O’NUN MUHTEŞEM AHLÂKI -18- (Kanaat, Tevekkül ve İstiğnâsı)

Ebedî Fecre

Yıl: 2017 Ay: Ocak Sayı: 143

YALNIZ ALLAH’TAN İSTE!

İnsanoğlunu yaratan, rızıklandıran, ona ihtiyaç duyduğu maddî-mânevî türlü nimetleri bahşeden; Cenâb-ı Hak’tır. Rabbi; bütün yarattıkları gibi, insanın da rızkını tekellüf etmiştir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor. (Rızkını kendisi temin edemiyor.) Onlara da size de rızık veren Allah’tır. O, her şeyi işitir ve bilir.” (el-Ankebût, 60)

Meselâ bebekler, kendi rızıklarını kendileri elde edemiyor. Allah onlara anneleri vesilesiyle rızık veriyor. Hasta ve yavru hayvanâtın da kezâ rızıkları önlerine geliyor. Hâsılı;

Her canlının rızkı Allâh’a aittir.

Bu hakikatlere rağmen insan; üryan olarak geldiği ve bir kefene sarılıp gittiği bu âlemde, sanki rızıksız kalacakmış telâşesi ile bin bir ihtiyaç içinde çırpınır durur. Bu çırpınışın sebebi, nefsin vesveseleri ve fısıltılarıdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Andolsun ki insanı Biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kāf, 16)

Nefs problemini halledemeyen insanın içi; bu mânâda vesveselerle, vehimlerle ve endişelerle doludur. Şeyh Sâdî bu hakikati şöyle ifade eder:

Yek katre-i hûnest, sad hezârân endîşe!

“İnsan bir damla kan, bin bir endişe!”

Bu vesveselere kapılan gafil insan; bâkî hayatı kazanması için verilen fânî ömrünü, fânî şeyleri elde etmek için elinden çıkarır. Maddiyat yüzünden; birçok nâdan ve gafil kişi, mâneviyâtından taviz verir. Bu çok hazin bir aldanıştır. Hattâ ahmaklıktır. Zira damlayı elde etmek için deryâyı vermek, ancak hamâkat ile tarif edilebilir.

Dünya hayatı insan için bir imtihan mekânıdır. Menfaatine düşkün, nefsinin arzularını yerine getirmeye meyyal, aceleci ve bir de zayıf yaratılışlı olan insan; dünya hayatının fânî fakat aldatıcı zevklerine ve keyiflerine kapılarak, âhiret yurdunu berbat eder.

İnsanlığı bu vahim hataya karşı îkāz etmek için, Cenâb-ı Hak; kitaplar ve rasûller göndermiştir. Son ilâhî kelâm olan Kur’ân-ı Kerîm’in üçte biri, âhireti anlatır. İnsanlığı; âhireti tercih etmeye, cehennemden korunmaya ve cennet için gerekli uhrevî hazırlığı yapmaya davet eder.

Peygamberler ve Hak dostları da, hâlleri ve yaşayışlarıyla âhiretin üstünlüğünün canlı şahitleri olmuşlardır. Kimsenin erişemeyeceği bir saltanata ermiş olan Hazret-i Süleyman dahî; dünyaya gönül bağlamamıştır. O, Cenâb-ı Hakk’a muhtaçlığını hiç unutmamış ve kendisini fakir addetmiştir. O, sabahleyin kalkınca; fakir ve garip kimselerin yanına gider, büyük bir tevâzu ile onlarla oturur;

“Fakir, fakirlere yakışır.” derdi.

Sâmi Efendi Hazretleri pek çok sohbetlerinde şu hakikatten sıkça bahsederdi:

Kendisine Cenâb-ı Hak tarafından büyük tasarruf imkânları lutfedilmiş olan Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-; cinler, insanlar ve kuşlardan oluşan muhteşem ordusuyla bir mahalden geçiyordu. Orada bir karınca vadisi vardı. Karıncaların reisi, Hazret-i Süleyman ve ordusunu görünce;

“–Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin! Hazret-i Süleyman’ın saltanatı, çok büyük bir saltanattır; çiğnenirsiniz! Yuvalarınıza çekilin!” dedi. (Bkz. en-Neml, 17-18)

Cenâb-ı Hakk‘ın lutfuyla hayvanâtın lisânını da bilen Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm- bu sözleri duydu ve fânîliği derinden idrâk ettiğini gösteren şu cevabı verdi:

“–Hayır, benim saltanatım geçicidir! Bir kelime-i tevhîdin getireceği saâdet ve saltanat ise ebedîdir!..”

EN ZİRVE ÖRNEK

Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de; her mevzûda olduğu gibi; kanaat, tevekkül ve istiğnâ hususlarında da en zirve örnektir, en müstesnâ üsvedir.

Hayatı boyunca dünyaya ve dünyalığa hiçbir zaman alâka göstermemiş ve iltifat etmemiştir. Nitekim buyurmuşlardır ki:

“Benim dünya ile bir bağım yok. Benim dünyadaki durumum; bir ağacın altında gölgelenen, sonra da yoluna devam eden bir yolcu gibidir.” (Tirmizî, Zühd, 44)

Efendimiz’in maîşeti kifâyet miktarını hiç aşmamıştır. Âişe Vâlidemiz buyuruyor ki:

“Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in aile efrâdı; Medine’ye geldiği günden beri, vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

“Dilesek doyabilirdik. (Yani bu açlık, yokluktan değildi. Gazvelerden bize ganîmetler ve benzeri imkânlar gelirdi.) Fakat Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (mü’min kardeşlerini kendine tercih makamında) îsârda bulunurdu. (Böylece elimize geçeni bu şuur ve idrâk ile hemen infâk ederdik.)” (Beyhakî, Şuabü’l-îmân, III/62 [1396]) Allah Rasûlü’nün ikram etmekten ve tevzî etmekten aldığı lezzet, kendisine açlığını unuttururdu.

Hazret-i Peygamber’in; mübârek vücuduna iz yapan bir hasır üzerinde yattığını görüp, gözyaşı döken ve kisrâların, kayserlerin sahip olduğu imkânları hatırlatan Hazret-i Ömer’e, O -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle cevap vermişti:

“–Yâ Ömer! Kisrâ ve kayser, dünya nimetlerinden zevklerini alsınlar, safâ sürsünler! Âhiret nimeti bize yeter!..” (Ahmed, II, 298; Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Kebîr, X, 162)

Risâletten evvel; kimseye muhtaç olmadan, iffetli bir şekilde geçimini sağlayacak çobanlık ve ticaret gibi faaliyetlerle meşgul olmuş, fakat dünyaya hiç tamah etmemiştir. Hazret-i Hatice; O’nun ticaret faaliyetinde gösterdiği dürüstlük ve mürüvvetin de dâhil olduğu müstesnâ şahsiyet tezâhürlerine hayran olarak, Allah Rasûlü’ne izdivaç teklifinde bulunmuştu.

Allah Rasûlü; karnına taş üstüne taş bağlayacak zor günler geçirse de, kanaat ve istiğnâsını hiç bozmamış, buna mukabil, eline bol nimetler geçtiğinde derhâl fukarâya, talebelere ve kalbini İslâm’a ısındırmak istediklerine dağıtmıştı.

Vefâtı esnasında; elinde bulunan birkaç dinarı hemen dağıtmasını, Hazret-i Âişe’ye tembih etmişti. Hastalık günlerinin hüzün ve telâşesinde muhterem Vâlidemiz’in bunu ihmâl ettiğini öğrenince derhâl müdahale etmiş ve o birkaç dinarı hemen tasadduk etmiş ve huzura kavuşmuştu.

Ashâbına da dünyada hiç kimseye muhtaç olmamak için çalışıp, helâlinden kazanmayı telkin buyurdu:

ALIN TERİ, EN HAYIRLISI

“Herhangi birinizin iplerini alıp dağa gitmesi ve sırtına bir bağ odun yüklenip onu satması; Allâh’ın bu sebeple onun şerefini koruması, verseler de vermeseler de insanlardan bir şeyler dilenmesinden daha hayırlıdır.” (Buhârî, Zekât, 50-53; Nesâî, Zekât, 85)

Dînimiz, karakter ve şahsiyete büyük ehemmiyet vermiştir. Bir mü’minin; ihtiyacını kendisi gibi fânîlere açıp, yüz suyu dökerek dilenmesi, îman şahsiyetine yakışmaz.

Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Cebrâil bana geldi; şöyle dedi:

«Yâ Muhammed!

  • İstediğin kadar yaşa, (sonunda) mutlaka öleceksin!
  • İstediğini sev, (sonunda) mutlaka ayrılacaksın!
  • İstediğin şeyle amel et, (sonunda) onun karşılığını elde edeceksin!

İyi bil ki,

  • Mü’minin şerefi, geceleri kāim olmasında;
  • İzzeti ise, insanlardan müstağnî kalmasındadır!»” (Hâkim, IV, 360-361/7921)

Burada şu hakikati de ifade etmek îcâb eder:

İKİ TARAFA BİRER ÖLÇÜ

Dînimiz mahrumlara;

“Müstağnî ol, Allah’tan başkasından bir şey isteme!” telkininde bulunurken, imkân sahiplerine de;

“Mahrum gönülleri ara, bul!” emrini vermektedir.

Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“(Zekât ve sadakalarınızı); kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirlere verin! Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. SEN İSE ONLARI SÎMÂLARINDAN TANIRSIN. Çünkü yüzsüzlük ederek ısrarla insanlardan bir şey istemezler. Hiç şüphesiz ki Allah, yaptığınız her hayrı bilir.” (el-Bakara, 273)

Ölçü budur: Muhtaç, tevekkül ve iffetle saklanacak. Hâlini arz etmeyecek. Varlıklı mü’min ise; kardeşinin hâlini sîmâsından anlayıp fark edecek, şahsiyetini rencide etmeden ona sahip çıkacak.

Yani muhtaçların hâllerini kimseye arz etmemelerinin istenmesi, mü’minin tevekkülünü kuvvetlendirmek ve haysiyetini çiğnetmemek içindir. Ancak diğer taraftan, Hak Teâlâ, mü’minleri birbirine zimmetlemiştir. Her imkân sahibine, sâil ve mahrumun hakkını vermesini emretmiştir.

Yoksulun istiğnâsı, zenginin ihmâline sebebiyet vermeyecek. Zenginin infak arzusu da, yoksulu aç gözlülüğe itmeyecek.

Peygamber Efendimiz, ashâbına da dâimâ istiğnâyı tavsiye ederdi. Şu hâdise güzel bir misaldir:

Ebû Saîd -radıyallâhu anh-, mâruz kaldığı açlık yüzünden karnına taş bağlayan sahâbîlerdendi. Vâlidesi ona;

“–Kalk, Rasûl-i Ekrem’e git, O’ndan bir şeyler iste. Falan adam Rasûl-i Ekrem’e gitmiş, O da onun imdâdına yetişmiş. Filân da gitmiş, o da nimete nâil olmuş. Haydi sen de git, belki bir hayırla dönersin.” dedi.

Ebû Saîd -radıyallâhu anh- ise vâlidesine cevaben;

“–Hele dur bakalım, bir şeyler arayalım, bulamazsak öyle gidelim.” dedi. Fakat bütün aramaları ve gayretleri boşa çıktı. Bunun üzerine çaresiz, Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gitmeye karar verdi. Allâh Rasûlü’nün huzûruna girdiğinde, onu hutbe îrâd ederken buldu ve hutbeyi dinlemeye koyuldu. Allah Rasûlü hutbesinde şunları söylüyordu:

“İstiğnâ gösteren ve iffetini muhafaza eden insanları, Cenâb-ı Hak bütün âlemden müstağnî kılar.”

Ebû Saîd -radıyallâhu anh-, bu sözü işittikten sonra, Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’den bir şey istemeye cesaret edemedi ve eli boş bir vaziyette evine döndü. Kendisi bundan sonraki hâlini şu şekilde anlatıyor:

“Rasûl-i Ekrem’den bir şey isteyemeden evime döndüğüm hâlde; Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi, işimiz o kadar yoluna girdi ki, ensâr içinde bizden daha zengin bir kimse yoktu.” (Ahmed, III, 449)

Bu misalde olduğu gibi Allah Rasûlü, dünyaya karşı ihtirasa düşme husûsunda da ashâbını dâimâ uyardı:

ALLAH SENİ SEVSİN

“Dünyaya gönül bağlama ki Hak seni sevsin; insanların eline bakma ki halk seni sevsin.” (İbn-i Mâce, Zühd, 1)

Peygamberimiz; Allâh’ın nusretiyle ve getirdiği son ilâhî mesajın heyecan ve dinamizmiyle, ashâbı ve onları takip edecek nesiller tarafından kıtaların ve geniş iklimlerin fethedileceğini biliyordu. Bunları en zor Hendek günlerinde dahî müjdelemişti. Ancak bununla beraber, gelecek zenginleşmeye karşı da ashâbını îkāz ediyordu:

“Dünya tatlıdır ve manzarası hoştur. Şüphesiz ki Allah; dünyanın idaresini size verecek ve nasıl davranacağınıza, ne gibi işler yapacağınıza bakacaktır. O hâlde dünyadan sakının…” (Müslim, Zikir, 99)

“… Allâh’a yemin ederim ki sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin de önünüze serilip onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.” (Buhârî, Rikāk, 7)

Asr-ı saâdeti takiben yaşanan fitne hâdiseleri de, Peygamber Efendimiz’in endişelerinde ne kadar haklı olduğunu göstermiştir.

Her hususta vasatı, itidâli ölçü gösteren dînimizde; dünyaya lâyık olduğu kadar ehemmiyet vermeli ve kalbi onunla fazlaca meşgul etmekten sakınmalıdır.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Bu dünya hayatı bir eğlenmeden, bir oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurduna gelince; şüphe yok ki o, hayatın ta kendisidir, bunu bilmiş olsalardı.” (el-Ankebût, 64)

Bu ve benzeri ilâhî tâlimatlara gönül veren gönül ehlinin gözünde, dünya bir hiçten ibarettir. Onların yegâne arzusu, Allah rızâsıdır. Yûnus Emre ne güzel söyler:

Ne varlığa sevinirim,

Ne yokluğa yerinirim,

Aşkın ile avunurum,

Bana Sen’i gerek Sen’i.

Yahyâ bin Muâz -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:

“Ârif; âhireti sağ eline, dünyayı sol eline almış, gönlünü de Hakk’a çevirmiştir. Artık hiçbir şey onu Hak’tan başkasıyla meşgul edemez.”

Hazret-i Mevlânâ Mesnevî’sinde şöyle der:

“Dünya, Allah’tan gafil olmaktır. Yoksa para, kumaş, kadın ve evlât sahibi olmak değildir. Seni oyalayıp Hak’tan gafil kılan ne varsa senin dünyan odur.”

DÜNYAYA TOK GÖNÜLLER

Efendimiz’in ashâbı, en muazzam istiğnâ misalleri sergilemişlerdir. Ensar; mallarının, tarlalarının ve evlerinin yarısını, kardeşleri olan muhâcirlere ikrâm etmiş; muhâcirler ise istiğnâ göstererek, ancak hizmet mukabili emeklerinin karşılığını kabul etmişlerdir.

Hazret-i Ebûbekir; kısa hilâfetinde kendisine zorla kabul ettirilen maaşları, bıraktığı vasiyetiyle beytülmâle iade etmiştir.

Hazret-i Ömer; büyük fetihlerin gerçekleştiği hilâfeti devrinde, kendi tahsisatını çok cüz’î bir miktarda tutuyordu. Tahsisatını artırması için, kendisine telkinlerde bulundular, kabul etmedi. Sonunda kızı Hafsa Vâlidemiz’i ikna için gönderdiler.

O ise kızı Hafsa’ya sordu:

“–Kızım! Rasûlullâh’ın yeme-içme ve giyimde hâli nasıldı?”

“–Kifâyet miktarı (ancak yetecek derecede) idi.”

Hazret-i Ömer kızından beklediği bu cevabı alınca, tahsisatını niye artırmadığını şöyle îzâh etti:

“–İki dost (Hazret-i Peygamber’le Ebûbekir) ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz. Birincimiz (Hazret-i Peygamber) makamına vardı. Diğeri (Ebûbekir) aynı yoldan giderek birinciye kavuştu.

Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem!

Kızım!

Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?”

SULTANLAR BİLE

Allah Rasûlü’nün mübârek izinden giden sultanlar dahî, bu kanaat ve istiğnâyı en güzel şekilde göstermişlerdir.

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-; hilâfete geldiğinde, hanımından bütün mücevherâtını beytülmâle vermesini istemiştir. Hanımı bunu kabul ettiği gibi; zevci vefât ettikten sonra mücevherlerini kendisine iade etmek isteyen kardeşlerinin teklifini de reddetmiş, bu fedâkârlığı gönülden yaptığını ifade etmişti.

Ağyâre ve ecnebî elçilere azametli görünmek için kaftanlar giyen Osmanlı sultanlarının I. Ahmed Han gibileri, içlerine keçi kılından fanilâlar giyerek dünya nimetlerine karşı kendilerini muhafaza etme gayretinde olurlardı. Her biri muazzam servetler dökerek büyük vakıflar inşâ eden, şefkat ve merhametin timsâli vakfiyeler bırakan o sultanların çoğu; i‘lâ-yı kelimetullah için at sırtından inmediler.

Son sultan Vahîdüddîn Han; gurbete gitmeye mecbur kalınca, yanında padişah olarak şahsına ve hânedan olarak ecdâdına ait olan nice kıymetli mücevherleri hazineye bağışlayarak ayrıldı. Hâlbuki kalabalık bir maiyyet ile meçhule doğru gidiyordu ve yanına aldığı miktar, hakikaten sadece 1-2 yıl kifâyet edebilmişti. Ancak o ayrılırken, yükte hafif pahada çok ağır olan muhteşem mücevherâta el sürmedi.

Yanında sadece minyatürleri iki milyon eden muhteşem bir eser vardı, makbuzunu getirterek onu da yine hazineye iade etmişti. O zaman yakınları;

“−Padişahım! Hazîne-i Hümâyûn’umuzdaki bütün eşya ecdâdınıza ve hânedanınıza; hükümdarlar tarafından hediye edilen eşyadır, bunlar sizin malınızdır. Bâhusus iade buyurmak istediğiniz kitabın iki belki de üç milyona alıcısı hazırdır. Hiç olmazsa bunu bir ihtiyat olarak nezd-i şâhânenizde alıkoymak doğru değil midir?” deyince;

Sultan Vahîdüddîn, şu cevabı verdi:

“−Haklısınız, bunlar hesabını kimseye vermekle mükellef olmadığımız, şahsî malımızdır. Fakat ecdâdım bu milletin hükümdarları olmasa idiler, onlara kim bu hediyeleri verirdi? Binâenaleyh bu kıymet biçilmez eşya ve evânîde, benim kadar milletin de hakkı vardır. Ben bu ihâneti kabul edemem!”

Şartlar Sultan’ı bir müddet sonra İtalya’nın San Remo şehrinde ikamete mecbur bırakmıştı. Şehzadeliğinde kendisini İstanbul’da ağırladığı İtalyan kralı kendisine cömertlikle mukabelede bulunmak istiyor, ikametgâh ve tahsisat teklif ediyordu. Ancak müstağnî Padişah;

“Memleketimdeki vukuât ve hâdisât; her ne kadar beni muvakkaten veya ebediyyen, taç ve tahtımdan ayırdıysa da, üzerimde «Halîfelik» sıfatı mevcuttur. Ben bütün müslümanların reis-i rûhânîsiyim, Peygamber postunda oturuyorum. Bu sıfat, kendi dînimden olmayan bir zâtın teklifini kabulden beni men eder.” diyerek bu teklifleri geri çevirdi. Hilâfet makamını istismâr etmek isteyen ve maddî refah va‘deden başka teklifleri de elinin tersiyle itti. Hâlbuki son derece muhtaç durumda idi.

Nihayet yedi asır İslâm’a en büyük hizmetlerde bulunmuş bu hânedanın son padişahı vefat ettiğinde, maalesef bakkal-manav borcu yüzünden San Remo esnafı tarafından tabutuna haciz kondu. Tabut arka kapıdan kaçırılarak vapura bindirildi ve Şam’da Sultan Selim Camii’ne defnedildi. Borçlar bilâhare akrabaları tarafından ödendi.

Şu misal ise, istiğnânın halk arasında dahî nasıl intişâr ettiğini göstermesi bakımından çok mühimdir.

SAHİPSİZ HAZİNE!

Fatih devrinde kadı efendiye bir dâvâcı ve dâvâlı gelmişti. Dâvâcı, şöyle bir mesele arz etti:

“–Efendim, bendeniz bu din kardeşimin falan tarlasını satın aldım. Ekin için çift sürerken, orada altın dolu bir küpe rastladım. Küpü alıp, tarlasını satın aldığım bu kardeşime götürdüm;

«–Buyur, bu senindir; al!» dedim.

O da;

«–Ben bu tarlayı altı ve üstü ile sattım!.. Artık bana helâl olmaz!..» deyip kabul etmedi. Hâlbuki toprağın altından bu küpün çıkacağını bilse satmazdı.”

Kadı efendi, öbür kişiye söz hakkı verdi. O da;

“–Durum aynen kardeşimin arz ettiği gibi vâkî oldu. Fakat ben ona tarlayı satınca, altı ve üstü hepsi dâhil düşüncesindeyim. Nasıl üstündeki mahsûlde bir hakkım yoksa, altındakinde de öyledir!..” dedi.

Kadı, bu iki samimî müslüman arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi. Birinin sâlih bir oğlu, diğerinin de sâliha bir kızı olduğunu öğrenince, ikisine aracı oldu. Tarafeynin rızâsı ile bu iki gencin nikâhlarını kıydı. O bir küp altını da, gençlerin düğün ve çeyiz masraflarına harcamalarına hükmetti.

Onlar dünya malının ve imkânlarının, ancak âhireti kazanmak için bir malzeme olduğunu idrâk etmiş kimselerdi. Bu sebeple ellerinden gelen her imkân ile ümmet-i Muhammed’in imdâdına koşmak en büyük gaye ve gayretleriydi.

1. Abdülhamid Han bağlılarından olmayan bir mâbeyn kâtibi, hâtırâtında Sultan’ın şefkat ve merhametini gösteren şu hâdiseyi anlatır:

MERHAMET-İ ŞÂHÂNE

“Bir akşamdı. Mâbeynde nöbetçi olarak ben kalmıştım. Gelen mektup, telgraf, rapor ve tezkerelerin listesini tertiplemiştim. Tam huzûra çıkmak üzere iken bir telgraf geldi. İstanbul Lâleli Postahânesi memurlarından birinin Hünkâr’a çektiği bir telgraftı bu…

Bîçâre memur, telgrafında; karısının o gece doğum yapacağını ve doğumun da tehlikeli olacağına dair doktorların kendisini îkāz ettiğini, fakat elinde hiçbir imkân bulunmadığını, bu sebeple merhamet-i şâhâneye sığındığını bildiriyordu.

Ben de bunu pek kayda değer görmeyerek zât-ı şâhâneye vereceğim listenin içerisine almadım. Ancak huzurda Padişah, âdeti üzere her şeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra ilâve etti:

«–Başka bir şey var mı?»

«–Kayda değer bir şey yok efendim!” dediysem de Sultan, ısrarla suâlini tekrarladı ve;

«–Sen kayda değer saymadığını da söyle!» dedi.

Bunun üzerine malûm telgraftan bahsettim. Arza değmeyeceğini düşünerek listeye almadığımı bildirdim. Hüzünlenerek tâlimat verdi:

«–Hemen getiriniz!»

Şaşkın bir vaziyette telgrafı getirdim. Sultan, orada yazılanları dikkatle okudu. Ardından düşündüğümün tam aksine hemen saray doktorunu çağırtarak bana döndü;

«–Derhâl beraberce Lâleli’ye gidiniz ve doğum yapacak olan kadıncağıza gerekli müdahaleyi yaptırınız!» diye ferman buyurdu.

Sultan’ın bu emri üzerine saray doktoru ile o memurun evine gittik. Vazifemizi yerine getirip hastahâneden döndüğümüzde ise, vakit sabaha yaklaşmıştı. Saraya girince, kapının sesinden bizi fark eden Sultan, perdeyi araladı ve eliyle; «Gelin!» diye işaret etti. Odasının ışıkları yanıyordu. Demek ki, sabaha kadar ibâdet ve duâ ile meşgul olmuştu.

Hemen huzûruna girdik. Neticeyi sordu. Olduğu gibi anlattım:

«–Sultanım, doğum bir hayli müşkil oldu. Ancak mütehassıs doktorların gayretleri ile hasta kurtuldu elhamdülillâh. Bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Adını da «Abdülhamid» koydular. Sabaha kadar gözyaşları içinde zât-ı âlînizin ömür ve devletlerine duâ ettiler.» dedim.

Bizi ayakta dinleyen milletin merhametli babası olan Hünkâr, bu durum üzerine rahatlayarak derinden bir; «Elhamdülillâh!» dedi. Sonra paravananın arkasına geçerek iki rekât şükür namazı kıldı.”

Bunlar İslâm medeniyetinin yetiştirdiği merhametli, rakik gönüllü ve hassas insan tipinin mümessilleridir. Bir başka misal olarak Birinci Abdülhamid Han da, Özi Kalesi’nin düşman eline geçmesi üzerine, büyük bir teessür ile;

“Asker evlâtlarım ve masum ahâlim parçalandı!” diyerek ümmet-i Muhammed’in ızdırâbını sînesinde duydu. Bu acıyla felç geçirdi ve kısa süre sonra vefât etti.

O padişahlar ki, kendilerini Hâdimü’l-Harameyn, Mekke ve Medine’nin hizmetkârı addeder, hattâ «Harameyn-i Şerîfeyn»in süpürgecisi olduklarına işaret eden bir sorguç taşır ve mübârek beldenin süpürgecilerinin maaşlarını kendi servetlerinden verirlerdi.

Hiçbir Osmanlı padişahı; Medîne-i Münevvere’den gelen mektubu tahtında oturarak dinlememiş, mutlaka ayağa kalkarak kimden gelirse gelsin o mektubun geldiği mekâna ihtiram göstermiştir.

Öyle ki Abdülaziz Han, bir gün hasta yatağında iken kendisine mektuplar arz ediliyordu. Sıra Medine’den gelen mektuplara gelince, yattığı yerde dinlememek için yardımcılarına;

“Beni kaldırın!” dedi ve iki kişinin kollarında doğrularak mektubu ayakta dinledi.

Sultanların gönül dünyasının bu kıvamda olduğu İslâm toplumunda, halkın da mâneviyâtı çok yüksekti.

HUZUR DOLU BİR TOPLUM

Gönülleri terbiye eden dergâhlar vasıtasıyla; dertliler maddî ve mânevî ızdıraplarına derman bulurlar, teselli olurlardı. Üzerinde bir oyuk olan sadaka taşlarına, imkân sahipleri, kimin eline geçeceğini bilmeksizin para koyarlar; fukarâ kişiler rencide olmaksızın, hattâ aldıkları dahî belli olmaksızın oradan ihtiyaçlarını temin edebilirlerdi.

İç âlem temizliği ve gönül terbiyesi toplumda iz‘ân ve rikkati o derecede yükseltmişti ki; bir evde hasta varsa, pencereye kırmızı bir saksı konur, bu zarif işaret, o sokakta satıcıların ve çocukların gürültü yapmamasına kâfî gelirdi.

Edep ve hürmet o dereceye ulaşmıştı ki; akıl hastalarına «deli» denmez, «muhterem âcizler» denilirdi.

Sadece insanlara değil, mahlûkāta da şefkat çok yüksek idi. Sokak hayvanları için çeşmelerde yalaklar yapılır, mâbedler zarif kuş evleri ile tezyin edilirdi.

Bütün bu müstesnâ misaller; arınmış bir gönlün, Hakk’a yönelmiş, Rabbini anarak huzura kavuşmuş bir kalbin meyvesidir.

Kötülükler, nefs-i emmâreden neş’et eder. İnsanın iç âlemini kirleten hırs, şehvet, haset, bencillik, garez, cimrilik ve kibir gibi hastalıklar; kötü davranışlara, dikenli sözlere, çirkinliklere ve fahşâya sevk eder. İç dünya temizlendikçe, takvâya sarıldıkça ve ilâhî kameraların altında olunduğunun idrâki kalpte yerleştikçe; duygular berraklaşır, dikenlerin yerine güller açar, merhamet, af, sabır, hilm ve ihsan gibi cemâlî sıfatlar tecellî etmeye başlar.

Yâ Rabbî!.. “Ey kalpleri evirip çeviren Allâh’ım! Kalplerimizi dînin üzere sâbit kıl.” (Bkz. Tirmizî, Kader, 7)

Yâ Rabbî! Bizleri nefsânî arzuların girdabına kapılmaktan muhafaza eyle, gönlümüzdeki hissiyâtı rızân ile te’lif eyle!..

O muhteşem Muhammedî ahlâktan, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in rûhânî dokusundan hisseler alabilmeyi cümlemize nasîb eyle!..

Âmîn!..