Ölmeden Evvel Ölmek; PERDELER AÇILMADAN EVVEL GÖRMEK

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2013 Ay: Mart Sayı: 97

GÖRÜRCESİNE KULLUK…

Hazret-i Mevlânâ, dünya hayatında saâdetin sırrını veren bir teşbih ile sorar:

“Bir padişahı yüzüne karşı öven ile padişahın yanında bulunmadığı hâlde ondan utanan, çekinen, onu seven bir olur mu?”

Misâli genişleterek cevap verir:

“Memleketin bir ucunda, hudutta bulunan bir kale muhafızı; padişahtan ve pâyitahttan çok uzaklarda bulunduğu hâlde, kaleyi düşmanlardan korur, gözetir; kendisine hadsiz, hesapsız rüşvet teklif edilir yine kaleyi düşmanlara satmaz.

Çok uzaklarda, hudûdun bir ucunda, padişah oralarda yok iken, sanki yanı başında imiş gibi ona vefâ gösterir.

Padişahın nazarında, o uzaklardaki muhafız; huzûrunda bulunan ve can fedâ edenlerden daha iyidir.”

Bu çerçevede;

Bizler Cenâb-ı Hak’la ne kadar beraberiz? Hazret-i Peygamber’le ne kadar beraberiz? Allah dostlarıyla ne kadar beraberiz?

“Padişahın yanında bulunmadığı, çok uzaklarda olduğu hâlde; yarım zerre kadar padişahın yapılmasını emrettiği vazifeye gösterilen bağlılık, sevgi, onun huzûrunda yüz bin kat hizmet etmekten daha üstündür.”

Çünkü;

“Gayba îmân edip, huzûrunda olmadığı hâlde, huzûrunda imiş gibi ibâdet ve kulluk etmek, ne güzeldir. Efendisinin huzûrunda değilken de kulluğu korumak, itaattan çıkmamak çok kıymetli bir şeydir.”

Hazret-i Mevlânâ, bu misal ile ihsan şuurunu ne güzel ifade etmiştir. İhsan; Cibril Hadîsi’nde Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından şöyle tarif edilir:

اَلْإِحْسَانُ أَنْ تَعْبُدَ اللّٰهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ
فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ

“İhsan; Allâh’a, O’nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor.” (Müslim, Îmân, 1, 5; Buhârî, Îmân, 37; Tirmizî, Îmân, 4; Ebû Dâvûd, Sünnet, 16)

Belli frekanslar arasını işiten kulaklarımız gibi, gözlerimiz de ancak belirli ışıkları seçebilmektedir. Meselâ; kızıl ötesi, mor ötesi ışınları görmemektedir. Yine mikroskobik âlemleri göremediğimiz gibi, başımızı kaldırdığımızda gökte gördüğümüz de ancak bize oldukça yakın âlemin manzarasıdır. Berrak bir gökyüzünde geceleyin gördüğümüz en yakın yıldızın görüntüsü, altı dakika öncesine aittir. Çünkü en yakın yıldız bize, ışığını altı dakikada gönderebilecek uzaklıktadır. Maddî âlemde dahî görme hâssamız böyle dar sınırlar içerisinde iken, Azîz ve Müteâl Rabbimiz’i dünya şartlarında görebilmemiz mümkün değildir.

Diğer yandan ise Cenâb-ı Hak, kâinatta zuhûrunun şiddetinden gāibdir. Her şey O’nun sıfatlarının tecellîleridir. Görmek isteyen her zerrede O’nun Zâtını görmese de sıfatını görerek sadece O’nu hisseder; O’nun varlığı, birliği, rahmeti, adâleti ve muhabbeti ile dolar.

İnsan; ölümüyle birlikte başka bir âleme geçecek ve imtihan gereği, dünya hayatında kendisinden perdelenen gayb âlemini görmeye başlayacaktır. Fakat bu görüş çok geçtir:

“Allâh’a îman ve ibâdet ancak Allâh’ı görmezken, gaybda iken makbuldür, ölümden sonra gayb âlemi bütün güzelliği ile meydana çıkınca; «Şimdi inandım.» demek mânâsızdır.”

Nitekim Firavun; Hazret-i Musa’nın riyâsetinde Mısır’ı terk eden İsrailoğullarının peşinde, yarılan denizden geçerken, birden dalgalar arasında kaldı; boğulma ânında, açılan perdelerde hakikati görünce;

“…«Gerçekten, İsrailoğullarının inandığı İlâh’tan başka ilâh olmadığına ben de îmân ettim. Ben de müslümanlardanım!» dedi.” (Yûnus, 90)

Fakat Cenâb-ı Hakk’ın cevabı acı oldu:

ŞİMDİ Mİ?

“Şimdi mi (îmân ettin)! Hâlbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun.”(Yûnus, 91)

Demek ki mârifet; perdeler kalkıp baş gözü de görür hâle gelmeden önce, kalp gözüyle görebilmekte. İbret gözüyle idrâk edebilmekte. Bir başka ifadeyle ölmeden evvel ölebilmekte.

Hazret-i Mevlânâ ölmeden önce ölmek hakikatini, güzel bir hikâye ile anlatır:

Bir tâcirin, kafesinde mahbûs, çok sevdiği güzel bir papağanı vardı.

Tâcir, ticaret için Hindistan tarafına gitmeye karar verdi. Gitmeden önce hizmetkârlarının Hindistan’dan bir arzuları olup olmadığını sordu. Bu vesileyle çok sevdiği papağanına da;

“–Sana Hindistan’dan ne getireyim?” diye sual etti.

Papağan;

“–Oradaki papağanlara benim hâlimden bahset ve selâmımı söyle!” dedi.

Papağanın bu sözü bir şifre idi. Hindistan’daki hür papağanlara şu feryâdı duyurmak istiyordu:

“Sizlere gıpta eden bu mahbûs papağan bir av tuzağına düştü. Ömür boyu bir kafese mahkûm oldu. Size selâm göndererek sizden çare, yardım ve irşâd edici bir rehberlik etmenizi ümîd ediyor.

Revâ mıdır ki, ben bir demir kafes içine mahbûs olayım, siz ise hürriyet içinde yeşil ormanların, güzel çiçeklerin ortasında âbâd olun!.. Ben burada hapiste, siz ise gülistandasınız! Dostların vefâsı bu mudur? Benim şu gurbet ellerde, hasretler içinde sizden ayrı düşmenin acıları ile çırpınıp durmam, can vermem hak mıdır?

Ey üstad papağanlar! Sizler seher vakti çayırda feyz şebnemlerinden demlenirken lütfen bu zavallıyı da hatırlayın!

Dostların, dostu hatırlaması, mübârek bir şeydir; saâdet üstüne saâdettir… Husûsiyle yâd eden Leylâ, yâd edilen Mecnûn olursa…

Ey hep birlikte gezip uçuşan papağanlar! Sizler oralarda serbest serbest dolaşırken, ben kafesimde yüreğimden akan kanları içiyorum! Beni şâd, âbâd ve ihyâ etmek isterseniz, benim hâtırama da lütfen içtiğiniz iksirden birkaç yudum için; bu kimsesiz, bîçâre kardeşinizin hâtırası için toprağa da birkaç damla serpin!..”

Papağanın isteğini de kabul eden tâcir, yola çıktı. Hindistan’a vâsıl olunca daldan dala konan birkaç papağan gördü. Onlara seslenerek mahbûs papağanın selâmını söyledi.

Hâl lisânı ile mahbûs papağanın bu selâmı, yani feryâd ü figānı, Hind papağanlarını çok duygulandırdı. Öyle ki içlerinden biri; duyduğu sözler karşısında titredi, titredi düştü; nefesi kesildi ve öldü.

Tâcir bu hâle çok şaşırdı, hayret etti. Söylediğine pişman olarak kendi kendine söylendi:

“–Bir canlının ölümüne sebep olarak; günaha girdim. Bu papağanın belki de benim papağanımla bir akrabalığı vardı. Ne diye söyledim de bîçâreciği ham sözümle yaktım, yandırdım?..”

Tâcir, işlerini bitirip memleketine döndüğünde bu başından geçenleri; hayret, heyecan ve kederle kafesteki mahbûs papağana anlattı:

“–Ey papağanım! Söylediğime, söyleyeceğime hâlâ pişmanım! Lâkin son pişmanlık neye

yarar ki?..”

Sahibini dikkatle dinleyen mahbûs papağan da, tâcirin sözleri biter bitmez, arzu ettiği cevabı almış olarak aynı Hindistan’daki papağan gibi titreyerek kafesin zeminine düştü ve kaskatı kesildi.

Bu hâli gören tâcir, yerinden fırlayarak üzüntüsünden başındaki külâhı çıkarıp yere çarptı. Son derece müteessir olmuştu. Yenini, yakasını yırtarak feryâd eylemeye başladı:

“–Ey güzel papağan! Ey benim hoş sesli kuşum! Ne oldu? Neden bu hâle geldin? Vah benim yoldaşım!”

Nihayet tâcir, bir müddet daha ağlayıp sızlandıktan sonra, ölü papağanı kafesten çıkardı. Gömmek için yer hazırlamaya başladı.

İşte bu esnada, ölü taklidi yapan papağan birden canlanıverdi. Uçtu. Yüksek bir ağacın dalına kondu. Tâcir, kuşun yaptığı işe şaşırdı kaldı. Bununla beraber içini kemiren bir merakla bu esrarı çözmek için kuşuna seslendi:

“–Ey kuşum! Allah aşkına hâlini bize arz et! Hind’deki papağandan ne hâl telâkkî ettin ki, bir hile yaptın, beni yaktın? Bu işin sırrı nedir? Anlat da, ben de bu mânevî esrardan nasîbimi alayım! Beni mahrum bırakma!”

Bunun üzerine papağan şöyle cevap verdi:

“–Haberini getirdiğin Hind papağanı bana sessiz hareketleriyle mürşidlik yaptı, nasihat etti. Yanan bağrıma sanki âb-ı hayat takdim etti. Bana;

«–Seni kafese güzel sesin mahkûm etti!..» demek istedi. Ve;

«–Ey büyüklere de küçüklere de nağmeler söyleyen! Ey âlimleri de cahilleri de güzel nağmelerle mest eden! Ey insanları muhrik nağmelerle eğlendiren! Aklını başına topla; bu nağmeleri bırak! Sen de benim gibi öl de, esaretten kurtul!» dedi. Ben de verilen tâlimâtı yerine getirdim. Kendimi öldürdüm ve kurtuldum!..”

Papağan sözlerine devamla;

“–Ey efendi! Ben esirlikten kurtuldum; şimdi asıl geldiğim yere, vatanıma dönüyorum. Sen de benim gibi yaparsan, ten kafesinden selâmetle kurtulur, hürriyete kavuşarak aslî vatanına, yani baban Hazret-i Âdem’in geldiği yer olan cennete dönersin!.. Bu çamur bedenden sıyrılıp ulviyete kavuşursun; çok yücelirsin!..” dedi.

Bu sözlerden hisse alan tâcir de intibâha gelip kendi kendine şöyle dedi:

“–Bana öğüt olarak bu yetişir! Gayri ben de papağanımın yolunu tutayım. Zira anladım ki onun yolu; insana hakikatini keşfettiren, nurlu yola ileten ve ebedîlik iksiri olan bir âb-ı hayât imiş!..”

Hazret-i Mevlânâ; dünya ve nimetlerine aldanmayarak, esas hayata, esas diriliğe, esas istikbâle teveccüh etmenin bir remzi olan, «Ölmeden evvel ölmek» sırrını başka misallerle de izah etmiştir:

ÖLMÜŞÇESİNE TESLİM OL!..

“Deniz suyu, kendisine bütünüyle teslim olan ölüyü başı üstünde taşır. Diri olan ve en ufak tereddüdü bulunan ise, denizin elinden nasıl sağ kurtulur? Aynı şekilde; «Ölmeden evvel ölünüz.» sırrı ile beşerî sıfatlardan soyunarak ölürsen, esrar denizi seni baş üzerinde gezdirir.”

“Ey dostlar! Şekil ve sûretten geçer, nefsâniyetten sıyrılarak mânâ âlemine girerseniz, orasının cennet ve gül bahçesinin içinde daha değişik bir gül bahçesi olduğunu görürsünüz.”

“Ey sâlik! Kendi sûretini, vehim, vesvese ve kibirle dolu benliğini kırıp yakacak olursan; yani bütün putların anası olan kendi nefsine tapmaktan kurtulursan, içindeki bütün putları kırmayı öğrenirsin.”

“Bundan sonra; artık her sûreti, her putu kırar, Hazret-i Haydar gibi Hayber Kalesi’nin kapısını koparırsın. Hazret-i İbrahim gibi ateşleri gülistana çevirirsin…”

“Sen de öl! Yani tabiî ölüm gelmeden önce kendi nefsinden kurtul. Nefsânî vücudundan kendi iradenle ölmeyi bil ve rûhânî hayata diril; böylece mânevî semâlara kanat aç!”

Nefsi hakikaten öldürmek, yani intihar etmek en büyük günahlardandır. İnsan, hayatında da ölümünde Allâh’ın hükmüne râzı olmakla yükselir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

قُلْ اِنَّ صَلَات۪ٖى وَنُسُك۪ٖى وَمَحْيَایَ وَمَمَات۪ٖى لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ٖينَ

“De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (el-En‘âm, 160)

Nefsi öldürmekten murâd ise; tezkiye etmek, arındırmak, ondaki şerli, cismânî, hayvânî özellikleri yok etmektir.

Kur’ân-ı Kerim’de Hazret-i İbrahim ile Cenâb-ı Hak arasında şöyle bir konuşma beyan buyurulur:

“İbrahim Rabbine;

«–Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster.» demişti.

Rabbi ona;

«–Yoksa inanmadın mı?» dedi.

İbrahim;

«–Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim)» dedi.

Bunun üzerine Allah;

«–Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.» buyurdu.” (el-Bakara, 260)

Hazret-i İbrahim’in bu talebi; -hâşâ- şüphe ve tereddütten değil, bizzat görerek kalbini itmi’nâna erdirmek, o îmânın verdiği şevk ile gönle düşen heyecanı teskin etmek, îmandan yakînî (kesin) bilgiye, ondan da müşâhedeye geçerek böylece her türlü leke ve kusurlardan temizlenmiş bir kalp elde etmek arzusundan kaynaklanıyordu.

Böyle bir kıvam ekseninde Hazret-i Mevlânâ, rûhun dirilmesi için, kesilmesi gereken nefsin dört kötü huyu olarak bu âyeti işârî ve edebî bir üslûp ile şöyle tefsir eder:

AYAK BAĞLARINI KES!

“Ey Halil! O dört kuşun başlarını kes de, Hak yolunda yol alan ayaklar, engelden kurtulsun. Küll sensin, bu sıfatlar senin «cüz»lerindir. Onların ayaklarının bağını çöz.

Sen o kötü huylardan kurtulunca, âlem senin sayende can yurdu kesilir.

Bu beden, dört huyun durağı olmuştur. O huyların adları, fitneler çıkaran, hileler kuran dört kuştur.

Eğer halkın ölümsüz olarak diriliğine kavuşmasını istiyorsan, bu uğursuz dört kuşun başlarını kes. Sonra da onları, bir başka çeşit dirilt ki, artık onlardan insanlara zarar gelmesin. O yol kesen mânevî dört kuş, halkın gönlünde yurt edinmiştir. Şu diri dört kuşun başlarını kes de; hayatları fânî olan insanları ebedî hayata, ölümsüzlüğe kavuştur.

Bu kuşlar; kaz, tâvus, karga ve horozdur. Bunlar insanlardaki dört huyu gösterir.

Kaz, hırstır. Onun boğazı bir an için olsun durup dinlenmez. «Yiyiniz!» emrinden başka hiç bir ilâhî emre kulak vermez.

Horoz da şehvettir.

Mevkî, makam ve şöhret; tâvusa benzer.

Karga ise; insanlardaki bitmez, tükenmez istekler, dileklerdir. Karganın emeli, sonsuz olmak yahut uzun bir ömür sürmektir. Bunu umar durur.”

Nefsin öldürülmesi demek; nefsânî duyguların bertarâf edilmesi, ifrat ve tefritten arındırılarak îtidal çizgisinde rûhânî bir disiplinin içerisine alınması demektir. Rûhânî inkişaflar ancak bu tezkiyenin gerçekleştirilmesiyle hâsıl olur. Ruh, ancak bu şekilde dirilebilir. Kalp, ancak bu şekilde mânevî hayâtiyete kavuşabilir. Asıl diriliş işte budur:

“DİRİLMEK İÇİN ÖLÜNÜZ!”

Hazret-i Mevlânâ bu dirilişi ne güzel tebrik eder:

“Ne mutlu o kimseye ki, nefsânî arzulardan kurtulmak sûretiyle ölümden evvel ölmüş; onun rûhu, hakikat bağının kokusunu almıştır.”

Ölmeden evvel ölmenin bir hakikati de, varlık ve benlik iddiasından vazgeçmektir. Hiçliği idrâk etmek, tevâzuyu yaşamak, fânîliğin şuuruna varmaktır. Hazret-i Mevlânâ îkāz eder:

“Ey dost, âşıkların hayatı ölmektedir. Gönül vermeyince, sen gönül bulamazsın.”

Mevlâ-yı Zü’l-Celâl’in kapısına, varlıktan, benlikten, candan geçmeden varılamayacağını, böyle gelenlerin o kapıdan alınmayacağını, Hazret-i Mevlânâ, bir kıssa ile anlatır:

Birisi geldi, bir dostun kapısını çaldı. Dostu içeriden;

“–Ey güvenilir kişi, kimsin?” diye seslendi.

Kapıyı çalan;

“–Benim.” deyince, dostu;

“–Öyleyse git! Senin için henüz içeri girme zamanı değildir. Böyle bir mânevî nimetler sofrasında ham kişinin yeri yoktur.” dedi.

Ham kişiyi, ayrılık ve firak ateşinden başka ne pişirebilir? Nifaktan, iki yüzlülükten onu ne kurtarabilir? O zavallı adam kapıdan döndü, tam bir sene yollara düştü, dostunun ayrılığı ile yandı, yakıldı. O yanık âşık, ayrılık ateşi ile pişerek döndü geldi, dostunun evi etrafında yine dolaşmaya başladı. Ağzından sevgili dostunu incitecek bir söz çıkmasın diye, bin bir endişe içinde ve yüzlerce defa edep gözeterek kapının halkasını yavaşça vurdu. Dostu içeriden;

“–Kapıyı çalan kimdir?” diye seslendi.

Adam;

“–Ey gönlümü almış olan! Kapıdaki de sensin.” cevabını verdi.

Dostu;

“–Mademki şimdi «sen» «ben»sin. Ey «ben» olan, «ben»den ibaret olan, haydi gir içeri! Bu ev dardır; bu evde, iki «ben»i alacak yer yok­tur. İğneden geçirilecek bir iplik, ayrılır da iki iplik olursa, yani ucu çatallaşırsa iğne­den geçmez. Madem ki sen tek katsın, birsin; gel bu iğneden geç!” dedi.

Hazret-i Mevlânâ kibri ve benliği, kahredici ve sarhoşluk verici bir zehir olarak tasvir eder:

“Ey nefsindeki benliği alt eden kişi! Gel, içeri gir. Sen, artık bahçedeki dikenler gibi gülün zıddı değilsin! Sen şimdi güllere şâh olansın!

Nefsini alçak gören kişiye ne mutlu, kendini üstün gören kimsenin de vay hâline! Şunu iyi bil ki, bu kibir ve ucub, yani kendini üstün görme hâli kahredici bir zehirdir. Ahmaklar, bu zehirli şarabın sarhoşu oldukları için kendilerinde varlık hissederler.

Bahtsızın biri bu zehirli iksirden içerse neşe ile bir an başını sallar. Sallar ama biraz sonra da insanlığa vedâ eder, rezil olur.

Ey aklı başında kişi! Şunu iyi bil ki; kılıç, boynu olan kişinin boynunu keser. Gölge ise yerlere serilmiştir. Boynu ve bedeni olmadığı için onun yaralanması ve kesilmesi de mümkün değildir.

Ey doğruluktan sapmış kişi! Büyüklük taslamak, kibre, gurura ve ucba kapılmak, odunun üzerine ateş koymak gibidir. Böyle bir ateş üzerine sen nasıl gidiyor da kendini ateşe atıyorsun?

Dikkatle bak da gör; yerle bir olan gölgeler, hiç oklara hedef olabilir mi?

Yerden başını kaldırıp varlık gösteren, böbürlenen kişi ise, oklara hedef olur. Çaresiz, oklar onu delik deşik ve perişan eder durur.”

Yâ Rabbî…

Bu imtihan âleminde; sanattan Sâni‘i, eserden Müessir’i görerek, gayba yakîn ile îmân ederek, her an ilâhî kameraların altında olduğumuz şuur ve idrâkiyle ihsân üzere, bir ömür Hakk’a kulluk etmeyi bizlere nasip ve müyesser eyle…

Bizleri; ölmeden evvel ölerek, nefislerini tezkiye edebilen, hakikî ölüm geldiğinde mutmain bir nefs ve selîm bir kalp ile Rabbine yolculuk edenlerden; benlik zehirinden kurtulmuş, Hak’ta fânî olmuş bir hâl ile, açılan perdelerde cennet ve ilâhî – cemâlî hakikatleri seyredenlerden eyle…

Âmîn!..