Onlar Böyle Seviyorlardı -2-

Ebedî Fecre

Yıl: 2007 Ay: Nisan Sayı: 26

O’na muhabbet duyan âşıkların ömürleri, fânî cesetleri toprak olduktan sonra da, yüreklerindeki coşkun muhabbetlerinin ebedîliği içerisinde devam etti.

Hayatın her safhasında kalbimiz, Allah Rasûlü’nü seyretmeli ve O’ndan aldığı akislerle huzur, feyiz ve istikamet kazanmalıdır.

Ashâb-ı kiram, bu huzuru elde edebilmek için her şeyini feda ederek sînesinden: «Yâ Rasûlâllah! Canım, malım, her şeyim Sana feda olsun!» dedi.

O’na muhabbet duyan âşıkların ömürleri, fânî cesetleri toprak olduktan sonra da, yüreklerindeki coşkun muhabbetlerinin ebedîliği içerisinde devam etti.

ŞİFA, BEREKET, İZZET…

“Seven, sevdiğine ait olan her şeyi sever.” hükmünce ashâb-ı kiram ve Peygamber âşıkları, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bütün hâtıralarına ihtiram ve teberrük hâlindedirler. Bu sayede niceleri şifaya, berekete ve izzete nâil olmuşlardır.

Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah şöyle anlatır:

“Babam, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in saçlarından bir tel alır, onu dudaklarının üzerine koyarak öper, bazen de gözünün üzerine koyardı. Bazen de Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in saç telini suya batırır ve o suyu içerdi. Bu suyla (teberrüken) Allah’tan şifa dilerdi. Bir gün, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in su kâsesini aldı, bir kovanın içinde yıkadı ve o sudan içti.”  (Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, Beyrut 1986-1988, XI, 212)

Sahâbe-i kiramın gösterdiği bu ihtiram ve teberrük tecellîleri, bütün ümmetin gönüllerinde aynı muhabbet coşkusu içerisinde devam etmektedir. Bugün Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in mübârek sakal-ı şerifleri cami minberlerinde bin bir itina ile muhafaza edilmektedir.

O aziz hâtıraların bereketi ile hasretle yangın gönüller vuslat meltemleri ile bir nebze olsun serinlemektedir. O şerefli nasipler ve diğer mukaddes emanetler, mevcut oldukları yerlerde ve gönüllerde yüzyıllardır şifa, bereket ve izzet vesilesi olmuştur.

Nitekim yirmi dört milyon küsur kilometrekarelik bir alanda ihtişam ve izzet içerisinde asırlarca hüküm süren Osmanlı Devleti’nin bu mazhariyetinin sebebi, mübarek ve mukaddes emanetlere gösterdiği hürmet olarak ifade edilmiştir. Osman Gazi’nin meşhur bir rivayete göre, misafir kaldığı bir evde, odada Kur’ân-ı Kerim bulunması sebebiyle geceleyin ayağını uzatıp yatmaması; Yavuz Sultan Selim Han’ın mukaddes emanetleri büyük bir tâzim ile İstanbul’a getirip, kırk hâfız tayin ederek onların başında asırlarca sürecek bir sûrette inkıtâsız (kesintisiz) olarak Kur’ân-ı Kerim okutması, Osmanlı Devleti’nin dillere destan büyüklüğüne vesile olmuş ve bu aziz millete, tarih önünde bambaşka bir izzet ve şeref kazandırmıştır.

EŞYADA TECELLÎ EDEN GERÇEK

Hastalığın şifasını hekimde ve ilâçta gizleyen, gündüzü güneşe bağlayan, hayatı rızıkla tahdit eden, yani her şeyi bir vesile etrafında tecellî ettiren Cenâb-ı Hak, bazen sûret ve eşyayı gönüller arasında bir köprü kılar.

Sıradan baktığımız şeylere bile bazen ilâhî bir tecellînin cereyanı için bir kablo vazifesi gördürür. Meselâ Yakup -aleyhisselâm-’ın Yusuf hasreti dolayısıyla âmâ olan gözleri hakikatte Cenâb-ı Hakk’ın izni ile tekrar görmeye başlamıştır. Ancak Allah Teâlâ’nın bu şifanın gerçekleşmesindeki muradı, Yusuf -aleyhisselâm-’ın gömleği ile tecellî etmiştir. O gömlek, Cenâb-ı Hak’tan irade edilen şifayı almış ve Yakup -aleyhisselâm-’ın gözlerine ulaştırmıştır. Hazret-i Yakup da böylece tekrar görmeye başlamıştır. Bundaki hikmet, insanoğlunun ancak sebepler ile hikmeti kavrayacağı ve yaşayabileceği gerçeğidir. Yani elbette ki şifa vermeye kādir olan varlık gömlek değil Allah’tır, ancak bizzat Allah o gömleğe şifa özelliği vermiş ve Hazret-i Yakub’un onu gözlerine sürmesini istemiştir. (Bkz. Yûsuf Sûresi, 93-96)

İşte bu ilâhî hakikatten hareketle sahâbe-i kiram da Hazret-i Peygamber’e ait eşyaya Cenâb-ı Hakk’ın verdiği rahmet ve berekete nâil olmak için O’nun mukaddes emanetleri ve hâtıraları ile teberrükten geri kalmamış, bu hususta son derece vecd ve iştiyak içerisinde olmuşlardır.

UNUTKANLIĞI ALAN RİDÂ

Sahâbenin en çok hadis rivayet edeni olan Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-, dâima Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yanında bulunur, O’nun her hâl ve hareketini takip ederdi. Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-, bir gün Fahr-i Kâinat -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e:

“–Yâ Rasûlâllah! Sizden pek çok hadis işitiyorum fakat onların birçoğunu hâfızamda tutamıyorum.” diye dert yandı.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Ebû Hureyre’ye:

“–Örtünü yere ser!” buyurdu. O da serdi.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ona dua etti ve mübârek elleriyle bir şey avuçlayıp ridânın içine atıyor gibi yaptı. Ardından:

“–Ridânı topla.” buyurdu.

Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-,
bu emri yerine getirince Allah Teâlâ ona öyle kuvvetli bir hâfıza ihsan etti ki işittiği hiçbir şeyi unutmaz oldu. (Tirmizî, Menâkıb, 46)

HIRKASIYLA KEFENLENMEK

Sehl bin Sa‘d -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Kadının biri Peygamber Efendimiz’e bir hırka getirdi:

“–Yâ Rasûlâllah! Bunu Size hediye etmek istiyorum.” dedi. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de onun hediyesini kabul etti ve üzerine giydi.

Ashabdan biri:

“–Yâ Rasûlâllah, bu ne güzel bir elbise, bana hediye eder misiniz?” dedi.

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Olur.” deyip hırkayı hemen ona verdiler. Hazret-i Peygamber oradan ayrıldıktan sonra, ashâb-ı kiram o adamı ayıplayarak şöyle dediler:

“–Hiç de iyi bir şey yapmadın. Allah Rasûlü onu ihtiyacı olduğu için almıştı. Sen de onu istedin. Biliyorsun ki Âlemlere Rahmet olan Efendimiz’den bir şey istenildiğinde, asla geri çevirmez.”

Bunun üzerine adam:

“–Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz onu giydiği için onunla teberrük etmek istedim. Umuyorum ki onunla kefenlenirim.” dedi. (Buhârî, Edeb, 39)

Ashâb-ı kirâmın ardından gelenler, yani tabiîn dediğimiz o bahtiyar insanlar da teberrükle ilgili olarak bahsettiğimiz tatbikatları devam ettirmişlerdir. İmam Ahmed bin Hanbel ile İmam Şâfiî Hazretleri arasında geçen şu hâdise buna ne güzel bir misâldir:

O’NU RÜYADA
GÖRENİN GÖMLEĞİ

İmam Şâfiî’nin talebelerinden olan Rabî bin Süleyman anlatır:

Bir gün İmam Şâfiî bana:

“Rabî, bu mektubu al, Ahmed bin Hanbel’e götür ve sonra da cevabını getir.” dedi.

Ben de mektubu aldım ve Bağdat’a gittim. Sabah namazında Ahmed bin Hanbel ile buluştum. Onunla birlikte sabah namazını edâ ettim. İmam Ahmed bin Hanbel mihraptan ayrılınca mektubu kendisine takdim ederek:

“–Bu, Mısır’dan kardeşin İmam Şâfiî’nin sana göndermiş olduğu mektuptur.” dedim. Bana:

“–Mektup neden bahsediyor, biliyor musun?” diye sordu. Ben de:

“–Hayır.” diye karşılık verdim. Bunun üzerine Ahmed bin Hanbel mektubun üzerindeki mührü çözdü ve okumaya başladı. Birden gözleri yaşlarla doldu. Ben kendisine:

“–Ey İmam! Hayrola! Mektupta ne yazıyor?” dedim. O da bana:

“–İmam Şâfiî rüyasında Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i görmüş. Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ona:

«Ahmed bin Hanbel’e bir mektup yaz ve Ben’den de selâm söyle. Elbette o büyük bir fitneye mâruz kalacak ve ondan, ‘Kur’ân mahluktur(!)’ demesi istenecek. Sakın bu isteğe boyun eğmesin! Allah, onun adını kıyâmete kadar yaşatıp yükseltecektir.» buyurmuş.”

Ben:

“– Yâ İmam! Bu, senin hakkında ne büyük bir müjdedir.” dedim.

Bunun üzerine İmam Ahmed bin Hanbel, sevincinden üzerindeki gömleğini çıkarıp bana verdi. Ben de mektubun cevabını aldıktan sonra Mısır’a döndüm. Mektubu İmam Şâfiî’ye takdim ettim. Bunun üzerine İmam Şâfiî bana:

“Onun hediye etmiş olduğu bu gömleği alıp seni üzmek istemeyiz. Ancak, hiç olmazsa onu bir suya batır ve o suyu bize ver ki, biz de o gömleğin bereketine böylece ortak olalım.” dedi. (Bkz. İbnü’l-Cevzî, Menâkıbü’l-İmâm Ahmed bin Hanbel, s. 609-610)

Abdullah, babası Ahmed bin Hanbel’e, Peygamber Efendimiz’in minberinin topuzuna (ki Efendimiz hutbe îrad ederken elini bunun üzerine koyardı) ve Hücre-i Nebeviyye’ye (teberrüken) el sürmeyi sormuş, o da:

“Bunda bir beis görmüyorum.” demiştir. (Zehebî, Siyer, XI, 212)

HİNDİSTAN’A GİDEN ÖRTÜ

Son yılları harplerle geçen Osmanlı Devleti’nin malî durumu hayli zordaydı. Bunun üzerine Hindistan’daki Diobend âlimleri 65.000 rupi yardım topladılar ve İstanbul’a gönderdiler. O sırada tahtta bulunan V. Mehmed Reşad, böyle bir moral desteğinden ziyadesiyle memnun oldu. Mukabele olarak da Hırka-i Şerîf’in uzun yıllardır sarılı olduğu örtüsünü hediye etti.

Bu mübârek hediye Hindistan’da baş tâcı edildi. O örtü Hırka-i Şerîf’e değmiş olduğu için Hindistanlı Müslüman ulemâ ve halk arasında gönülleri muhabbet çağlayanı eyleyen bir bereket oldu. 1913’ten bugüne kadar o mübârek örtüyü bereket olması maksadıyla canları gibi muhafaza ettiler. Ona Mendil-i Şerif ismini verdiler. Onu ziyaret, feyz ü bereket telakkî edildi. Şu an hazine dairesinde saklanan bu mübârek emanet, Hindistanlı Müslümanlar için aşk-ı Muhammedî ile yanan yüreklerinin feryatlarını dindirdikleri müstesnâ bir teberrük vesilesi…

Bu hâl, Hazret-i Peygamber muhabbetinin canlılığıdır ki, O’nun en küçük hâtırasına bile ihtiram; tecellî ikliminde gönülleri berekete gark etmiştir.

NAKŞ-I KADEM
(O’NUN MÜBÂREK AYAK İZLERİ)

Sultan I. Ahmed Han, Mısır’da Sultan Kayıtbay Türbesi’nde bulunan ve Hazret-i Peygamber’in «Nakş-ı Kadem» denilen mübârek ayak izlerini İstanbul’a getirtmişti. Onu emaneten Eyyûb Sultan Camii’ne koydurdu. Sultanahmed Camii bitince oraya naklettirecekti. Fakat bu esnada mânidar bir rüya gördü:

“Büyük bir meclis kurulmuştu. Bütün sultanlar oradaydı. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de kadılık makamında oturmaktaydı. Yani kurulan bu meclis, bir nevî mahkeme idi. Sultan Kayıtbay, Sultan I. Ahmed’den dâvâcıydı. Çünkü Sultan I. Ahmed Han, Sultan Kayıtbay’ın türbesini ziyarete vesile olan «Kadem-i Saadet»i almış, İstanbul’a nakletmişti. Kayıtbay buna râzı değildi. I. Ahmed Han da, bu nakil işini bağrını yakan aşk-ı Peygamberî ile yaptığını ifade etti.

Her iki tarafı da dinleyen Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Kayıtbay’ı haklı buldu ve «Kadem-i Şerîf»in derhâl geri gönderilmesinden yana hükmetti.”

I. Ahmed Han, uyandığında dehşet ve korku içindeydi. Rüyasını, aralarında Hazret-i Hüdâyî’nin de bulunduğu ulemâ ve meşâyıha tabir ettirdi.

Denildi ki:

“–Sultanım! Rüya gayet açıktır. Tabire bile gerek yoktur. Emanet derhâl geri gönderilmelidir…”

Yanık bir âşık-ı Muhammed olan Sultan I. Ahmed, boyun büktü ve denildiği gibi hareket etti; emaneti titizlikle yerine iade etti.

Fakat yüreği aşk-ı Peygamberî ile dilhûn idi. Gönlünü biraz olsun teskin edebilmek için Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in mermer üzerindeki mübârek ayak izlerinin maketini yaptırdı. Kavuğunun üzerine astı. Onun tedâîsinden feyz almağa çalıştı.

Hazret-i Peygamber’in ayak izlerini öpebilmenin bu coşkun iştiyakını da şu mısralarla ebedîleştirdi:

N’ola tâcum gibi başumda götürsem dâim,

Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı rusülün..

Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidür,

Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün!..

“Rasuller Sultanı olan Hazret-i Peygamber’in mübarek ve tertemiz ayak izini tâcım gibi bir ömür başımda taşısam ne olur! O ayak izlerinin sahibi ki, peygamberlik bahçesinin gülüdür; Ey Ahmed, durma, o gülün ayak izlerine yüzünü sür!”

O’nun mübârek ayak izlerinin bir maketi de bugün Eyyûb Sultan Türbesi’nde mevcuttur. Altında da I. Ahmed Han misâli bir muhabbetle yanık padişahlardan olan III. Selîm’in şu dörtlüğü vardır:

Sakın taş sanma yâ hû gevher-i âlem-bahâdır bu

Gel ey bîçâre yüz sür nakş-ı pây-ı Mustafâ’dır bu

Sezâ Arş-ı muallâ ziynet-ârâ-yı makâm olsa

Zehî cây-ı muazzam mevki-i hâcet-revâdır bu

“Efendi! Sakın (bu gördüğün nakş-ı kademi kuru bir) taş sanma! (Bil ki) âlemleri satın alacak değerde bir cevherdir bu! Ey bîçare gel de yüz sür; çünkü Mustafâ -aleyhisselâm-’ın mübârek ayaklarının nakşıdır bu! Dolayısıyla yüce Arş da, bu makamın süsleyicisi olsa yaraşır. (O hâlde) ne muazzam, güzel bir makam ve ihtiyaçların giderildiği bir mevkidir bu!”

Bütün bu aşk tecellîlerinin özünde mevcut olan hakikat:

O’NDAN BİR NASİP…

Esmâ bint-i Ebî Bekr şöyle anlatıyor:

Ben, Abdullah bin Zübeyr’e hamile iken Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yanına hicret etmiştim. Medine’ye vardım ve Kubâ’da konakladım. Orada Abdullah doğdu. Sonra Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e geldim. Onu kucağına aldı ve bir hurma istedi. Hurmayı ağzında biraz çiğnedikten sonra bir parçasını Abdullah’ın ağzına koydu. Abdullah’ın midesine inen ilk lokma bu oldu. Ona dua etti ve Allah’tan bereket talep etti. (Bkz. Buhârî, Akîka, 1)

Ebû Eyyûb el-Ensârî, Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i misafir ettiği günlerde yemek pişirir ve -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e gönderirdi. Yemeğin kalan kısmı geri geldiğinde, Âlemlerin Efendisi’nin parmaklarının dokunduğu yerleri sorar ve araştırırdı. (Müslim, Eşribe, 170-171)

Çünkü O’ndan olan bir nasip, gönülleri iki cihan saadetine kavuşturacak bir ilâhî köprü idi. O’ndan gelen bir nasip, nice ölü gönülleri diriltmişti. O’ndan bir tek nasip, ebedî rahmete nâil olmak için kâfî idi. O’nun olduğu yer cennet oldu. O’nun her sözü, hayat iksiri oldu. O’nun varlığı ve muhabbeti, insanlığın ebedî kurtuluşu oldu…

AZAPTAN KURTULUŞ REÇETESİ…

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak buyurur:

(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir!..” (el-Enfâl, 33)

Bu ilâhî beyan, müşrikler ile alâkalı olarak nâzil olmuş bir âyet-i kerîmedir. Yani Hazret-i Peygamber, Mekke’de iken Allah Teâlâ, O’nun hürmet ve hatırı dolayısıyla oradaki müşriklere azap indirmemiş, nice azgın âsîler bile O’nun rahmet olması sırrından istifade etmiştir. Ancak Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra ilâhî bereket kesilmiş ve müşrikler müthiş sıkıntılar ve kıtlıklar yaşamıştır.

Bu gerçek işârî olarak şu mânâya gelir:

O Fahr-i Kâinat’ın mevcut olduğu yerde müşrikler bile istifade ediyorlarsa, O’nu gönüllerinde muhabbet tahtında taşıyan mü’minler kim bilir nasıl nasipdâr olurlar. Buna göre bir mü’minin gönlü, O Güller Gülü’ne muhabbet ve aşk ile dolduğu nispette ilâhî azaptan uzak demektir. Bu gerçek, bizzat Allah Teâlâ’nın ilâhî beyanıdır. Böyle olacağından da şüphemiz yoktur.

Ne mutlu O’nun muhabbetiyle dopdolu, cennet gibi gönüllere! Fakat ne kadar yazık, O’nun olmadığı çorak ruhlara…

Bu iki noktada gönüllerimizin nerede durduğunun en güzel tespiti, elbette ki O’nun sözlerine ve yüce ahlâkına ne kadar tâbî olduğumuza bağlıdır. Bu itibarla bütün Peygamber âşıkları, bir ömür O’nun arzusu istikametinde yaşayabilme gayret ve azmi içinde olmuşlardır.

O DEDİĞİ İÇİN

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Gıfarlı bir hanıma:

“–Bir su kabı al, içerisine tuz at. Sonra örtüye değen kanı onunla yıka!” tavsiyesinde bulunmuştu.

O sahâbî hanım ömrü boyunca büyük bir muhabbet içerisinde bu tavsiyeyi tatbik etmiş suyuna tuz katmadan elbiselerini yıkamamıştır. Öldüğü zaman cenazesinin yıkanacağı suya da tuz atılmasını vasiyet etmiştir.” (Ebu Dâvud, Tahâret 122/313)

Bu hanım sahâbînin, kan değmiş örtüyü tuzla yıkamaktaki Peygamber tavsiyesini ömrüne yayarak uygulaması, kendisine yapılan husûsî hitabı hatırlattığı içindir. Genel tatbik edilecek bir usûl değil, özel bir muhabbet tecellîsidir.

O’NUN BEREKETİYLE HERKES DOYDU

Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- da, Hendek Savaşı öncesinde büyük hendeklerin kazıldığı o zor zamanlardaki bir hâtırasını şöyle nakleder:

Biz hendek kazarken çok sert bir kayaya rastladık. Ashab, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e gelip, durumu arz edince Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bizzat hendeğe indi. Kazmayı eline alıp indirince o sert kaya kum gibi dağıldı. Bu mûcizevî tecellî cereyan ederken gördük ki, Allâh’ın Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- açlıktan karnına taş bağlamış. Zira orada kaldığımız üç gün boyunca hiçbir şey yememiştik. Bunun üzerine:

“–Yâ Rasûlâllah! Eve kadar gitmeme müsaade buyurunuz.” dedim. İzin verdi. Eve gittim ve zevceme:

“–Ben Rasûl-i Ekrem’in hâline dayanamıyorum. Evimizde yiyecek bir şey yok mu?” dedim. Zevcem:

“–Biraz arpa ile bir keçi yavrusu var.” dedi.

Ben oğlağı kestim, ailem arpayı öğütüp ekmek yaptı. Eti de tencereye koyduk. Ekmek pişmek üzere ve tencere taşlar üzerinde kaynamakta iken Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e gidip:

“–Biraz yemeğimiz var. Bir-iki kişiyle bize buyurunuz.” diye rica ettim.

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Ne kadar yemeğiniz var?” diye sordu. Olanı söyledim.

“–Hem çok, hem de iyi! Ailene; biz gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmemesini, ekmeği de fırından çıkarmamasını tembih et.” buyurdu. Ashâbına da: “Kalkınız!” emrini verdi. Muhacirler ve ensar hep birlikte kalktılar.

Bunun üzerine aileme gidip (yemeğin azlığı ve zâhiren kâfî gelmeyeceği endişesiyle o an için küçük bir şaşkınlık yaşayarak):

“–İşte Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, muhacir, ensar ve bunlara katılan diğerleriyle beraber geliyorlar.” dedim.

Ailem: “–Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, hazırlığımızın ne kadar olduğunu sormadı mı?” dedi.

“–Evet, sordu.” dedim.

“–Öyleyse müsterih ol.” dedi.

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- gelenlere:

“–Giriniz, sıkışmayınız.” buyuruyor, ekmek kesiyor, üzerine et koyuyor, etin suyunu da bunun üstüne döküyordu. Nihayet bütün ashab doydu. Yemekten bir miktar da arttı. Aileme hitap ederek:

«–Bunu ye ve komşularına ikram et. Çünkü açlık ortalığı kapladı.» buyurdu.” (Buhârî, Megazî, 29; Müslim, Eşribe, 141)

İşte engin bir merhamet, engin bir şefkat, engin bir rahmet…

Öyle ki bu üç haslet, Hazret-i Peygamber’in bütün hususiyetlerinde mevcuttur. Bunun içindir ki O, her bakımdan bir şahsiyet âbidesidir. Güzellikler meşheridir. Yücelikler ufkudur. Hakikatler deryasıdır. İlim ve irfan hazinesidir. Hakk’ın aynasıdır. İki Cihanın Sultanı’dır. İki âlemde gönüllerimize ikram edilmiş bir nûr-i ilâhîdir.

Bu itibarla O’nu anlatmakta en güzel tariflerden biri de şu:

BAŞTAN AYAĞA NUR…

Şair Itrî, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i tavsif ederken O’nu, O’nun Nûr-i Muhammedî’sinden hareketle şöyle anlatır:

Sâyesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tûrsun,

Mihr-i âlem-gîrsin başdan ayağa nûrsun!..

“Yâ Rasûlâllah! Sen, Tur Dağı’nda, üzerinde ilâhî nurların tecellî ederek Hazret-i Musa’ya yol gösteren ve gölgesi yere düşmeyen bir nur ağacı gibisin! Sen, âlemi elinde tutup aydınlatan bir güneş olarak baştan ayağa nursun, nurdan ibaretsin!..”

Hazret-i Peygamber’in bu yüceliğini en güzel şekilde idrak ile O’nu tarif ve tavsifte mesafe kat edebilenlerin ön safında yer alan Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Cebrâil -aleyhisselâm-, sadece bir kanadını açınca doğuyu da batıyı da kaplamıştı. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, onu görünce, ona bu heybeti verenin büyüklük ve azametini düşünerek kendinden geçip bayıldı.”

“Lâkin Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, eğer hakîkat-i Muhammediyye’nin o akıl almaz kanadını açsa idi, Cebrâil ebedî olarak kendinden geçer, bir daha kendine gelemezdi.”

“Zira Habîbullah, Cebrâil’le beraber sidretü’l-müntehâ’ya varınca Cebrâil durmuş ve: «Yâ Rasûlâllah! Sen buyur! Ben Sen’inle müsâvî değilim. Buradan öteye bir kere kanat çırpsam, yanar kül olurum!» demiştir.”

Yâ Rabbî, Nûr-i Muhammedîsi ile Hazret-i Peygamber, ömrümüzü dolduran her gece ve gündüzümüzün kandili olsun! O vuslat kandili, aşk ve muhabbetimizin mîrâcı olsun! O mîrac güneşi, dünümüzün, bugünümüzün ve yarınımızın sirâcı olsun! O ilâhî sirac, dünyamızın da âhiretimizin de nasîbi olsun!

İlâhî, bizi O’nun aşkıyla yaşat, O’nun aşkıyla haşret!..

Âmîn!..