Öfkeyi Yenmek

2000 – Eylul, Sayı: 175, Sayfa: 028

İlâhî güzellikler manzûmesi hâlinde dünyâya gelen insan, nefsinde gizlenen fısk u fücûr ve rûhâniyetinde bulunan takvâ temâyülleri ile baş başa bırakılmıştır. Yâni insan, hayra da şerre de meyyaldir.

Bu bakımdan nefsi tezkiye, kalbi tasfiye ve ahlâkı güzelleştirme ile süflî sıfat ve temâyülleri temizlemek, rûhî sıfatları tekâmül ettirmek zarûreti vardır. Bu istikamette kulun evvelemirde bertaraf edeceği kötü ahlâk ise, hiç şüphesiz ki öfkedir. Zîrâ öfke, kötü ahlâkın en korkuncu, felâketi ve en müthişidir. Aklı ve gönlü perdeleyen bir gadap hâlidir. Öfkeli insan; iç dünyâsı “intikam, kin, hakâret, kavga ve cinâyet” gibi şerlerle dolu bir musîbettir.

Hayat kitabının öfke faslı, bir fâcia târihidir. Bu vahim tehlikeden kurtuluş çaresi, bu hoşa gitmeyen feveran karşısında kardeşlik ve sabır gücünü kullanmak, muvâzeneyi bozmadan sükûnete bürünmektir. Ebû Derdâ -radıyallâhu anh-, Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e:

“-Bana cennete girmek hususunda bir şey öğret!” deyince; Fahr-ı Kâinât Efendimiz:

“-Öfkelenme!” buyurdu.

Yine aynı şekilde bir kişi Peygamber Efendimiz’e:

“-Yâ Rasûlallâh! Çok şey belleyecek gücüm yok! Bana, seâdetime mucib olacak kısa bir şey buyur!” deyince, ona da:

“-Öfkelenme!” buyurdu.

Diğer hadîs-i şerîflerde de:

“Öfkesini tutanın Allâh Teâlâ ayıbını örter!”

“Allâh indinde rızâya nâil olabilmek için bir kulun öfke yudumunu yutmasından daha sevaplı bir yudum olmaz!”

“Güçlü ve kuvvetli pehlivan herkesi sallayıp yere yatıran değildir. Asıl kahraman kişi, öfke zamanında kendini tutandır.” buyurulmaktadır.

Peygamberler, evliyâ ve ulemâ, öfkeyi yenmeyi telkîn husûsunda dâimî bir gayret ve hassâsiyet içinde bulunmuşlar ve afv yolunu kendilerine âdetâ bir seâdet kılmışlardır. Hazret-i Yûsuf’un, kendisine zulmeden ve öldürmeye kasdeden kardeşlerini eline öc alma imkân ve kudreti geçtiği halde afvetmesi karşısında onlar:

“Yemîn ederiz ki, hakîkaten Allâh seni bizden üstün kılmıştır. Gerçekten biz hatâya düşmüşüz” (Yûsuf, 91) diyerek yaptıklarına pişman olmuşlar, istiğfâr etmişler ve kendisine teslîm olmuşlardır.

Yûsuf -aleyhisselâm- da, afvına ilâveten büyük bir fazîlet olarak:

“Bugün size karşı hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur. Allâh sizi afvetsin; O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 92) buyurmuştur.

Merhamet ve afvediciliğin en güzel misâlleri Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in hayatında mevcûddur.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, amcası Hazret-i Hamza’nın ciğerini hırsla dişleyen Hind’i Mekke’nin fethi günü afvetmiştir. Kızı Zeyneb -radıyallâhu anhâ-‘yı hâmile olmasına rağmen deveden aşağı düşürüp ağır bir şekilde yaralayan Hâbir bin Esed’i kelime-i tevhîd mukâbilinde afvetmiştir. Bu ve benzeri misâller, Hazret-i Peygamber’in hayatında sayılamayacak kadar çoktur. Öfkelendiği zaman yerinden kalkmazdı. Hakk’a itiraz edilmesinin, hakkın çiğnenmesinin hâricinde öfkelenmezdi. Kimsenin farkına varmadığı bir hak çiğnendiği zaman da öfkelenir, hak yerini buluncaya kadar öfkesi devam ederdi. Ancak hakkı tevzî ettikten sonra sükûnete bürünürdü. Aslâ kendisi için öfkelenmezdi. Kendisini de müdâfaa etmez, kimseyle münâkaşaya girişmezdi.

O’nun bu hâli Hakk katında tebcîl ve tekrîm edilmiş, risâlet vazîfesindeki muvaffakıyetinin temel sâikının bu olduğu Kur’ân-ı Kerîm’de beyân buyurulmuştur:

(Ey Rasûlüm!) O vakit Allâh’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet Sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrâfından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları afvet; bağışlanmaları için duâ et; iş hakkında onlara danış!. Kararını verdiğin zaman da artık Allâh’a dayanıp güven! Çünkü Allâh, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân, 159)

Bir başka âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk, infâk ehli olan, öfkelerini yutan ve insanları afvedenleri ihsân sahipleri olarak tavsîf buyurur:

“O takvâ sâhipleri ki, bollukta da darlıkta da Allâh için infâk ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları afvederler. Allâh da, (bu şekilde davranan) ihsân sâhiblerini sever.” (Âl-i İmrân, 134) buyurmaktadır.

Rivâyete göre Câfer Sâdık Hazretleri’nin bir kölesi vardı. Kendisinin yakın hizmetlerini görürdü. Birgün köle, getirmiş olduğu içi çorba dolu bir kâseyi kazârâ Câfer Hazretleri’nin üzerine döktü. Üstü başı çorbaya bulanan Câfer Hazretleri de, öfke ile kölenin yüzüne baktı. Bunun üzerine köle:

“-Efendim! Kur’ân’da «öfkelerini yenenler» takdîr buyuruluyor!” diyerek bu husûstaki âyet-i kerîmeyi okudu.

O zaman Câfer Sâdık Hazretleri:

“-Öfkemi yendim!” dedi.

Bu sefer köle:

“-Kur’ân’da aynı yerde «insanların kusurlarını bağışlayanlar» da takdîr buyuruluyor!” dedi ve âyetin bu husûsla alâkalı kısmını okudu.

Câfer Hazretleri:

“-Haydi bağışladım seni!..” dedi.

Bu defâ da köle:

“-Kur’ân’da aynı âyetin devamında «Allâh ihsânda bulunan, iyilik eden kimseleri sever!» buyuruluyor!” diyerek âyetin, bu son kelimelerini okudu.

Bunun üzerine Câfer Sâdık Hazretleri:

“-Haydi git, hürsün artık; seni Allâh için âzâd ettim!..” dedi.

Bu hâdise, Kur’ân-ı Kerîm ve Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in ahlâkıyla ahlâklanmanın ne güzel bir tezâhürüdür.

Kur’ân’da «öfkelerini yenenler» diye takdîr edilenler hakkında en güzel bir nümûne de Hazret-i Ali -kerremallâhü vecheh- tarafından sergilenmiştir.

Bir gazâda Hazret-i Ali, bir düşman neferini altına almış, onu öldürmek üzereydi. Ölümün pençesine kendisini kaptıran adam, âcizlik içinde iğrenç bir davranışa meylederek Hazret-i Ali’nin nûrlu ve mübârek yüzüne tükürdü.

Ehl-i Beyt’in bahâdır bir ferdi ve Allâh’ın arslanı olan Hazret-i Ali için cihâd meydanında altettiği kâfirin kellesini bir hamlede uçuruvermek, işten bile değildi. Fakat o, nefsinin galebesinden endişe ederek birdenbire durdu ve elindeki Peygamber armağanı olan zülfikârı yavaşça yere indirip düşmanını öldürmekten vazgeçti.

Yerde perîşân vaziyette yatan ve rakîbinin son bir hamlesiyle ölümü bekleyen adamcağız bu hâle pek şaşırdı. Zîrâ o, tükürmek sûretiyle yaptığı çirkin hareket neticesinde Hazret-i Ali’nin büyük bir hiddet ve öfkeyle öncekinden daha şiddetli bir mukâbele göstererek kendisini helâk edeceğini düşünmüştü. Fakat düşündüğü gibi olmadı. Hayâl edemeyeceği bir hakîkatle karşılaştı. İslâm ve gönül kahramanı olan Hazret-i Ali’nin bu davranışına akıl erdiremeyen o düşman kişi, hayret ve merakla sordu:

“-Yâ Ali! Beni tam öldürecekken niye durdun? Niçin öldürmekten vazgeçtin? Ne oldu ki, şiddetli bir hiddetten târifsiz bir sükûna geçtin!.. Bir şimşek gibi çakmakta iken bir anda fırtınasız, sâkin bir hava gibi duruluverdin…”

Hazret-i Ali şöyle dedi:

“-Ben Hazret-i Peygamber’in bana armağan ettiği bu zülfikârı Allâh yolunda sallarım. Kâfir ve münâfıkların başını yine O’nun rızâsı için keserim. Buna da aslâ nefsimi karıştırmam. Çünkü ben, Allâh’ın arslanı ve onun kılıcıyım; nefsimin, kibir ve gurûrumun değil? Sen yüzüme tükürmekle beni kızdırmak ve hakâret etmek istedin. Ben o an hiddete kapılsaydım, seni nefsime tâbî olmak gibi bir mü’mine aslâ yakışmayan âdî bir sebeple öldürecektim. Halbuki ben, gururumu tatmin için değil, Allâh için gazâ etmekte idim.”

Neticede bu ulvî ahlâk-ı hamîde karşısında o düşmanın gönlü dirildi. Ardından dostluk sırrını kavradı ve Hazret-i Ali’nin hilm, müsâmaha, afv, merhamet, yumuşaklık ve nefse mukâvemetinden hisse alarak îmâna geldi.

Bu hâdiseyi Hazret-i Mevlânâ, türlü mecazlara girerek şöyle nakleder:

“Ameldeki ihlâsı Hazret-i Ali’den öğren! O Allâh arslanı hîlelerden temizlenmeyi ne güzel bilmiştir!”

“O ki, Allâh yolunda bir gazâda karşısına çıkan amansız, güçlü bir kişiyi altederek yere düşürmüş ve boğazını kesip öldürmek için üzerine atlamıştı.”

“O esnâda ölümle burun buruna gelen mağlup kişi, nasılsa artık ölümün pençesindeyim diye yenilgisinin hırsıyla, o peygamberlerin ve velîlerin iftihârı olan Hazret-i Ali’nin yüzüne tükürdü.”

“Bu tükürük, Hazret-i Ali’nin ayın bile önünde baş eğdiği güneş gibi yüzüne isabet edince, o şâh-ı merdân, düşmanını öldürmek için kaldırmış olduğu kılıcını geri çekti. Durakladı ve dövüşmek hızını gevşetti. Sonra da düşmanın üzerinden kalkarak onu serbest bıraktı.”

“Ölümün pençesinden kurtulan düşman kişi, rakîbinin gösterdiği ve kendince yersiz olan bu merhamet ve afv karşısında şaşırıp kaldı. Ölmeyi beklerken şâhid olduğu bu bağışlama manzarası, onu hayret vâdîsinde apayrı âlemlere sürükledi.”

“O kişi dedi ki:

«-Üzerime keskin kılıcını çekmiştin! Tam öldürecektin ki, bundan vazgeçip canımı bağışladın! Neden böyle yaptın? Benimle cenk etmekten daha üstün ne gördün ki, beni avlayıp yere serdiğin halde bağışladın? Ne gördün ki, o beni yere seren kudretli öfken sükûnet buldu?»

“Yâ Ali! Söyle; vuruşmanın en muzaffer ânında sana görünen ışık, nasıl bir îmânın nûrudur ki, beni bırakıp onun câzibesine meylettin? Onun hürmetine benim canımı bağışladın!”

“Yâ Ali! Senin gördüğün nûrun bir benzeri de sanki şu an içime aksediyor! Şu an seni bu derece yücelten îmân ve ahlâk-ı hamîdenin farkına varıyorum. Rûhum şimdiye kadar hiç bilmediğim ve tatmadığım târifsiz bir hazla doldu.”

“Benim bedbahtlığıma karşılık, sen öyle bir mürüvvet sahibisin ki, boğazıma kılıcın dayanmış olduğu halde bana hayat bahşettin. Üstelik ölü bir vaziyette olan rûhumu da dirilttin.”

«Ey cenk meydanlarının yenilmez kahramanı! Lutfedip hâlinden bir parça anlat! Bu nice ahvâldir?»

«Yâ Ali! Söyle, biliyorum ki bu Hakk’ın sırlarındandır. Hilminin kılıcı canımı şerha şerha eyledi. İlminin suyu da gönül toprağımı diriltti.»

«Söyle ey arş-ı a’lâyı seyreden yüce insan! Şu anda Hakk katında neler gördün? Anladım ki, senin gözlerin ve gönlün, gaybı idrâk etmeyi öğrenmiştir. Başkalarının gözleriyse buna âmâdır, kapalıdır.»

«Ey Allâh’ın arslanı! Senin bu hâlinden benim gönlümde ve canımda bir şûle uyandı. Demek ki sen yiğitlik ve kahramanlıkta emsalsiz olduğun kadar gönül âleminde de öylesin!»

«Ey şu bedbaht gönlüme bahşedilen güzel kazâ! Ey Aliyyü’l-Murtezâ! Bu sırrı açıkla! Sen ilim şehrinin kapısı diye tavsîf edilmişsin. O kapıyı benim için de birazcık olsun arala!»”

Hazret-i Ali’nin yüksek ahlâk ve fazîleti karşısında şaşırıp hayrette kalan adamcağız, şâhid olduğu hakîkate daha derinden vâkıf olabilmek için o mâneviyat kahramanından taleplerine şöyle devam etti:

«Ey kâmilen firâset, basîret ve kalb-i selîm sahibi olan Hakk dostu! Ey bizim göremediklerimizi güneşler gibi gören! Gönlündeki sırdan bir şemmecik olsun bana da lutfet!»

«Elindeki zülfikâr boynumu kesmedi, ancak gönül zülfikârın kalbimi parça parça eyledi. Ten kafesimin kapıları açıldı ve ben de nefs esaretinden kurtuldum. Bana bu sırrı açıkla ki, rûhum ana rahmindeki yavrunun can bulmasına benzer bir hayatla canlansın!»

«Yâ Ali! Sen, kahır esnasında kılıcına hâkim olup kahırdan lutfa geçebilen görülmemiş bir irâdesin! Varlığında ve onun mânâsında yüzbinlerce ilâhî sıfat nasıl toplandı? Ey mücellâ ayna! Nâil olduğun ilâhî hikmetleri ne olur benim gönlüme de aksettiriver!»

“Rakîbinin bu sözleri üzerine Hazret-i Ali şöyle buyurdu:

«-Ey kişi! Bilesin ki ben, kılıcımı yalnız Hakk’ın rızâsı için kullanmaktayım. Çünkü ben, Hakk’ın kölesiyim, nefsimin değil? Allâh’ın arslanıyım, hevâ ve hevesimin değil?»

«Kılıcımın yenilmezliği ve hüneri bana değil, Allâh’a âiddir. Ben Hakk’ın yolunda kendimi fânî eyleyip O’nunla var olduğum için yalnız Rabbimin rızâsını ararım. İşte kahırdan lutfa, lutuftan kahra geçebilmenin temelinde bu hakîkat vardır. Yeri gelir hiddetimi hilim kılıcıyla teskîn eder, yeri gelir hilmimi hiddet kılıcıyla şahlandırırım. Bunlar hep Allâh için olur.»

«Ben: “Attığın zaman sen atmadın, Allâh attı?” (el-Enfâl, 17) sırrına âşinâyım. Şu gönlünü korkutan zülfikârın kendisiyim, ancak onu vuran ilâhî sırdır.»

«Ben nefsimi tanıdım. Onun şerrinden korunuyorum. Bunun için Allâh’ın rızâsından gayrı her şeyden yüz çevirdim.»

«Hakk uğrunda her yaptığım şey, taklîd, hayâl ve şüpheden uzaktır. Ben Allâh yolunda bir damla değil, dâimâ coşkun bir akarsu olmayı yeğlerim. Zîrâ vuslat deryâsına nâil olmak ancak böyle mümkündür.»

«Ben murassâ bir kılıç gibi vahdet incileriyle doluyum. Bu sebeple muharebede insanları öldürmekten ziyâde onların dirilmeleri için gayret sarfederim.»

«Bunun içindir ki, şu gazâda seninle döğüşürken tükürmen dolayısıyla nefsânî bir hal zuhûr edince, kılıcı kınına koymayı münâsip gördüm. Tâ ki, Allâh için seven ve Allâh için buğzeden bahtiyarlardan olayım.»

«Allâh yolunda hür bir adamın şehâdetini dinle; zîrâ nefsine köle olanın şehâdeti, iki arpa tanesine bile değmez. Hürlük ise, nefsânî garazlardan kurtulmak ile mümkündür…»

«Nefis ve şehvetinin esiri olana gelince, o, köleden ve esirden daha beter bir durumdadır. Çünkü köle, efendisinin bir sözüyle âzâd olur ve hürriyetine kavuşur, ancak nefis ve şehvetin kulu olan, yaşadığı geçici lezzetlerle sarhoş olarak acı bir felâketin ebedî hüsrânında uyanır.»

«Nefis ve şehvetine uyanlar, kendilerini öyle dipsiz bir kuyuya atarlar ki, onları kurtarmak için kuyunun dibine ulaşacak ip âdetâ yok gibidir.»

«Ey kişi! Bende Hakk’ın sıfatlarından gayrı sıfat yoktur. Eğer bu devlete erişmek istiyorsan beri gel ve bana yaklaş!»

«Beri gel; Allâh, fazl ü rahmeti ile seni de âzâd eylesin! Zîrâ O’nun rahmeti, gazabını geçmiştir.»”

Bu sözlerden sonra hidâyet nûruyla müşerref olan bahtiyar adama Hazret-i Ali, şöyle hitâb eyledi:

“İşte şimdi tehlikeden kurtuldun. Evvelce kıymetsiz, sıradan bir taş idin. Şimdi hakîkat iksîri sayesinde ender bir mücevher hâline geldin.”

“Küfürden ve onun dikenliğinden kurtuldun. Artık Hakk’ın bahçesinde bir gül gibi açıl!”

“Ey ilâhî nurla şereflenen! Artık sen bensin, ben de senim. Yâni sen de bir Ali’sin. Hâl böyleyken ben Ali’yi nasıl katledebilirim?”

“Hazret-i Ömer’in Rasûlullâh’ı öldürme kasdının onu dosdoğru ilâhî dergâha çekip götürmesi gibi senin cürmün de rûhunu alıp bir anda hidâyet âsumânına ulaştırdı. Küfür dikenleri arasından sıyrılmasını bilen bir îmân gülü hâline geldin! Ne mutlu artık sana!”

Hazret-i Ali, kendi yüzüne tüküren adama ne ulvî bir kapı açtı. Kendisini öldürmek isteyen kimseye hayat bahşetti. Kendisine acı ve ızdırabı revâ görene hakîkî seâdeti lâyık gördü. Önünde ve ardında dipsiz kuyular açmak isteyene sonsuzluk ve lutuf semâlarına uzanan yüce bir köprü vazîfesi gördü. Kendisi hakkında şer düşünen bir mücrimin dikenlerine gül ile mukâbele etti. Hırçın bir gönlü, eline ve yüzüne batan dikenlere aldırmadan engin ve tarifsiz bir merhamet suyu ile suladı ve müstesnâ bir gonca hâline getirdi. Kendisini büyü ve sihirleriyle korkutmak isteyen sihirbazları îmân lezzeti ile sürûra garkeden Hazret-i Mûsâ gibi davrandı. Onun bu üstün ahlâkı karşısında mel’ûn şeytan, hased ve kininden çatladı, beli kırıldı.

Allâh Teâlâ buyurur:

(Rasûlüm!) Sen afv yolunu tut! iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir!..” (el-A’râf, 199)

Diğer bir âyet-i kerîmede de Hakk Teâlâ, kendisine samîmî kul olanların vasıflarını şöyle beyân buyurur:

“Rahmân’ın kulları ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler, câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflar attığı zaman «selâm» derler.” (el-Furkân, 63)

Tâbiînin büyüklerinden İmâm Şa?bî’nin, kendisine hakâret eden bir fâsıka:

“-Dediklerin doğru ise, Allâh beni afvetsin! Eğer yalancı ise, Allâh seni afvetsin!” şeklindeki fazîlet dolu mukâbelesi ne güzel bir nümûne-i imtisâldir.

Yâ Rab! Bizleri nefsimizin zebûnu olmaktan muhâfaza eyle! Sen’in râzı ve hoşnud olduğun ahlâk-ı hamîde ile gönüllerimizi tezyîn eyle!

Âmîn!