan gölgeler, hiç oklara hedef olabilir mi?

Yerden başını kaldırıp varlık gösteren, böbürlenen kişi ise, oklara hedef olur. Çaresiz, oklar onu delik deşik ve perişan eder durur.”

Bugün İslâm âlemi de İslâm’ın izzet ve şerefinden mahrum vaziyette, hor ve hakir düşmüştür. Yaratılmışı Yaratan’dan ötürü seven, müsamahakâr, engin tevâzu ve sabır sahibi, kavl-i leyyin lisanlı mü’minler yerine; kaba, katı, tekfirci, soğutucu, uzaklaştırıcı, mağrur ve müslümanların elinden-dilinden emniyet duyamadığı, sözde bir müslüman tipi oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu tipin batı himayesinde birkaç asırdır hususî bir şekilde hazırlandığı mâlûmdur.

Yeniden İslâm’ın şeref ve izzetine kavuşmamızın yolu; Fahr-i Kâinât Efendimiz’in muhteşem ahlâkını örnek almak, onu yaşamak ve yaşatmaktır. İslâm’ın güler yüzünü sergilemek, dînimizin merhamet ve tevâzu ile kaynaştıran, infak ve cömertlikle paylaştıran kardeşliğini yaşamak ve yaşatmak, her müslümanın vazifesidir.

Cenâb-ı Hak, bu vazifede hepimize avn u inâyetini refîk eylesin. Bizleri bir an dahî benliğimize bırakmayarak, samimî tevâzu ehli eylesin. Bizleri ve nesillerimizi; Zâtına boynu bükük, gözü yaşlı birer kul, Habîbine lâyık ve tâbî bir ümmet ve mü’minlere karşı merhametli ve alçak gönüllü birer müslüman eylesin.

Âmîn!..