O’nu Tanımak, O’nu Görmek ve O’nu Duymak

Ebedî Fecre

Yıl: 2006 Ay: Nisan Sayı: 14

O ÖYLE KUL VE RASÛLDÜR Kİ…

Bundan 1400 küsur sene önce Hazret-i Peygamber’in dünyayı şereflendirmesi, yani kutlu doğumu; hakikatte insanlığın doğumu olmuştur. Yaratılış Nûr-i Muhammedî ile olduğu gibi; bu fânî dünyada rûhen çürüyen insanlığın yeniden ihyâsı da Nûr-i Muhammedî ile gerçekleşmiştir.

İnsanlık, tarihin başlangıcında O’nun ismiyle nurlanmış ve ilâhî rahmetlere nâil olmuş, sonra da O’nun cismen teşrifi ile âdetâ yeniden doğmuştur. O’nu aşk ile gören, sevda ile tanıyan her göz, muhabbetle tutuşmuş bir güneş misâli ömrünce O’nun etrafında pervâne kesilmiştir.

Çünkü O, öyle bir Habîb-i Hudâ’dır ki; bütün varlık O’nu görebilmek için baştan ayağa göz hâline gelmiştir. O’na koşacağı zaman her şey rüzgâr olmuştur. Elini öpmek isteyenler, hiç durmayan ırmaklara dönmüştür.

O, öyle bir kuldur ki; kullar arasında Allâh’a en yakın bir bedr-i münîrdir.

O, öyle bir Rasûldür ki; Cenâb-ı Hak, O’nun ömrüne yemin etmiştir.

Bizlere O’nun asr-ı saâdet devrinde yaşayıp O’nu görmek nasîb olmadı. Ancak O’nu öyle tanımalı ve sevmeliyiz ki, O’nu görmek yerine geçsin. Böyle bir tanıma ve aşka sahip gözlere ve gönüllere zaten O’nu görmek nasîb olur.

O hâlde;

Peygamber aşkında en mühim gaye, O’nu tanımak ve O’nu görmektir. Çünkü O’nu gerçek mânâda tanıyıp gördükten sonra; kendisini sevmeyen, takdir etmeyen, kabullenmeyen ve O’na âşık, mecnun olmayan hiçbir akl-ı selîm yoktur. Öyle ki, nefsâniyetlerine mahkum düşman ve şeytan ruhlular bile O’nu azıcık tanıyıp gördüklerinde, O’na «sâdık ve emîn» demekten başka söz bulamamışlardır.

O’nun sonsuz nûruna meftun olmayan hiçbir göz yoktur. Ancak karanlıklara dalmış kara kalpler hâriç. Bunlar da aslında ebediyet yollarının uçurumlarında düşmeden yürüyebilmek için O’nun hidâyet kanatlarına ve kollarına tutunmaya muhtaçtırlar.

Hâsılı bütün insanlık; O’nu tanımaya, O’nu örnek almaya, O’nu görmeye, O’nunla yürümeye muhtaçtır. Hattâ peygamberler bile. Nitekim Hazret-i Âdem’den itibaren pek çok peygamber, O’nun müjdecisi olmakla kalmamış ve O’na ümmet olmak iştiyâkı ile de Hakk’a niyazda bulunmuşlardır.

Dolayısıyla O’nu görmek kıymetinde bir tanımaya mazhar olabilmek ve O’nu üstün husûsiyetleri ile bilmek, bizim için aşk ve îmân ölçüsüdür. Aslında bu meyanda O’nun sonsuz güzellik ve özelliklerini anlatmak husûsunda kelimelere sığabilen her türlü ifâde ve mânâ, ancak girizgâh sayılabilir. İşte böyle bir girizgâh kapısında dile gelen O’nun mükemmel ve zirve husûsiyetlerinden birkaçı:

PEYGAMBERLER PEYGAMBERİ

Katâde bin Nûmân -radıyallâhu anh-’ın nakline göre Hazret-i Musa -aleyhisselâm- şöyle dedi:

“–Yâ Rabbi! Ben levhalarda insanlar arasından çıkarılmış, iyiliği emreden, kötülükleri yasaklayan en hayırlı bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Allâh’ım! Onları benim ümmetim kıl!”

Allah Teâlâ;

“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.

Musa -aleyhisselâm-;

“–Rabbim! Levhalarda dünyaya gelişte son, cennete girişte ilk olan bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.

Allah Teâlâ;

“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.

Hazret-i Musa;

“–Rabbim! Orada hem önceki kitaplara hem de son kitaba îmân eden, her türlü sapıklıkla, tek gözlü ve yalancı deccal ile savaşan bir ümmet zikrediliyor. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.

Allah Teâlâ;

“Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu…

Musa -aleyhisselâm-;

“–Rabbim! Orada öyle bir ümmet zikredilmektedir ki, onlardan biri bir iyilik yapmaya niyet etse de onu yapamasa ona bir hasene yazılmakta, yaptığı takdirde ise 10’dan 700 katına kadar sevap verilmektedir. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.

Allah Teâlâ;

“Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu…

Bunun üzerine Hazret-i Musa -aleyhisselâm-, elindeki levhaları bir kenara bırakıp;

“–Allâh’ım! Beni de Ahmed’in ümmetinden eyle!” diye yalvardı. (Taberî, IX, 87-88; İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 259, A‘râf, 154’ün tefsirinde)

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, kendisinden evvel gelen, -bir rivâyete göre- 124 bin küsur peygamberin bilinen ve bilinemeyen bütün fârik vasıflarının daha ötesine sahip olmuş, güzel ahlâk ve hasletlerin zirvesini teşkil etmiştir. O, kendi devrine kadar insanlığın tefekkür ve yaşayış itibarıyla kaydettiği gelişmeye ilâveten, kıyâmete kadar vâkî olabilecek ihtiyaçlarını da karşılayacak nümûne-i imtisal bir şahsiyettir.

Bu sebeple bütün insanlığa Âhirzaman Nebîsi olarak gönderilmiştir. Bütün güzellikler O’nda toplanmıştır. Kıyâmete kadar O’ndan sonra peygamber gelmeyeceği için insanoğluna lâzım olan hangi güzellik ve haslet varsa O’nun yüce şahsına lutfedilmiştir. O’nun hilyesine bakan ve okuyan kimsenin söyleyeceği şudur:

GÜZELLER GÜZELİ

Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ- Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in vefâtından kısa bir süre önce;

“–Yâ Rasûlâllah! Sen’in yüzünü bundan sonra göremeyeceğim!” diye ağladığında, Peygamberimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Hazret-i Ali’yi çağırmış ve;

“–Yâ Ali! Hilyemi yaz ki, vasıflarımı görmek beni görmek gibidir!” buyurmuşlardı.

Muhtelif rivâyetlerde hülâsaten şöyle buyurulmaktadır:

Müstesnâ rûhî yapısının kemâli gibi, vücut yapısının cemâli de eşsizdi.

Sîmâsı, geceleyin ayın ondördü gibi parlardı. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- buyururlar ki:

“Rasûlullâh’ın yüzü o kadar nur saçardı ki; gece karanlığında ipliği, iğneye O’nun yüzünün aydınlığında geçirirdim.”

İki kürek kemiği arasında nübüvvetine ait ilâhî bir nişan vardı. Birçok sahâbî, onu öpebilmenin aşkıyla yaşardı. Vefâtı sırasında bu mührün gayb âlemine gitmesi, irtihâlinin tasdîki oldu. (Tirmizî)

Ceset yapısı nurdan olduğu için hiçbir değişikliğe uğramamıştı. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, mahzun, müteessir, mağmûm, gözü ve gönlü yaşlı bir şekilde «Varlık Nûru»na nazar ederek;

“Hayatın gibi ölümün de ne güzel yâ Rasûlâllah!..” dedi.

Hazret-i Peygamber’in yüzünde nûr-i melâhat, sözlerinde selâset, hareketlerinde letâfet, lisânında talâkat, kelimelerinde fesâhat, beyânında fevkalâde belâğat vardı.

Fuzûlî söz söylemeyip her kelâmı hikmet ve nasihat idi. Lügatinde asla dedikodu ve mâlâyâni yoktu. Herkesin akıl ve idrâkine göre söz söylerdi.

Mülâyim ve mütevâzı idi. Gülmesinde kahkaha gibi aşırılık olmazdı. Dâimâ mütebessimdi.

O’nu ansızın gören kimseyi haşyet sarardı. O’nunla ülfet ve sohbet eden kimse, O’na cân u gönülden âşık ve muhib olurdu.

Hizmetkârlarını pek hoş tutardı. Kendisi ne yer ve ne giyer ise, onlara da onu yedirir ve onu giydirirdi. Cömert, ikram sahibi, şefkatli ve merhametli, gerektiğinde cesur ve gerektiğinde de halîm idi.

Ahd u va‘dinde sâbit ve kavlinde sâdık idi.

Hüsn-i ahlâkça, akıl ve zekâca cümle nâsa fâik ve her türlü medh u senâya lâyık idi.

Elhâsıl sûreti güzel, sîreti mükemmel, misli yaratılmamış bir vücûd-i mübârek idi.

MÜTTAKÎLER MÜTTAKÎSİ

Bütün ülkeler, severek O’nun himâyesine girmişti. Arabistan’a baştanbaşa hâkim olmuştu. Dilediği her şeyi yapabilirdi. Böyle iken O, yine sade hayatına devam etti. Kendisinin hiçbir şeye mâlik olmadığını söyledi. Ve bütün her şeyin Allâh’ın yed-i kudretinde olduğunu bildirdi.

Zaman oldu, eline bol servet geçti. Hazineler yüklü deve kervanları, Medîne-i Münevvere’ye servet akıttı. O, bunların hepsini ihtiyaç sahiplerine dağıtıp zâhidâne hayatını aynen devam ettirdi. O;

“Uhud Dağı kadar altınım olsa -borçlarım hâriç- üç günden fazla saklamazdım.” buyuruyordu. (Buhârî, Temennî, 2; Müslim, Zekât, 31)

MÜTEVÂZILAR MÜTEVÂZISI

Allah Rasûlü’nün dört kişinin taşıyabildiği garrâ adlı bir yemek kabı vardı. Kuşluk vakti girip duhâ namazı da kılındıktan sonra, içinde tirit bulunan bu yemek kabını getirdiler. Ashâb-ı kiram da etrafına toplandı. Sahâbîler çoğalınca Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- diz çöktü. Bunu gören bir bedevî;

“–Bu nasıl oturuş?” dedi.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de;

“–Allah Teâlâ beni şerefli bir kul olarak yarattı…” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Et‘ime, 17/3773)

RÂZILAR RÂZISI

Günler geçerdi, Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in evinde yemek pişirmek için ateş yanmazdı; çok defalar aç yattığı olurdu. (Ahmed, VI, 217; İbn-i Sa‘d, I, 405)

Bir gün Hazret-i Ömer, Hazret-i Peygamber’in hâne-i saâdetine gelmişti. Odanın içine şöyle bir göz gezdirdi. Her taraf bomboştu. Evin içinde hurma yapraklarından örülmüş bir hasır vardı. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, onun üzerine yaslanmıştı. Kuru hasır, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in mübârek teninde izler bırakmıştı. Bir köşede bir ölçek kadar arpa unu vardı. Onun yanında da çivide asılı eski bir su kırbası duruyordu. Hepsi bu kadar işte!.. Arabistan Yarımadası’nın Hazret-i Peygamber’e boyun eğdiği bir günde O’nun dünyaya ait mal varlığı bunlardan ibaretti. Hazret-i Ömer bunları görünce, içini çekti. Kendini tutamadı, gözleri dolu dolu oldu. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-;

“–Niçin ağlıyorsun ey Ömer?” diye sordu.

O da;

“–Nasıl ağlamayayım yâ Rasûlâllah! Kayser ve Kisrâ dünya nimetleri içinde yüzüyor! Rasûlullah ise kuru hasır üzerinde yaşıyor!..” dedi.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Hazret-i Ömer’in gönlünü hoş etti ve;

“–Yâ Ömer! Kisrâ ve Kayser, dünya nimetlerinden zevklerini alsınlar, safâ sürsünler! Âhiret nimeti bize yeter!..” buyurdu. (Ahmed, II, 298; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, X, 162)

ZARİFLER ZARİFİ

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-; o kadar rikkatle incelmiş hassas bir kalbe sahipti ki, bir gün yere tüküren bir adam gördüler. Mübârek sîmâları birdenbire kızardı ve oldukları yerde kalakaldılar. Sahâbî koşuştu. Tükrüğün üstünü kumla örttü. Ondan sonra Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- yollarına devam ettiler.

Elbiselerin düzeltilmesini emreden, giyim-kuşamda pejmürdeliği hoş görmeyen Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, saç ve sakalların dağınıklığını da tasvip etmezlerdi. Nitekim bir seferinde Rasûlullah mesciddeyken, saçı sakalı karışmış bir adam çıkagelmişti. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, eliyle ona saç ve sakalını düzeltmesini işaret etti. Adam, bu emri yerine getirdiğinde Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-;

“Bu hâl, herhangi birinizin şeytan gibi saçı-başı dağınık dolaşmasından daha güzel değil mi?” buyurdular. (Muvattâ, Şaar, 7; Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, V, 225)

İNCİLER İNCİSİ

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, hiçbir zaman yüksek sesle konuşmamışlardı. İnsanların yanından yavaşça ve mütebessim geçerlerdi. Hoşlanmadıkları kaba bir söz işitince insanların yüzlerine karşı bir şey söylemezlerdi. Yüzünün duyguları kendisinin hâlini yansıttığı için etrafındakiler, konuşmalarında ve hareketlerinde ihtiyatlı olurlardı. Hayâları sebebiyle kahkaha ile gülmemişlerdi. Yalnız tebessüm hâlinde bulunurlardı. Sahâbîlerin ifadesine göre örtüsüne bürünen bir genç kızdan daha hayâlı idi. Edep ve ahlâkı itibarıyla âdetâ inciler incisiydi.

Hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Hayâ îmandandır ve hayâlı olan kimse cennettedir! Hayâsızlık ise kalbin katılığındandır; kalbi katı olan da cehennemdedir!..” (Buhârî, Îmân, 16)

“Hayâ ve îman bir aradadır; biri gittiğinde diğeri de gider!” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, VIII, 174; Beyhakî, Şuâbü’l-Îmân, VI, 140)

KAHRAMANLAR KAHRAMANI

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’den daha büyük bir kahraman tasavvur etmek mümkün değildir. Zira, hayatında korku ve telâşa kapıldığı asla görülmemişti. Fevkalâde hâller karşısında sabır ve sebat gösterir, korku ve telâşa düşüp uygunsuz hareket etmezdi. Kendisini öldürmek için bekleyenlerin arasından «Yâsîn Sûresi»nin iki âyet-i kerîmesini okuyarak korkusuzca geçmişti.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyurur:

“Bedir’de savaş bütün şiddetiyle devam ederken, bazen biz Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in arkasına sığınıyorduk. Hepimizin en cesuru O idi. Düşman saflarına en yakın yerde O bulunurdu.” (Ahmed, I, 86)

CÖMERTLER CÖMERDİ

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-; kendisini bir infak memuru olarak nitelendirir, her şeyi verenin ve sahibinin Allah olduğunu ifade ederlerdi.

Cîrâne’de toplanan ganîmet mallarını gezerken Safvan’ın bunlara büyük bir hayranlık içinde baktığını gören Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-;

“–Pek mi hoşuna gitti?” diye sormuş.

“–Evet.” cevabını alınca;

“–Al hepsi senin olsun!” buyurmuştur.

Bunun üzerine Safvan kendisini tutamayarak;

“–Peygamber kalbinden başka hiçbir kalp bu derece cömert olamaz.” diyerek şahâdet getirmiş ve müslüman olmuştur. (Vâkıdî, II, 854-855)

HAYIRLILAR HAYIRLISI

Câhiliyye devrinde kadınlar, hanımlık haysiyetini rencide edici bir muâmele görüyorlardı. Fahişe olurlar endişesiyle kız çocukları, merhametsizce diri diri toprağa gömülüyordu. Taşlaşmış vicdanlarla, cehâletin sebep olduğu bir musibetten korunmak için daha kötü bir cinayet irtikâb ediliyordu. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de Nahl Sûresi’nin 58’inci âyet-i kerîmesinde onların hâllerini şu şekilde tasvîr eder:

“Onların birine kız (çocuğu) müjdelendiği zaman öfkesinden yüzü simsiyah kesilir!”

Kadın ve kızlar, onur kırıcı biçimde bir eğlence âleti gibi görülerek aşağılanıyordu. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in emri ile hanımlar hukuku tesis edildi. Kadın, toplumda iffet ve fazîletin bir örneği oldu. Annelik müessesesi, şeref buldu.

“Cennet annelerin ayakları altındadır!” (Nesâî, Cihâd, 6; Ahmed, III, 429; Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, I, 125) hadîs-i şerîfindeki iltifât-ı Muhammedî ile de kadın, lâyık olduğu değere kavuştu.

AFFEDİCİLER AFFEDİCİSİ

Ebû Cehl’in oğlu İkrime, sayılı İslâm düşmanlarındandı. Mekke’nin fethinden sonra Yemen’e kaçmıştı. Karısı, müslüman olarak onu Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yanına getirdi. Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, İkrime’yi memnuniyetle karşılayarak;

“Ey göçmen süvari, hoş geldin!” dediler ve müslümanlara karşı yaptığı zulmü yüzüne vurmayıp affettiler. (Tirmizî, İsti’zân, 34/2735)

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- sık sık;

“Allâh’ım, ümmetimi affet, çünkü onlar bilmiyorlar!” diye duâ ederlerdi. (İbn-i Mâce, Menâsik, 56; Ahmed, IV, 14)

MERHAMETLİLER MERHAMETLİSİ

Rahmet Peygamberi’nin her davranışı rahmet ve muhabbet temelleri üzerinde idi. Çünkü O, yaratılanlara şefkatle yaklaşmış ve her muhtacın ihtiyacını gidermiştir. Bu engin muhabbet deryasından hayvanât dahî nasibini almıştır. Nitekim câhiliyye devrinin insanları, hayvanlara da çok insafsız ve merhametsiz davranırlardı. Canlı iken hayvanların -acımasızca- et ve kuyruğunu kesip yerler, hayvan dövüştürme müsâbakaları tertip ederlerdi. Bu vicdan zedeleyici manzaralara Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- son verdi.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bir gün yolda yüzü dağlanmış bir merkep gördü, üzüldü ve;

“Allâh’ın lâneti onu dağlayanların üzerine olsun!” buyurdu. (Buhârî, Zebâih, 25)

Yuvasından yavrularını alarak anne kuşu tedirgin eden kimselere;

“−Kim bu zavallının yavrusunu alarak ona eziyet etti, çabuk yavrusunu geri verin!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 112, Edeb, 163-164)

Derisi kemiğine yapışmış bir deveyi görünce de sahibine;

“Konuşamayan bu hayvanlar hakkında Allah’tan kork! (Onları aç bırakma!)” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 47)

Merhamet husûsunda O’nun şu tâlimâtı ne kadar mânidardır:

“Merhamet edenlere Rahman olan Allah Teâlâ da merhamet buyurur. Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.”  (Tirmizî, Birr, 16/1924)

KARDEŞLER KARDEŞİ

Bir gün Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ashâbıyla birlikte kabristana gitmişti. Orada;

“Allâh’ın selâmı üzerinize olsun ey mü’minler diyarının sâkinleri! İnşâallah bir gün biz de size katılacağız. Kardeşlerimizi görmeyi çok isterdim. Onları ne kadar da özledim!” buyurdu.

Ashâb-ı kiram;

“–Biz Sen’in kardeşlerin değil miyiz, yâ Rasûlâllah?” dediler. Efendimiz;

“–Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz ise henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdular.

Bunun üzerine ashâb-ı kiram;

“–Ümmetinden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksın, ey Allâh’ın Rasûlü?” dediler.

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-;

“–Bir adamın alnı ve ayakları ak olan bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde tanıyamaz mı?” diye sordu.

Sahâbe;

“–Evet, tanır, ey Allâh’ın Rasûlü!” dediler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurdu:

“–İşte onlar da abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak geleceklerdir.

Ben önceden gidip havuzumun başında ikrâm etmek için onları bekleyeceğim. Ancak, içlerinden bazıları da yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan kovulacaklar. Ben onlara «Buraya gelin!» diye nidâ edeceğim.

Bana; «–Onlar senden sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in sünnetini takip etmeyip başka yollara saptılar.)» denilecek.

Bunun üzerine ben de; «–Uzak olsunlar, uzak olsunlar» diyeceğim. (Müslim, Tahâret, 39; Fedâil, 26)

HÂSILI

O Âlemler Sultanı, Varlık Nûru Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i, bilhassa şu âhirzamanda kendisini görmek seviyesinde tanımak ve Allah katında övülmüş yüce hasletlerini örnek alıp yaşamak, bizi Hazret-i Peygamber’e kardeş olma şerefine nâil kılacak yegâne berekettir. Bu bereket ki, gölgesine bütün insanlığın ebedî huzûruna sunulan bir lütuftur. Bu bereket ve rahmet ki, bütün günahkârların sığınağıdır. Bu bereket ve rahmet ki, iki dünyada da bize imdat ve şefâat kapısıdır.

Bunun için de O’nu tanımak, O’nu görmek ve O’nu duymak mecburiyetindeyiz. O’nu tanırsak, yarın mahşerde O da bizi tanır. O’nu görecek kıvamda olursak, O da bize nazar kılar. O’nu duyar ve dinlersek, O da bizim feryâdımızı işitir. Böylece diğer insanlara da O’nun güzel örnek olma vasfının temâşâgâhı hâline geliriz. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede buyurur:

(Ey ümmet-i Muhammed!) Sizi insanlara şahit ve örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahit ve örnektir.” (el-Bakara, 143)

Rabbimiz, dünyada ve âhirette bizi O’nunla haşretsin! Kıyâmetin dehşeti esnasında O’nun yüce şefâatine mazhar kılsın!

Cenâb-ı Hak, cümlemize Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i görmüş olmak kıvâmında tanıyıp O’nu duymak ve dinlemek sûretiyle O’nun yüce ahlâkı ile ahlâklanmayı nasîb eylesin. O’nun insanlığa saçtığı sonsuz aşk, rahmet ve bereketten gönüllerimize bol bol feyizler ihsan buyursun! Neslimizi ve yurdumuzu O’nun sevda pınarları ile solmayan baharlarla güzelleştirsin!

Âmîn!..