Ömrün Dört Mevsiminde de İSTİKAMET ÜZERE BİR HAYAT

Ebedî Fecre

Yıl: 2014 Ay: Ocak Sayı: 107

GAFLET EN BÜYÜK DERT

Rivâyete göre İsa -aleyhisselâm-; teni alacalı ve iki şakağı da çökük, hasta bir adama rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklardan âdetâ habersiz bir hâlde kendi kendine şöyle şükrediyordu:

“–Yâ Rabbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, insanların pek çoğunu müptelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..”

İsa -aleyhisselâm-, muhatabının idrak seviyesini anlamak ve mânevî kemâlini yoklamak maksadıyla ona;

“–Ey garip adam! Allâh’ın seni halâs eylediği hangi dert var ki?!.” dedi.

Hasta şöyle cevap verdi:

“–Ey Rûhullah! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gāfil ve mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki ben; Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve feyizleri içindeyim. Sanki vücûdumdaki hastalıklardan haberim bile yok…”

Kıssadan hisse;

GÖNÜL ÂLEMİ

İnsanın bir zâhiri bir de bâtını vardır. İnsanın zâhiri vücûdudur. Endâmı, bedeni, kaşı, gözü, yani dış görünüşüdür. Diğer tarafta insanın bir de iç dünyası, yani gönül dünyası vardır. Dünyaya gelişimizin esas gayesi, gönül âlemimizi zenginleştirmektir.

İnsan; sıhhat ve güzellik gibi endişelerle zâhirî dünyasına, fizikî yapısına pek düşkündür. Fizikî varlığının; güzel, temiz, sağlıklı, dinç, parlak ve benzeri güzel vasıflarda olması ve kalması için gayret eder. İtina ile beslenir, giyinip kuşanır, sıcaktan, soğuktan korunur. Hastalanmaktan ve yaşlanmaktan korunmaya çalışır.

Hâlbuki bu dünyadaki fizikî varlığımız, fânîdir. Güzelliği ve sağlamlığı muvakkattir, yani geçicidir. Bu fânî ve bir ömürlük elbiseye gösterilen aşırı ihtimam da beyhûdedir.

Çünkü;

Ömür grafiği, zayıf ve muhtaç bir bebeklikle başlar; gençlik ve orta yaşlarda zirvesini bulur, sonra tekrar iniş başlar. Zayıflık ve güçten düşme baş gösterir. Gençliğin tarâveti, tazeliği, yerini yaşlılığın solgunluğuna ve pörsümüşlüğüne terk eder. Gençlikte sıhhatli, pembe ve diri olan cilt, buruştukça buruşur. Saçlar ağarır. Gide gide bel bükülür.

Yâsîn-i şerifte buyurulur:

AKLETMEZ MİSİNİZ?

وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ اَفَلَا يَعْقِلُونَ

“Kime uzun ömür verirsek Biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Hiç akıl erdirmiyorlar mı? (Bu fânî akış, bu yolculuk nereye?) (Yâsîn, 68)

اَللّٰهُ الَّذٖ۪ى خَلَقَكُمْ مِنْ ضَعْفٍ ثُمَّ جَعَلَ مِنْ بَعْدِ ضَعْفٍ قُوَّةً ثُمَّ جَعَلَ مِنْ بَعْدِ قُوَّةٍ ضَعْفًا وَشَيْبَةً يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ وَهُوَ الْعَلٖ۪يمُ الْقَد۪ٖيرُ

“Sizi güçsüz yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından kuvvet veren ve sonra kuvvetin ardından güçsüzlük ve ihtiyarlık veren, Allah’tır. O, dilediğini yaratır. O; hakkıyla bilendir, üstün kudret sahibidir.”(er-Rûm, 54)

İnsanı hüzünlendiren bu akış, aslında insana; fizikî yapısına değil, gönül âlemine eğilmesi yönünde mânidar bir ihtardır.

İnsanın gelişmesinin, ömrün bir yerinde durması ve yaş ilerledikçe fânîliği daha iyi hatırlatan ihtiyarlık alâmetlerinin günbegün artarak zuhûr etmesi, tefekkür edebilen için ne büyük bir îkazdır!..

İnsanı ölüm ve ötesini tefekküre sevk eden bu hakikatler karşısında; insan, fânîden bâkîye yönelmeli değil midir? İnsan bu hakikatleri idrâk ederse; neticede toprağın bağrına teslim olacak yapısına değil; ebedî hayatında kendisi için hayatî ehemmiyet arz eden, gönül dünyasını tanzîme ağırlık verir. Çünkü yaratılışımızın asıl gayesi; gönül âlemimizin tezkiyesi, tasfiyesi ve terakkîsidir. Rûhânî istîdatların inkişâfıdır.

Cenâb-ı Hak; insanın bu gayeye ulaşabilmesi için; mürşid ve rehberler, peygamber ve ilâhî kitaplar bahşetmiştir. Peygamberlerin vazifesi; insanoğlunu terbiye etmek, fücurdan uzaklaştırmak ve takvâya eriştirmektir. Peygamberler Sultânı Hâtemü’l-Enbiyâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Ben üstün ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.”(Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed bin Hanbel, 2/381) buyurmuştur.

Ahlâkın tesiri; hem derundaki duygularda, hem de dışarı yansıyan söz, fiil ve davranışlarda tezâhür eder. Yani;

ZÂHİR VE BÂTIN İÇ İÇE

İç dünya ile dışa yansıyanlar birbirinden ayrı düşmez. “Benim kalbim temiz.” iddiasında bulunan kişinin, kalbinden dışarı sızan alâmetleri, yani davranışları bu iddia ile muvâfık olmalıdır.

Çünkü;

İç dünyamızın göstergesi duygularımızdır. Ağzımızdan çıkan her söz, fiilî hareketimiz, davranışlarımız bir noktada bizim iç dünyamızın resmidir ve sergisidir.

Gönlümüzde Allah ve Rasûlü’ne muhabbet varsa; fiillerimizde Allâh’ın emirlerine ittibâ, Rasûlullâh’ın sünnetine sarılma tezâhür etmelidir.

Gönlümüzde tevâzu varsa; davranışlarımızda, yürüyüşümüzde, bakışımızda, oturuşumuzda alçakgönüllü davranışlar tezâhür eder.

Şeyh Sâdî ne güzel söyler:

“Fıstık misâli kendisinde bir iç var zanneden kimse, soğan gibi hep kabuk çıkar.”

Buna göre kıymeti hâiz bir vasfı olmayan kimselerin o vasıfla ilgili kullandıkları tevâzû ifadeleri, ayrı bir riyâ misâlidir.

Meyveleri olgunlaşmış ağaçların, dallarını yere eğip insanlara ikrâm etmesi gibi; ancak akıl, ilim ve hikmet sahibi seçkin insanlar mütevâzı ve ikram sahibi olurlar.

Gönlümüzde merhamet varsa; fiillerimizde cömertlik, diğergâmlık ve bağışlama olur.

Mâlûm;

Cenâb-ı Hak cömerttir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz cömerttir. Maddî âleme baktığımız zaman toprak cömerttir. Velhâsıl kâinatta her şey cömerttir. Cenâb-ı Hak, insanın da cömert olmasını arzu ediyor.

Cömertlikte en güzel misallerden biri de arı.

O küçücük varlık, kendi ihtiyacının kat kat fazlası bal yapar, büyük bir titizlik ve intizam ile onu paketler. Bunun cüz’î bir miktarını kendisi yer ve çoğunu insanlara ikrâm eder.

Meyve ağaçları da nesillerinin devamı için pek çok meyve verirler. Binlerce meyvenin içinden sadece birisi tohum olup ağaç bitirse, kâfî gelir. Diğer meyveler ise insanların ve diğer canlıların istifâdesine arz edilir.

Kesilip yenilen hayvanlar; kendi hayatlarını devam ettirmek için beslenirler, bir müddet yaşadıktan sonra da etlerini insanlara ikrâm etmek üzere can verirler.

Yine süt veren hayvanlar; sütlerinin çok az bir kısmını yavrularına ayırırken, büyük kısmını insanlara ikrâm ederler.

Bu misalleri çoğaltmak mümkündür.

Yani kul, kâinâta şaşkın bakışlarla bakmayacak. Bir tefekkür sergisi olan kâinat kitabını ibretle okuyacak. Böylece kalp, irtifâ kat edecek. Gönül; ilâhî kudret akışlarından, Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesinden, lâyıkıyla hisseler alacak.

Allah muhafaza eylesin, gönlümüzde bu hasletlerin zıddı olan menfî huylar varsa; bu sefer, söz, fiil ve davranışlarımıza onlarla muvâzî hâller akseder.

Kalpte nefret ve haset varsa; yansıması gıybet, yalan, iftira ve benzeri zehirli davranışlar olur. Kalpte ihtiras ve nefsâniyet varsa; tezâhürü cimrilik ve bencillik olur. İç dünyada kibir ve ucub varsa; yürüyüşe, bakışa, sözlere kabalık ve tepeden bakış yansır. Sahibi gizlemeye çalışsa dahî yansır.

Çünkü toprağa hangi bitkinin tohumu ekilirse, onun semeresi alınır.

EKTİĞİNİ BİÇERSİN!

Hazret-i Mevlânâ sorar:

“Hiç arpa ektin de buğday çıktı mı? Hiç buğday ektin de arpa çıktı mı?”

Gönül âlemimiz; münbit bir topraktır, oraya güller dikilirse güller çıkar. Kaktüsler, dikenler dikilirse, dikenler çıkar.

Bu tarla ve mahsûl teşbihini; başka unsurlarla da genişletmek mümkündür.

Ömrün baharı demek olan gençliğimizde; o bereketli ve verimli yıllara ne ekersek, yaşlılığımızda ve son nefesimizde onun mahsûlünü alırız.

Dünyada ne ekersek, âhirette onu buluruz. Nitekim hadîs-i şeriflerde;

“Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz, öyle haşrolunursunuz.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)

“İnsanlar kıyâmet gününde öldükleri hâl üzere diriltileceklerdir.”(Müslim, Cennet, 83) buyurulmuştur.

Biz evlâtlarımızı yetiştirirken neler ekersek, onlara hangi duyguları kazandırırsak; yaşlanıp onların bakımına muhtaç olduğumuzda da onlardan o duyguların yansımasını buluruz. Onlara Allah korkusu, merhamet ve takvâ kazandırdıysak; vefâ ve teşekkür buluruz. Mâneviyattan uzak yetiştirdiysek, nefsâniyetin kurbanı olurlar. Dünya hırsı, acımasızlık ve fırsatçılık duygularını aşıladıysak; hoyratlık, soğukluk ve kabalıkla karşılaşırız.

İşte insanın kendi gönlünde de, yetiştirdiği evlât ve talebelerinin gönlünde de en mühim imtihanı; duyguları terbiye etmesi ve temizlemesidir. Bu kalbin en zor ve en yüksek sanatıdır.

GÖNLÜ ARINDIRMA SANATI

Bu sanatta bizlere nümûne-i imtisal, en güzel örnek de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Gayemiz O’na benzeyebilmektir. Yani duygularımızın O’nun duygularına benzeyebilmesi için bir ömür gayret etmemiz zarûrîdir. O’nun rûhânî dokusundan hissiyat almamız zarûrîdir. Çünkü sevilenin hâli sevende sirâyet hâlindedir.

Ashâb-ı kiram; duygularını, Efendimiz’in hislerine benzetebilmenin derdindeydi… İç dünyalarını; O’nun gönül âleminden, rûhânî dokusundan hisselerle tezyîn edebilmek, onların yegâne arzusuydu. Çünkü, onlara bu hedefi, Fahr-i Kâinât Efendimiz;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.”(Buhârî, Edeb, 96) buyurarak göstermişti.

Ashâb-ı kirâmın bütün derdi, o kalbî beraberliği takviye ederek; mahşerde ve cennette de sürdürebilmek iştiyâkı oldu.

Zira;

Muhabbet iki kalp arasındaki bir cereyan hattıdır.

Muhabbetteki çekim ve akışı iki cihetten ele almak îcâb eder:

Birincisi sâlikten mürşide, ümmetten Rasûlullâh’a, kuldan Cenâb-ı Hakk’a; yani aşağıdan yukarıya doğrudur.

Bu cihetteki muhabbet hayranlıktır. Aslen sevende, sevilenin; cemal, kemal, hikmet, kudret gibi müstesnâ husûsiyetlerine karşı güçlü bir hayranlık duygusunun husûle gelmesidir. Âşık vuslat arzular. Fakat, mahbubu, onu sevmedikçe bu mümkün değildir. Seven, sevilenin muhabbetine nâil ve civârına vâsıl olmak ister. Ayrılıktan ızdırap duyar. Benliğinden de geçer. Çünkü benliği, ayrılık sebebidir. Benliğe ait duygular, onu sevdiğinden uzak tutmaktadır. «Ben»i yok eder, «O» olur. Hayranlık içinde «O»na benzemeye, «O»nda fânî olmaya çalışır.

Bir Hak dostu buyurur:

Sen çıkınca aradan,

Kalır seni Yaradan..

Muhabbet cereyanının ikinci yönü ise, mürşidden sâlike, Rasûlullah’tan ümmete, Mevlâ Teâlâ’dan kula doğru, yani yukarıdan aşağıya doğrudur. Bu muhabbet, vasıf ile tecellî eder. Seven, sevdiğinde kendi vasıflarını görürse muhabbet tecellî eder.

Herkes evlâdını sever. Fakat Hazret-i Yakub, 12 evlâdı içinde, babası ve dedesi gibi kendisine de lutfetilen nebevî ve mânevî rûhâniyeti; sadece oğlu Yûsuf’ta görmüş, bu sebeple ona ayrı bir muhabbet duymuştur.

Cenâb-ı Hak, en çok Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i sever. Çünkü O, Allah Teâlâ’nın cemâlî sıfatlarının en müstesnâ tecellîgâhı olmuştur. Esmâ-i hüsnâdaki Raûf ve Rahîm sıfatları Kur’ân-ı Kerim’de Efendimiz için de serdedilmiştir.

Anlaşılmaktadır ki;

Allah Teâlâ’yı seven ve esmâ-i hüsnâsına hayran olan kullar; Allâh’ın da kendilerini sevmesi için, cemâlî vasıflarla mücehhez olmaya çalışmalıdır. Çünkü Allah, kendi ahlâkıyla ahlâklanabilen, bu gayretle çırpınan kullarını sever.

Allah Rasûlü’nü seven, O’nun üstün ahlâkına, mükerrem vasıflarına hayran olan bizler; O’nun da bizi sevmesi için, kendimizde O’nun ahlâkını vücuda getirme gayreti içinde olmamız îcâb eder.

Cenâb-ı Hakk’ın sevgisine nâil olmanın yolu, âyet-i kerîmede Efendimiz’e ittibâ olarak gösterilmiştir:

“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, Sen’i onların başına bekçi göndermedik!”(en-Nisâ, 80)

MUHABBETİN ÂYÎNESİ

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; hayatının her safhasıyla, her davranışıyla, her sözüyle «en doğru»nun rehberidir. «İstikamet»in fiilî kıstasıdır, Hak rızâsının mihengi, ekseni ve mihveridir.

Cenâb-ı Hak, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e şöyle hitap buyurmuştur:

اِنَّكَ عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪ٖيمٍ

“…Sen sırât-ı müstakîm üzeresin.”(ez-Zuhruf, 43)

Dolayısıyla, her Fâtiha’da erişmek ve ulaşmak için niyaz ettiğimiz, «Sırât-ı Müstakîm» O’nun hayatıdır. Kulu Rabbinin rahmet ve mağfiretine, cennet ve cemâline ulaştıran dosdoğru yol, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaşadığı ve yaşattığı, öğrettiği ve anlattığı yoldur, Sünnet-i Seniyye’dir.

Fahr-i Kâinât Efendimiz’e ittibâ ederek, O’nun rehberliğinde istikamet üzere yaşayan, gönül âlemini temizleyen ve kalb-i selîm ile Hakk’a yürüyen bir mü’min için; ölüm, ebedî saâdete açılan nurlu bir geçitten ibarettir.

Dolayısıyla, ölüme yaklaşmanın sinyalleri hükmündeki yaşlılık alâmetleri de; böylesi bahtiyar ihtiyarlar için, nûrânî bir tezyin gibidir.

Ne hikmetli bir sırdır ki; iç âlemlerine yoğunlaşanların, âhir ömürlerinde dış görünüşleri de bir başka güzel olur. Secde izi ve abdest ile nurlanmış sîmâlar, istikamet üzere bir ömür içinde ağarmış ve âhiret berâtının aklığına kavuşmuş saç ve sakallar, cismâniyetin kesâfetinden kurtulup, rûhânî bir letâfete kavuşmuş, melekîleşmiş vücutlar; insana acıma ve hüzün değil, heybet ve ihtiram hissi verir.

Böyle takvâ ve istikamet üzere yaşanan ömrün sonu da müjde doludur. Âyet-i kerîmede buyurulur:

اِنَّ الَّذ۪ينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلٰئِكَةُ اَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّت۪ى كُنْتُمْ تُوعَدُونَ

“Şüphesiz; «Rabbimiz Allah’tır!» deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin (yani sırât-ı müstakîm üzere rehberlik eden Allah Rasûlü’nün izinden gidenlerin) üzerine (ölüm ânında) melekler iner. Onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, size va‘dolunan cennetle sevinin!» derler.”(Fussilet, 30)

«Rabbim Allah’tır.» demek ve dosdoğru yürümek…

TEK GERÇEK REHBER

Dünyada insanlara birtakım yollar gösteren ve gösterdikleri yolun doğru ve kurtarıcı olduğunu iddia eden yüzlerce, binlerce rehber gelmiştir. Filozoflar, ideoloji kurucuları, siyasîler, sanat ve edebiyat erbabı, nicesi… Fakat onları takip edenler, dalâlet karanlıklarında, cehâlet çöllerinde kaybolmuş, nefsâniyet uçurumlarında ve enâniyet dehlizlerinde helâk olup gitmişlerdir.

Hak din, insanlık tarihi ve beşeriyetin vicdanı şahittir ki;

«Dosdoğru yol»un hakikî yegâne rehberi, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

O’nun izinden gitmek; ibâdette O’na benzeyebilmek, muâmelâtta O’nu yansıtabilmek, bilhassa gönül âleminin rafine edilmesi husûsunda, zarâfete ulaşmış duygularda; O’nun rûhânî dokusundan hisse alabilmek demektir. Merhamet ve cömertlikte, O’nun hassas ve rakik gönlünden nasip alabilmek demektir. O’nun engin affından, hikmet dolu sabrından, firâset dolu müsâmahasından, kudret dolu şecaatinden, adâlet ve fazîlet dolu muâmelâtından hisseyab olabilmek demektir.

Bu hasletlerle gönül dünyamızı tezyîn edebilmek için, aynı zamanda gönlü tertemiz tutmak zarureti de vardır.

Gönlü; nazar-ı ilâhînin tecellîgâhı, kristal ve billûr bir bardağa benzetelim ve ona, cennet nehirleri gibi berrak ve pâk, îman, muhabbet, merhamet gibi güzel hasletleri doldurduğumuzu düşünelim. Bu zemzem gibi mukaddes, kevser gibi mübârek âb-ı hayâtın içine bir damla necâset düşse; onun güzelliğinden, berraklığından eser kalır mı?

Asla!

İşte kin, haset, kibir, ihtiras ve nankörlük gibi duygular ve bunların tezâhürleri olan gıybet, yalan, iftira, israf gibi rezil söz ve davranışlar; gönül âlemimiz için böylesine öldürücü zehir damlaları hükmündedir.

Allah ve Rasûlullâh’ı sevmek ve onların muhabbetine nâil olabilmek için; gönlü ve dolayısıyla ömrü, bu zehirlerden korumak zarûrîdir. Hasbelbeşer vâki olan sürçmeleri; tevbe ve istiğfarlarla temizleme, bu tevbeleri de sâlih amellerle perçinleme çırpınışı elzemdir.

İnsan bir ömür; «müslüman olarak ölebilmek», son nefesi mü’min olarak verebilmek derdiyle yanıp yakılmalıdır. Son anda hidâyette bir tıkanıklığa yol açabilecek bir günah pıhtısına, son anda kelime-i şahâdeti söyleyecek nefesten mahrum bırakabilecek bir kötü ahlâk virüsüne karşı, ömrü tedbir içinde geçmelidir. Yani ihlâs, takvâ ve istikamet…

Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Şüphesiz; «Rabbimiz Allah’tır!» deyip sonra istikamet üzere bulunanların üzerine melekler iner ve onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, size va’dolunan cennetle sevinin!» derler.”(Fussilet, 30) âyetini okudu ve şöyle buyurdu:

«–İnsanlar, bunu hep söylediler; ancak, sonradan ekserîsi küfre düştü. Kim bu söz üzere ölürse, o kimse istikamet üzere olanlardandır.»”(Tirmizî, Tefsir, 41/3250)

Mü’min her nefes, son nefes endişesiyle yaşamalı.

Çünkü onu korkunç âkıbetler beklemektedir.

İHTİYARLATICI HAKİKATLER

Kur’ân-ı Kerim’de buyurulur:

فَكَيْفَ تَتَّقُونَ اِنْ كَفَرْتُمْ يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ ش۪ٖيبًا

“İnkâr(da ısrar) ederseniz, çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o günden kendinizi nasıl koruyabileceksiniz?” (el-Müzzemmil, 17)

Çare, o gün gelmeden; o günün ihtiyarlatıcı, kocatıcı derdini bu dünyada çekmektir. Çünkü bu dünya, rahat ve istirahat dünyası değil; haşyet ve endişe ile gayret etme dünyasıdır. Bu ömür, keyif ve zevk sürme ömrü değil; çalışma, kazanma ve yorulma ömrüdür.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Ey Rasûlullah Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey (halam) Safiyye! Allah katında makbul ameller işleyiniz! (Sâlih amelleriniz yoksa, bana güvenmeyiniz.) Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azabından kurtaramam!” (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)

Dış görünüşü yani sûretteki ihtişamıyla da, gönül âlemleri gibi mükemmel bir güzellik, hüsn ü cemal sahibi olan -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek saç ve sakallarında ağarma yoktu. Fakat bir gün görüldü ki, saç ve sakallarında aklar zuhûr etmiş.

Sebebini sual ettiklerinde şu cevabı verdi:

“Beni Hûd Sûresi ihtiyarlattı…”(Tirmizî, Tefsîr, 56/3297; Kurtubî, IX, 107)

Hûd Sûresi’ndeki şu âyet-i kerîme Abdullah bin Abbas -radıyallâhu anhümâ-’nın da tespitiyle Kur’ân-ı Kerim’de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e vâki olan en şiddetli hitap idi:

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ وَمَنْ تَابَ مَعَكَ وَلَا تَطْغَوْا

“Ey Habîbim! Beraberindeki tevbe eden (mü’min)lerle birlikte, emrolunduğun gibi istikamet üzere olun ve aşırı gitmeyin!..”(Hûd, 112)

Efendimiz’in ahlâkının azameti, yolunun istikameti, geçmiş ve gelecek zellelerinin dahî af ve mağfireti Kur’ân-ı Kerîm’in tescil ettiği üzere, teminat altında idi. Dolayısıyla bu hitap da O’nun şahsında bizedir. Efendimiz’in saçlarını ağartan hüzün ve endişe de, kendisi değil biz ümmeti hakkındadır.

Nitekim hadîs-i şerîfi devamıyla birlikte ele aldığımızda;

“–Beni; Hûd, Vâkı‘a, Mürselât, Amme yetesâelûn ve İze’ş-Şemsü küvvirat sûreleri ihtiyarlattı.”(Tirmizî, Tefsir, 56/3297) buyurduğu görülmektedir ki, şârihler; bu sûrelerde insanlığı âhiret encâmında bekleyen dehşetli, şiddetli ve korkunç ahvâlin zikredildiğini belirtmişlerdir. Efendimiz, bu şiddetli hâdiselerde ümmetinin hâlinin ne olacağını ızdırap içinde tefekkür ettiği için mübârek saç ve sakallarına aklar düşmüştür.

Bu âyet-i kerîmedeki bir incelik de, bütün mü’minlerin; «O’nun emrolunduğu istikamet üzere» istikametlenmelerinin emredilmesidir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz İslâm’ı nasıl yaşadıysa öyle… Hidâyet yolunda ilâhî vahiy vasıtasıyla nasıl bir istikamete sevk edildiyse öyle… O’nun rehberliğinde… O’nun izinde…

“Âyetten ben böyle anladım!..” tarzındaki sünnet-i seniyyeye muhalif tavırların, Cenâb-ı Hak nezdinde istikametsizlik ve tuğyan yani azgınlık sayıldığı da bu âyet-i kerîmeden anlaşılmaktadır.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ümmeti hakkında ne kadar şefkat ve merhamet dolu olduğunu şu âyet-i kerîmede bizzat Âlemlerin Rabbi bildirir:

ŞEFKAT DOLU SÎNE

لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزٖ۪يزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرٖ۪يصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنٖ۪ينَ رَؤُفٌ رَحٖ۪يمٌ

“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O; size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”(et-Tevbe, 128)

Allah Rasûlü’nün derdi, ümmetinin derdiydi.

Bizim de derdimiz, ümmet-i Muhammed’in derdi olmalı. Endişemiz, Peygamber Efendimiz’in sîmâsını tebessüm ettirmek olmalı. Biz, ümmetin derdiyle dertlendikçe; -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek sîmâsı -bizden yana- mütebessim olacaktır. Bizim enâniyet ve nefsâniyetin girdaplarında boğulmamız, ömür sermayemizi bencillik ve cimrilik içinde tüketmemiz ise; O’nu -bizden yana- mahzun ve mükedder eyleyecektir.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şefkatle buyurur:

“İstikamet üzere olun. (Bunun sevabını) siz takdir edip kavrayamazsınız…”(Muvatta, Tahâret, 6)

O’nun bize vasiyeti, tâlimâtı, emr ü fermânı dâimâ istikamettir:

Süfyan bin Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e;

«–Yâ Rasûlâllah! Bana İslâm’ı öylesine anlat ki onu bir daha başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim.» dedim. Efendimiz;

قُلْ:اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ ثُمَّ اسْتَقِمْ

«–Allâh’a inandım de ve dosdoğru ol!» buyurdu. (Müslim, Îmân, 62)

İstikamet, umûmî mânâsıyla; tezatlardan, tereddütlerden ve inkıtâ yani kesintilerden kurtularak, devamlılık içinde sâbit bir hedefe yönelip ilerlemektir.

İnsan; rûhânî yapısını tekâmül ettiremezse, kundaktan kefene doğru yolculuğunda farklı mevsimlerin farklı ihtilâçlarıyla dolar. Bu ihtilâçların pençesindeki gāfilâne bir hayat; çocuklukta oyun, gençlikte şehvet, erginlikte gaflet, ihtiyarlıkta elden gidenlere hasret ve nedâmetten ibârettir.

Ömrü bu ziyandan muhafaza etme hakikatini mümkün olduğunca erken idrâk edip; hayatı Hakk’ın rızâsına tam bir muvâfakat içinde yaşamak, istikamettir.

İstikamet üzere yaşamak, iç âlem ile dış âleme yansıyan tezâhürleri aynı âhenkte buluşturma sanatıdır.

İÇİ DIŞI BİR MÜ’MİN OLMAK

Mü’minin kalbindeki îman, muhabbet ve merhamet, o kişinin fiiliyatına tam olarak yansımıyorsa; bu duyguların zayıf olduğuna ve menfî huyların işgali altında kaldığına işarettir. Böyle kişilerin davranışlarında istikrar olmaz, med-cezirler, tereddütler olur. Bir yapar, bir bozar. Bir basamak çıkar, iki basamak düşer.

Diğer yandan; dışarıya mütevâzı, muhabbetli, dindar ve benzeri güzel hâllerde göründüğü, bu minvalde bazı fiiller de işlediği hâlde, derûnunda bu duyguların hakikî karşılığı olmaması hâli de bir başka kalp hastalığı olan riyâkârlıktır. Bu iç ve dış dünya zıtlığı bir yerde infilâk eder ve bozuk iç dünyanın rezillikleri er-geç dışarıya dökülür.

İhlâs ve istikamet; iç ve dış âlemleri, kalp ve bedeni, niyet ve davranışları yek-âhenk hâle getirmektir. Kalpte kuvvetli bir îman, ihlâs ve îtidal olursa, istikameti sağlar ve dâimî kılar. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Dil istikamet üzere olmadıkça kalp, kalp istikamet üzere olmadıkça îman müstakîm olmaz.” buyurmuşlardır.(Ahmed, III, 198)

Tasavvuf ıstılahında ise istikamet; yaratılıştaki mâsûmiyet ve sâfiyeti tahrip ve hasara uğratmadan muhafaza edebilmektir.

Diğer bir ifade ile istikamet; Allah Rasûlü’ne muhabbeti taze tutarak O’nun örnek şahsiyetinden nasîb almak, ahlâkı ile ahlâklanmak, Kur’ân ve Sünnet’in rûhâniyeti ile yaşamak, nefsânî dünya zevklerinden uzaklaşıp ibâdet, kulluk ve mârifet sırlarına vukûfiyet kazanabilmektir.

Hakk’a vâsıl olmak için istikametten başka yol olmadığı gibi, her hususta istikameti muhafaza etmek kadar yüksek bir makam ve onun lâyıkıyla yerine getirilmesi kadar zor hiçbir emir yoktur. Bu sebeple Hak yolunda istikamet, en büyük kerâmet olarak görülmüştür.

“«Rabbimiz Allah’tır!» deyip sonra da istikamet üzere bulunanlar için ne korku ne de hüzün vardır. Onlar, işlediklerinin karşılığı olarak cennette ebedî kalacaklardır.”(el-Ahkāf, 13-14)

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, istikamet ehline korku olmayacağını bir hüsn-i tâlîl misâli ile ne güzel ifade eder:

İstikāmet ehli, hıfz-ı Hak’tadır; ermez ziyan.

Ânın içün «serv»i incitmez, beyim, bâd-ı hazan.

“İstikamet üzere olan kimseler, Allah Teâlâ’nın muhafazası altında bulunurlar ve onlara hiçbir zarar ilişemez. Nitekim (sair ağaçların yapraklarını döken) sonbahar rüzgârları; dümdüz, dosdoğru olduğu için servi ağacına bir şey yapamaz.”

Yılda dört mevsim deverânı olduğu gibi, ömür de dört mevsim yaşanır. Fakat yıllar tekrarlanır da, ömrün mevsimleri bir daha ele geçmez.

Çocukluk ve ilk gençlik cıvıl cıvıl, hayat dolu bahara; sıhhatli ve kuvvetli gençlik yılları bereketli yaz mevsimine; orta yaşlardan itibaren, terse dönen ahval ise yaprak dökümünün yaşandığı sonbahara benzer. Bu hususta şu âyeti, her zaman tekrar okumalı ve hiç unutmamalı:

“Kime uzun ömür verirsek Biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Hiç akıl erdirmiyorlar mı? (Bu fânî akış, bu yolculuk nereye?) (Yâsîn, 68)

Ağaçların hırka-i tecrîde büründüğü, zümrüt yeşili bağların kupkuru ve kapkara kesildiği kış mevsimi; insanın fânîliğe doğru, fizikî tükenişinin bir misâli gibidir. Ancak müstakîm ve müttâkî olanlar için, bu tükeniş; mânevî, kalbî ve rûhânî mânâda bir diriliş ve tazeliktir.

Zira ebedî hayatta ruhlara yeniden giydirilecek vücut libâsı, dünya hayatındaki kulluk kıvâmına göre şekillenecektir. O bedenimizin tohumu, bu dünyadan götüreceğimiz kalbimizdir. Eğer Rabbimiz’e kalb-i selîm ile varabilirsek; rûhumuza tertemiz bir kalbe uygun yüz akı, göz nûru bir beden giydirilecektir. Fakat çürük duygular, kokuşmuş, taaffün etmiş bir kalple, mahşere varanlar; o kirli iç âlemlerine münasip, kapkara, rezil, iğrenilecek vasıflarda beden elbiselerine müstehak olacaklardır.

Rabbimiz bizleri âhirete yüz akı ile göçebilenlerden eylesin. Gönül âlemimizi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rehberliğinde tezkiye ve terbiyeden geçirmeyi, istikamet üzere bir ömür sürebilmeyi nasîb eylesin.

Ömrümüzün her safhasını rızâsına uygun şekilde yaşayıp, son nefeste kelime-i şahâdet ile huzûruna varabilmeyi cümlemize müyesser eylesin!..

Âmîn!..