O’NUN MUHTEŞEM AHLÂKI -27- (İslâm Dünya Görüşü)

Ebedî Fecre

Yıl: 2017 Ay: Ekim Sayı: 152

ASLÎ KİMLİĞİ MUHAFAZA

Allah katında hak din İslâm’dır. Peygamber Efendimiz; son hak din olan İslâm’ı, yeryüzünde bütün insanlığa son çağrı ve son ilâhî davet olarak tâlim ve îlân buyurmuştur.

Müslüman fert ve toplum; bu aslî kültür içinde yaşamalı, İslâm şahsiyetinde neşv ü nemâ bulmalıdır.

Kültürün esası, üç unsurdan müteşekkildir:

Din, Dil ve Tarih

Esas kültür; din, dil ve tarih şuuruna sahip olabilmektir. Çünkü fert ve toplumlar, hayâtiyetlerini, ancak; din, dil ve tarih kültürüyle devam ettirebilirler.

DÎNin muhtevâsı, hayatın her safhasını kapsar. İki cihan saâdeti gayesini gerçekleştirmek üzere, her suâle cevap verir. Bu cevaplar manzûmesi içinde de asla tezat bulundurmaz. Sistemli ve muntazamdır. Mükemmeldir. Zü’l-cenâheyndir, yani hem dünyada hem âhirette müntesibine saâdet va‘deder ve bunu gerçekleştirir.

Günümüzün, âhireti unutturan modern câhiliyyesinde; vicdanlara ve ibâdethânelere hapsedilmiş, ahlâk umdelerinden ibaret, ılıman diye adlandırılan bir din anlayışı vardır.

Şeriat ve ahkâmdan uzak «deizm» ve ahkâmı emekli etme cehâleti olan «tarihselcilik» gibi bâtıl anlayışlar ortaya atılmaktadır.

Hak din olan İslâm ise mükelleflerin sadece ibâdet hayatını tanzim etmez. Fertten aileye, aileden topluma, hususî hayattan sokağa ve meydanlara, yeme-içmeden iktisâda, hayatın her safhasında; mü’minin hayatını en güzel, en ideal ölçülerle düzenler. Mükelleflerin bütün fiilleri hakkında hüküm inşâ eder.

Din, kâinâtın ve insanın yaratılış gayesini idrâk etmemizi sağlar. Kundak ile kefen arasındaki hayatın bütün muhtevâsını, her köşesini tanzim eder. Hattâ aldığımız nefese, attığımız adıma kadar…

Din; insanı, dünyada vicdan huzuruna, âhirette ise ebedî saâdete hazırlayan kanun ve kāideler manzûmesidir.

Kur’ân-ı Kerim, gerçek ve aslî kültürün en esaslı kaynağıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in ihtivâ ettiği ilimler, şu beş başlık içerisinde mütalâa edilebilir:

KUR’ÂN KÜLTÜRÜ

  1. Ahkâm ilmi:
  • Akāide dair esasları, sahih inanç umdelerini tâlim eder.
  • İbâdet ahkâmını bildirir.
  • Ahlâk kāidelerini vaz‘ eder.
  • Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştıran kötü vasıfları yani zâhirî ve bâtınî haramları beyan eder.
  • Toplumu düzeltmeye yarayan hükümleri yani zâhirî ve bâtınî farzları tâdâd eder.
  • İktisâdî ve mâlî düzenlemeleri hukukun umumî prensiplerini vaz‘ eder.
  • Aileye ait hükümleri inşâ eder.
  • Harp hukukunu îlân eder.
  • Harp esirlerine dair hukuku tayin eder.
  • Aklı, vahyin muhtevâsında teslîmiyet ile huzura erdirir ve gönlü terakkî ettirir.
  1. Cedel ilmi:

Tevhid akîdesine uymayan iddialara cevaplar verir. Bâtıl ve muharrefin çürüklüğünü ortaya koyar.

  1. Kâinat âyetleri:

Allâh’ın nimetlerini telkin ederek tefekkür ettirir. Enfüs ve âfakta, iç ve dış âlemimizde Allâh’ın sanatını temâşâ ettirerek, sanattan Sanatkâr’a, sebepten Müsebbib’e, eserden Müessir’e ulaştırır.

  1. Kıssadan hisseler:

Allâh’ın insanlık tarihine müdahalelerini, peygamber kıssalarını, ehl-i kitaptan ibretlik sahneleri ve Sodom-Gomore ve benzeri kavimlerin başına gelen felâketleri insanlığın ders alması için îzâh eder, anlatır.

Bizim için üsve-i hasene olan Efendimiz’in hayatının yani Siyer-i Nebî’nin de en büyük kaynağı yine Kur’ân-ı Kerim’dir.

  1. Ölüm ve sonrasındaki safhaları bildirir. Esas olan ebediyet hayatına hazırlar. O âhiretin zor gününde korku ve hüzünden âzâde olabilmek için, Cenâb-ı Hakk’a dost olmanın yollarını tâlim eder.

Bütün bu saydıklarımız «Kur’ân
Kültürü»nü meydana getirmektedir. En muazzam ve en muhteşem kültür, Kur’ân kültürüdür. İnsanlığın dününü ve bugününü tenvîr ettiği gibi, yarınlarında da ona rehberlik edecek yegâne dünya görüşü, İslâm’a aittir.

Hayatın bütün muhtevâsında bu kültürün yegâne mürşidi, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

Rasûlullah Efendimiz’den bu kültürü en güzel bir şekilde tahsil eden de ashâb-ı kiram ve «evliyâullah»tır.

İslâm bir ideoloji değildir. Lâkin bütün ideolojilerin üstünde; hakikî, mükemmel, fert ve topluma iki dünya saâdeti bahşeden bir dünya görüşüne sahiptir.

İslâm dünya görüşünün cihana hükmettiği; Hulefâ-i Râşidîn, Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- ve Osmanlı’nın ilk üç asrı gibi devirler, insanlık tarihinin yüz akı olmuştur.

Kültürün esaslarından ikincisi dildir.

LİSÂNIN EHEMMİYETİ

Din de DİL ile anlaşılır, dil ile ifade edilir. Bütün semâvî suhuf ve kitaplar; insanlığa hak dîni, apaçık bir lisan ile beyan etmiştir.

Bilhassa Peygamber Efendimiz’in kıyâmete kadar kāim mûcizesi olan ve ilâhî muhafaza ile teminat altında olan Kur’ân-ı Kerim, Allah kelâmı olarak edebiyatın erişilmez zirvesidir.

Şöyle ki;

Kur’ân-ı Kerim inmeden evvel, Araplara hususî bir temâyül verilerek, Arap dili tekâmül ettirildi. Belâgat ve fasâhat zirveye ulaştı. Büyük edebiyat fuarları yapıldı. Diğer lisanların henüz emeklediği bir devirde, Arap lisânı mükemmel bir zirve oldu.

Bu zemin üzerine Kur’ân-ı Kerim nâzil oldu. Sadece mânâsı değil, diksiyonu da yani elfâzı da Cenâb-ı Hakk’a ait olan Kur’ân; zirveye ulaşmış bu fasâhat ve belâgat ehli olan en güçlü şairlerin ve ediplerin de hepsini lâl etti. Bütün o edipler ve şairler, Kur’ân-ı Kerîm’i tasdik etmek mecburiyetinde kaldı. Kur’ân;

“Haydi bir benzerini getirin! Yahut bir sûresinin benzerini getirin!” diye meydan okudu, kimse o meydana çıkamadı.

İslâm ile müşerref olan sâir milletler de, hak dînin mefhumlarını Arapçadan alarak, kelime haznelerini zenginleştirdiler. Bilhassa mücerred ve metafizik mefhumları, Kur’ân ve Sünnet’in lisânı olan Arapçadan aldılar.

Eski Türkler Şamanist idi. Lisanlarında mücerred kelimeler hemen hemen hiç yoktu. İslâm ile hidâyet bulmalarıyla, bu ihtiyaç ortaya çıktı. Elbette bu ihtiyacı, Kur’ân ve İslâm ilimlerinin lisânı olan Arapçadan kelimeler ve mefhumlar alıp, dilleriyle mezcetmek sûretiyle giderdiler.

Ecdâdımız, İslâm’ı hayatın her safhasına intikal ettirmek için Türk dilini âdetâ Kur’ân ile yeniden inşâ etti.

Öyle ki Kur’ân’ın ilk sûresi olan Fâtiha’nın hemen hemen bütün kelimeleri Türk dilinin harmanında, Türk hançeresinde Türkçeleşmiştir. İsim, hamd, Rab, âlem, Rahmân, Rahîm, (rahmet) mâlik (mülk, emlâk, melik, memleket), yevm, (yevmiye), din, ibâdet, (mâbed, âbid, mâbud), hidâyet, sırat, müstakîm, (istikamet), nimet, gayrı, gazap ve dalâlet… Bütün bu kelimeler Fâtiha’yı okuyan ve dinleyenlerin gönlünde tedâîler oluşturdu. Her müslüman; Fâtiha’yı okuduğunda anladı, konuşurken de ekserî, Kur’ânî kelimelerle konuştu.

Ecdâdımız, tarih boyunca; Mesnevî, Bostan ve Gülistan gibi şâheserlerin kaleme alındığı Farsçanın da estetik güzelliklerinden istifade etti.

Tarihimizde şerîf sıfatıyla vasfedilen üç gönül eserine ayrı bir ihtimam gösterilmiştir:

Birincisi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hadislerini ihtivâ eden Buhârî-i Şerîf…

İkincisi Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek şemâil ve vasıflarını ihtivâ eden Şifâ-i Şerîf…

Üçüncüsü de Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî-i Şerîf’idir.

Bu üç muhteşem eser, Osmanlı tarihi boyunca selâtîn camilerde icâzetli kişiler tarafından teberrüken okutuldu. Kalpleri cezbetti.

Milletimiz bu kıymetli eserlerin mütalâasından da kazandığı ve öğrendiği kelimeleri de sînesinde yoğurdu, işledi, muazzam ve mükemmel bir Osmanlıca lisânı meydana getirdi. O lisanla mevlid-i şerif başta olmak üzere nice şâheserler meydana geldi.

Maalesef müteâkip asırlarda, vecdin giderek kaybedilmesiyle;

Yakın tarihte, öz kültürümüze yabancılaşma ve batılılaşma cereyanının tesiriyle, bu aslî kelimelerimize bir düşmanlık zuhûr etti. Yabancı kelimelere dokunulmaz, hattâ sahip çıkılırken; Arapça ve Farsça asıllı kelimelerimizi lisandan atma, onları eskimiş gösterme, o derin ve köklü kelimeler yerine, bir sürü sonradan uydurma, köksüz, sığ, nesebi gayr-i sahih kelimeler dayatma hastalığı başladı.

Halkın benimsediği, kullandığı ve dağdaki çobanın bile çok iyi anladığı; «ihtimal, imkân» gibi kelimeler kaldırılıp, yerine; «olanak, olası» gibi kaba, sert ve köksüz kelimeler konulmaya çalışıldı.

Bunda da esas maksat; milleti ve bilhassa yeni nesilleri, İslâmî ve Kur’ânî kültürden uzaklaştırmak oldu. Buna sözde millîleştirme, arı Türkçe adı verildi. Hâlbuki batı lisanlarından gelen yabancı kelimeler kaldırılmadığı gibi, neredeyse teşvik edildi. Bugün sosyetik bir mahalleye gidildiği zaman, orada hep yabancı dilde levhalar ve gençlerin kıyafetleri üzerinde de kimisinin mânâsı çok çirkin ve iğrenç olan yabancı ifadeler görüyoruz. Öyle ki; bilmeyen bir kişi, orayı aziz İstanbul’un bir semti değil de kasvetli bir Avrupa şehri zanneder.

Yapılan hataların lisâna ne büyük bir zarar verdiği düşünülmedi. Bir kelime kaldırılınca; o kökten gelen bütün kelimeler silinip gitti, o kelimeyle inşâ edilmiş tabirler unutuldu.

Bu tahribat ile dil de fakirleştirildi.

Meselâ;

Aralarında ciddî farklar bulunan; «ihtilâl, inkılâb ve ıslahat» kelimeleri kaldırılıp, hepsine; «devrim» denildi.

«Alenî, bâriz, âşikâr, ayan, bedîhî, vâzıh, sarih, münhâl…» kelimelerinin hepsine «açık» denilip geçildi.

1890’da yayınlanan Redhouse Türkçe-İngilizce Lügat’te 92 bin Türkçe kelime yer alırken, 1945’te Türk Dil Kurumu’nun yayınladığı Türkçe Sözlük’te bu sayının 15 bine kadar düşürülmüş olması, «sadeleştirme» adı altında, İslâm kültürüne karşı darbe olarak yapılan «kısırlaştırma» faaliyetinin bâriz bir misâlidir.

«Hayat kelimesi» büyükten küçüğe herkesin kullandığı ve bildiği bir kelime iken onun yerine «yaşam» denilmeye çalışılması da bu tahribin içyüzünü gösteren sayısız misallerden biridir. Mesele herkesin anlaması değil, dînin de dilin de derin mevzular itibarıyla anlaşılamaz hâle getirilmesi içindi.

Herkes anlasın mevzuu bir yalandan ibaretti.

Çünkü herkesin anladığı kelimelere karşı kıyım yapılıyordu.

Maksat neydi? Kur’ân kültüründen gelen bir lisânı ve edebiyatı silmek… O hâlde bu mesele, basit bir iş değildir.

KIYÂMET HESABI!

Bu sebeple her müslümanın ısrarla Kur’ân kültüründen gelen kelimeleri kullanması zarûrîdir. Kur’ân kültüründen gelen her kelimeyi baş tâcı etmeliyiz. Aksi takdirde bu, bizim için bir kıyâmet hesabıdır.

Bu tahripler yüzünden, günümüzde gençlik; o zengin lisânın en basit kelimelerini dahî bilmez hâle geldi. Zaten maksat bu idi. Kütüphaneler dolusu milyonlarca kitaptan meydana gelen muazzam medeniyetimiz ile yeni neslin irtibatını koparmak idi. O eserleri depolarda çürütmek ve okunmaz hâle getirmek idi. Bu tahribin başına Agop adlı bir Ermeni’nin vazifelendirilmiş olması da mânidardır.

Maalesef bugün gayret etmeyen kişiler için o muhteşem Osmanlıca lisânı, âdeta yabancı bir dil hâline geldi.

Hâlbuki unutmamak îcâb eder ki;

Her lisânın zengin ve üst seviyedeki kelime dünyası, ancak hususî gayretlerle tahsil edilir. Lâkin günümüzde lisan bahsinde cehâletten kimse mahcup olmaz hâle geldi. Bilâkis, bu Kur’ân menşeli kelimelerimizi kullanmak bir hata ve kusurmuş gibi telâkki edilir oldu.

“Gençler anlasın.” denilip; dînî sahadaki hutbe, vaaz vb. irşad hitaplarında dahî; uydurukça, köksüz ve yabancı menşeli kelimeler tercih ve terviç edilerek, muhteşem bir lisan kasten fakirleştirildi. Hâlbuki, her kelime kullanıldıkça millete mâl olur. Okuyanlar, dinleyenler o kelimeyi lügat tarifini verecek derecede bilmeseler de akışından tadarlar, anlarlar ve tanırlar.

İslâm ve onun kitabı olan Kur’ân; kültürümüzün temeli olduğu için, bu kelimeleri sadece Türkler değil, İslâm ile şereflenen bütün milletler dillerine kattılar. Bu vesileyle, ümmet-i Muhammed’in bütün fertleri bir araya geldiklerinde bu ortak kelimeler sayesinde daha kolay anlaşırlar. Bugün Arapça hâricinde, Türkçe, Urduca, Farsça… lisanlarıyla konuşan yüz milyonların hepsi, Kur’ân’da defalarca geçen «hayat» kelimesini tanır ve anlar. Fakat hayat kelimesi, köksüz «yaşam» kelimesiyle değiştirilir, «hayat» unutturulursa, Kur’ân ile bağ koparıldığı gibi, müslüman milletler arasındaki halattan da bir lif koparılmış olur.

Benzer bir durum Lâtin ve Yunan medeniyetine dayanan batı lisanları için de geçerlidir. Bir garp lisânından; bu medeniyetlerden aldığı kelimeler çıkarılacak olsa, geriye fakir bir kabîle lisânı kalır. Onlar tarihî bağları olan bu lisanlardan aldıkları kelimelerden rahatsızlık duymamakta, bilâkis lisanlarının genişliğiyle iftihar etmektedirler.

Dinden uzaklaştırmaya matuf olarak yapılan bu tahribat ile maalesef dilimizin incelik, zarâfet ve ihtişamı da yerle bir edilmiş oldu. Kültürümüze karşı çok büyük bir cinayet işlendi.

Buna kimsenin hakkı yoktu.

Nakledildiğine göre Roma İmparatoru Sezar bir konuşmasında uydurma bir kelime kullanır ve bunu birkaç kez tekrarlar. Âyandan biri hükümdarın sözünü keserek memleket diline hürmet etmesini rica eder.

Bir diğeri Sezar’ı müdafaa için ona şöyle der:

“–Bahis mevzu ettiğin kelime, tutalım ki memleket dilinden değildir. Fakat mademki, Roma İmparatoru’nun ağzından çıkmıştır, artık memleketli olmuştur.”

Lisânı müdafaa eden şahıs, buna şu cevabı verir:

“–Sezar! Sen dilediğin insanlara Roma vatandaşlığı sıfatı verir, mevki ve rütbe ihsan edersin. Fakat memleket dilinden olmayan (uydurma) bir kelimeye Romalı olma hakkını veremezsin.”

Hulâsa, aslî kültürümüzü muhafaza için, aslî lisânımıza sahip çıkmalıyız.

Diğer taraftan lisan, dînimizin emirleri bakımından da çok mühimdir. Çünkü;

DİL, DÎNİN TERCÜMANIDIR

Dînin hakikatlerinin, en güzel bir lisanla ifade edilmesi gerekir. Çünkü dînimiz tebliğ ve emr-i bi’l-mârûfu esas alan bir dindir. Kur’ân-ı Kerim’de 11 yerde emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifemize temas edilmektedir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ
عَنِ الْمُنْكَرِ…

“Siz, insanlar içinden çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. Mârûfu emreder, münkerden nehyedersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)

Demek ki; dînin yaşanması ve yaşatılması zarûrîdir. Bu da hâl ve kāl yani yaşayış ve beyan ile mümkün olur.

Dil ile alâkalı en mühim unsur, lisandan dökülen her sözün ahlâken doğru ve güzel olmasıdır.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına dâimâ bunu tâlim buyurmuştur:

Bir gün Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devesinin üzerinde, arkadaşları da O’nun önünde gidiyorlardı. Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-;

“–Ey Allâh’ın Elçisi! Siz’i rahatsız etmeyeceksem, yanınıza yaklaşmama izin verir misiniz?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz izin verince Hazret-i Muâz;

“–Canım Sana fedâ olsun, yâ Rasûlâllah! Cenâb-ı Mevlâ’dan niyâzım, bizim emânetimizi Sen’den önce almasıdır. Allah göstermesin ama, Sen bizden önce vefât edersen, Sen’den sonra hangi ibâdetleri yapalım?” diye sordu.

Hazret-i Peygamber bu soruya cevap vermedi. Bunun üzerine Muâz;

“–Allah yolunda cihad mı edelim?” diye sordu. Peygamber Efendimiz;

“–Allah yolunda cihad güzel şeydir; ama insanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” buyurdu.

“–Yani oruç tutmak, zekât vermek mi?”

“–Oruç tutmak, zekât vermek de güzeldir.”

Muâz -radıyallâhu anh-, bu minvâl üzere insanoğlunun yaptığı bütün iyilikleri sayıp döktü. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her defasında;

“–İnsanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” buyuruyordu. Hazret-i Muâz;

“–Anam, babam Sana kurban olsun, insanlar için bunlardan daha hayırlı olan nedir?” diye sorunca Peygamber Efendimiz ağzını gösterdi ve;

“–Hayır konuşmayacaksa susmak.” buyurdu.

Muâz -radıyallâhu anh-;

“–Konuştuklarımızdan dolayı hesaba mı çekileceğiz?” diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muâz’ın dizine hafifçe vurarak ona şunları söyledi:

“–Allah hayrını versin ey Muâz! İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki?

Kim Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsa; ya hayırlı söz söylesin veya sussun, zararlı söz söylemesin!

Sizler hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkınız, zararlı söz söylemeyerek rahat ve huzura kavuşunuz.” (Hâkim, IV, 319/7774)

İslâm; mü’minde müstesnâ bir incelik ve zarâfet arzu eder. Lisanda da bu zarâfeti isteyen Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de bir mü’minin lisânını şu maddeler hâlinde tarif etmiştir:

KERÎM, MÂRUF, LEYYİN…

Anne-babaya karşı; «Öf!» bile deme, onlara; قَوْلاً كَر۪يماً (kavlen kerîmâ), yani ikramkâr ve iltifatkâr söz söyle! (el-İsrâ, 23)

Fakir-fukarâya, muhtaç ve mahrumlara verecek bir şey bulamıyorsan, hiç olmazsa onlara karşı; قَوْلاً مَيْسُوراً (kavlen meysûrâ), yani gönül alıcı, rûhu dinlendirici, tesellî edici bir söz söyle! (el-İsrâ, 28)

Kanadı kırık bir kuş gibi himayeye muhtaç yetimlere, yakın akrabaya, yoksullara karşı yine; قَوْلاً مَعْرُوفاً (kavlen mârûfâ), yani güzel söz ve tatlı dille konuş! (en-Nisâ, 5, 8)

Kalbinde mânevî hastalık bulunan kimselere karşı herhangi bir töhmete, fitneye veya yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için yine; قَوْلاً مَعْرُوفاً (kavlen mârûfâ), yani yerinde ve uygun bir söz söyleyin! (el-Ahzâb, 32)

Zalimlerin kalbini yumuşatmak için; قَوْلًا لَيِّنًا (kavlen leyyinâ), yani yumuşak söz söyleyin! (Tâhâ, 44)

Peygamber Efendimiz’in mübârek lisânının, bu müstesnâ ölçüleri ne kadar muhteşem bir şekilde tatbik ettiğini Ebû Kursâfe -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Ben, annem ve teyzem, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey‘at edip yanından ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana;

«–Yavrucuğum, bu zât gibisini hiç görmedik! Yüzü O’ndan daha güzel, elbiseleri daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu.» dediler.” (Heysemî, VIII, 279-280)

Velhâsıl bir mü’min, lisânını bu ilâhî ölçüler ışığında terbiye etmeli ve Cenâb-ı Hakk’ın şu emrini hiç unutmamalıdır:

“…İnsanlara güzel söz söyleyin…” (el-Bakara, 83)

Dili kullanmak bir sanattır, o da kalbe bağlı bir keyfiyettir.

Âyet-i kerîmede;

عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

(Rahmân insana) beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 4) buyurulmuştur. Bu ihsânın gayesi de hakkı söylemek ve Hakk’ı zikretmektir. Şu menkıbe bu hakikati ne güzel ifade eder:

LİSÂNIN YARATILIŞ GAYESİ

Nakledildiğine göre İbrahim bin Edhem Hazretleri, sızmış hâldeki bir sarhoşun pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamıştı. Bunu niçin yaptığını soranlara da;

“–Eğer yüce Allâh’ın adını zikretmek (Allâh’ın kelâmını okumak için) için yaratılan dil ve ağzı bulaşık olarak bıraksaydım, (zikre) hürmetsizlik olurdu…” demişti.

Adam ayıldığında ona;

“–Horasan zâhidi İbrahim bin Edhem senin ağzını yıkadı…” dediler.

Bu durumdan mahcup olan sarhoşun gönlü de uyandı ve;

“–Öyleyse ben de tevbe ettim…” dedi hâlini ıslah eyledi.

Böyle bir ıslaha vesile olan İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne rüyasında Hak katından şöyle nidâ edildi:

“–Sen Biz’im için onun ağzını yıkadın! Biz de senin için onun kalbini yıkadık!..”

Aslî kültürün üçüncü esası:

TARİH

Tarih; hâdisâtı, sebepler ve neticeleri ile mütalâa etme ilmidir.

Tarih; dil ve din unsurları çerçevesinde, insanlığın yaşadığı hâdiselerin sebep ve neticelerini tahlil ve bu sûretle ilâhî kanunları tespit etmektir. Zira fertlerin kaderi gibi, toplumların, millet ve kavimlerin de kaderi vardır ve bu kaderin ana hatlarını tayin eden «sünnetullah», bir mânâda tarih ilminin tespit etmeye çalıştığı ilâhî kanundur.

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“…Bir toplum, kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı (onların vaziyetini, tarihî kaderini) değiştirmez.” (er-Ra‘d, 11)

(Kâfir ve münafıkların gidişâtı) tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişâtı gibidir.

(Onlar da) Allâh’ın âyetlerini inkâr etmişlerdi de Allah onları günahları sebebiyle yakalamıştı.

Allah güçlüdür. O’nun cezası şiddetlidir.

Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirinceye kadar Allâh’ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceği (kaidesi)nden dolayıdır. Gerçekten Allah işitendir, bilendir.” (el-Enfâl, 52-53)

Bu bakımdan;

Tarih, bir milletin hâfızası ve millî tecrübeler mecmûasıdır.

Kur’ân-ı Kerîm’in üçte biri peygamber kıssaları ve diğer ibretli kıssalardır. Bir başka ifade ile âbâd olan kavimler ve berbâd olan kavimler tarihidir.

Geçmiş kavimlerin yaşadıkları, sebepler ve neticeleriyle müşâhede edildiği takdirde, istikbâl için bir pusula olur.

Bu sebeple; “Tarih tekerrürden ibarettir.” denilmiştir. Mehmed Âkif de bu sözden hareketle, tarihten ibret almaya davet eder:

Târîhi tekerrür diye târîf ediyorlar,

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

Dikkat edilirse, İslâm’ın ilk muhatabı olan câhiliyye Araplarının geçmişinde;

Bir tarafta ibret alacakları; Âd ve Semûd gibi inkâr, kibir ve zulümleri yüzünden helâk olan kavimler vardı.

Diğer tarafta; onlara nümûne-i imtisal olması gereken, Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail gibi mübârek zâtlar da vardı. O mukaddes tarihin, Kâbe, Arafat gibi hâtıraları vardı. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:

مِلَّةَ اَب۪يكُمْ اِبْرٰه۪يمَۜ

“Babanız (atanız) İbrahim’in dînine uyun.” (el-Hacc, 78)

İslâm ile şereflenen milletler de; Kur’ân ve Sünnet kültürü çizgisinde istikametlendikleri müddetçe, dünyada huzur ve zaferlere eriştiler. İslâm’dan uzak düştükçe, sıkıntı ve mağlûbiyetlere dûçâr oldular.

Bu sebeple, bir müslüman genci; Hak dîni, güzel ve zengin lisânıyla beraber, ibretler ve derslerle dolu tarihini de en güzel şekilde tahsil etmelidir.

GERÇEK TAHSİL BU!..

Çünkü mâzînin bittiği yerde; millet biter, insan biter, iz‘an biter. Çünkü millet, bir bakıma tarihinden ibarettir. Onu mânevî değerlerinden ve tarih şuurundan uzaklaştırırsanız, geriye insan sürüsü kalır. Ancak çocuklarına, tarihini, Çanakkale ve benzeri destan dolu zaferleri, uyutucu değil uyandırıcı bir ninni yapan nesiller; îmânına, milletine, bütün maddî ve mânevî değerlerine sahip çıkacaktır.

Tahsil için geniş zaman ve büyük meblâğların sarf edildiği devrimizde, gelecek nesillere asıl verilmesi gereken eğitim bu üç unsur olmalıdır. Zira bu üç unsur, millî ve aslî kültürün üç muhafızıdır.

Ana dilini, bütün imkânları, dînî ve tarihî derinliğiyle bilmeyen, mükemmelen konuşamayan bir genç; yabancı dilleri bilse de yabancılaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

Yine tarihini, hakkāniyetli kalemlerden, doğru bir şekilde tahsil edemeyen bir genç; globalleşen dünyada kendisini ve milletini istikbalde nelerin beklediğini idrâk edemez ve şahsiyetini kaybeder.

Dîn-i mübîn-i İslâm ise, iki cihan saâdetinin yegâne anahtarıdır. Onu kaybeden her şeyi kaybetmiştir.

Rabbimiz; her hâlimizi rızâsıyla te’lif buyursun. Lisânımızı Kur’ân’ında tâdâd eylediği kıymet ölçülerine muvâfık eylesin. İstikbâlimizi de mâzîmizdeki Allah yolundaki muazzam zaferleriyle şanlı ve ihtişamlı ceddimizin mübârek izlerine mutâbık gayret ve muvaffakiyetlerle tezyîn eylesin.

Âmîn!..