O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ne Öğretti, Nasıl Öğretti, Ne Hâsıl Etti? -12-

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2018 Ay: Aralık, Sayı: 166

CÂHİLİYYEDEN ASR-I SAÂDETE

Câhiliyye;

–Gönül pınarlarının merhametsizlikten kuruduğu,

–Vicdanların zulümle karardığı,

–İnsanlığın dizginlerini şeytana kaptırdığı,

–Beşeriyetin esfel-i sâfilîne dûçâr olduğu, katran misâli simsiyah bir devrin adıdır.

Bu câhiliyye toplumunun vasfı:

اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا

“…Muhakkak ki o (insan), çok zâlim ve çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72)

Çok zâlimdir, zira istikbâle, yani ebedî hayata âmâ olmuştur. Başına gelecek âkıbetten bî-haber yaşamaktadır. Dünyevî menfaatlerin peşinde bir ömür tüketmekten dolayı kalbi, mânevî bakımdan kurumuştur. Bu sebeple de en büyük zulmü kendisine yapmakta ve kendini sonsuz bir helâke sürüklemektedir. Diğer taraftan;

Çok câhildir. Akıl ve kalbi dumûra uğramıştır. Niçin dünyaya geldi, kimin mülkünde yaşıyor, geliş niye, gidiş nereye bunun farkında değildir. Kendisini insan olarak yaratan ve sayısız nimetlerle perverde kılan Rabbini unutmuştur.

AKLIN TEFESSÜHÜ

  • Câhiliyye devrinde insanların bir nevî aklî melekeleri bozulmuş, tefekkür dünyaları altüst olmuştu. Tabiatta bulunan pek çok varlığa ve yine kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlardı. Fârik vasıflarından biri de putperestlikti.

Tâbiîn’den Ebû Recâ el-Utaridî şöyle der:

“Biz bir taşa ibâdet ederdik. Ondan daha güzelini bulduğumuzda elimizdekini atar diğerini alırdık. Taş bulamadığımız zaman, bir miktar toprak yığar, bir koyun getirip üzerine süt sağar ve onu tavaf ederdik.” (Buhârî, Meğâzî, 70)

  • Bütün kötülüklerin anası olan içki (şarap), toplumun âdetâ rûhuna işlemişti. İçki ticareti de o kadar yaygındı ki; ticaret kelimesi, içki alışverişinin karşılığı olarak kullanılır hâle gelmişti.

KUMAR İPTİLÂSI

  • Kumar câhiliyye hayatının iftihar vesilelerinden biriydi. Nitekim Câhilî şöyle der:

“Ey Rita’nın oğlu, sen bizleri develerin sütünü içmekle mi ayıplıyorsun? Bunun ayıp olduğu besbelli… Fakat biz onu ya fakirlere dağıtıyor ya da değersiz bulduğumuz için satıyoruz. Parasıyla da şarap alıp içiyoruz veya kumar oynuyoruz.” (Dîvânü’l-Hamse)

Yine câhiliyye toplumunda, kumar meclislerine katılmamak ayıp sayılırdı.

Katâde der ki:

“Câhiliyye devrinde bir adam; malını, mülkünü ve hattâ ailesini kumarda ortaya koyardı. Sonra da eli boş ve mahzun bir şekilde başkasının eline bakardı. Böylece kumar, aralarına kin ve düşmanlık saçan korkunç bir felâket hâline gelmişti.” (Taberî, Tefsîr, el-Mâide, 91)

İZ ZULMÜ

Câhiliyye devrinde içtimâî hayat içinde fâiz iyiden iyiye kökleşmişti. Normal hâdiselerden sayılmakta, hattâ normal ticaretle fâizli ticaret arasında hiçbir fark gözetilmemekteydi.

“‒Alım satım da, fâiz gibidir.” diyorlardı.

Taberî şöyle der:

“Câhiliyye devrinde fâizle verilen borcun vâdesi geldiği zaman borçlu, alacaklıya;

«–Mühlet ver, alacağını fazlalaştırayım.» derdi.

Kendilerine bu şekildeki fâizin helâl olmadığı söylendiği zaman da; «Ha alışverişin bidâyetinde, ha ödeme zamanında artırmışız, fark etmez.» derlerdi.” (Tefsîr-i Taberî, IV, 69)

Fâiz-i mürekkep (birleşik fâiz) vardı. Kişi borcunu ödeyemediği vakit, borcu katlanarak artıyordu.

Taberî bu manzarayı şöyle tasvir eder:

“Câhiliyye devrinde fâiz; parada katlama şeklinde, hayvanlarda ise yaş hesabına göre olurdu. Buna göre alacaklı kişi vâdesi gelince borçluya gider ve ona;

«–Borcunu verecek misin yoksa artıracak mısın?» diye sorardı. Borçlu eğer ödeme imkânına sahipse hemen borcunu öder ve borçtan kurtulurdu. Aksi hâlde ise borcun ödenmesi için kolaylaştırıcı bir müddet talep ederdi.” (Tefsîr-i Taberî, IV, 59)

İFFETSİZLİK ve HAYÂSIZLIK

  • Câhiliyye toplumunda zinâ çok görülen bir hâdise idi. Üç-dört türlü nikâh vardı. Temiz aileler, bizim bildiğimiz nikâh kıymak sûretiyle evlenirlerdi. Diğer aileler ise zinâyı hoş gören bir anlayışa sahiplerdi.
  • Tavafı çıplak yapacak kadar hayâsız vaziyete dûçâr olunan câhiliyyede, kadın coğrâfî sebeplerle başına bir örtü geçirse dahî gerdanını açıkta bırakırdı. Bu sebeple tesettür âyetinde, başörtüsü ile yakaların da kapatılması bilhassa ifade edilmiştir.

KADINA ŞİDDET

  • Arap toplumunda kadının hiçbir değeri yoktu. Kadın onların nazarında bir metâ idi. Hattâ câriyeleri birbirlerine ikrâm olarak da ciro ederlerdi.

En güzel yiyecekler erkeklere mahsustu, kadınlar bunlardan mahrumdu.

  • Kız çocuklarına olan vahşet had safhada idi. Nitekim kız çocukları, fâhişe olur korkusu veya babanın rahatını bozar endişesi ile annenin yüreğinden koparılıp diri diri gömülürdü.

KAN GÖLÜ HÂLİNDEKİ ÇÖLLER

Araplarda kabîle taassubu ve kan dâvâsı da son derece şiddetliydi. Zâlim, mazlum demeden birbirlerini öldürüyorlardı. Bu sebeple de kabîleler arası kan dâvâları hiç bitmiyordu.

Kibirlerinden dolayı; cinayet meselelerinde diyet kabul etmeyi zillet olarak görürler, kendilerinden bir maktul için sadece kātilin kısâsen ölmesini de yeterli görmez, aşırıya giderlerdi. (Bkz. el-İsrâ, 33)

Câhiliyye devrinde Arapların günlük hayatları, babaların çocuklarına tavsiye ettiği kan dâvâsı ve diğer husûmet ağlarıyla örülü girift bir manzara arz ediyordu.

ÂDETÂ KAST SİSTEMİ

Üstün mevkîler, makamlar ve çeşitli pâyeler babadan oğula intikal ediyordu. Onlar âdetâ bir mîras hükmündeydi.

Büyük sınıf farkları ve keşmekeşlik vardı. Zayıf, köle, harp esiri ve fakir kimseler hakkında; «Talihine küssün!» deyip onları adamdan saymazlardı. Kendilerinden aşağıda gördükleri kişileri istihkar, aşağılama, ayıplama, kaşla-gözle alay etme gibi ahlâkî hastalıklar çok yaygındı.

Ebû Süfyan’ın karısı Hind, o yıllarda;

“‒Böyle din mi olur? Ben bir köleyle bir mi olacağım, o talihine küssün!” diyordu.

Bilhassa yetimler çok ezilir, malları gasp edilir, perişan edilirdi.

TEFÂHUR HASTALIĞI

Böbürlenme had safhadaydı. Câhiliyye Arapları mal, evlât, akraba ve hizmetçilerinin çokluğunu bir gurur ve şeref sebebi sayarlar; hattâ bu hususta övünürken yaşayanlarla yetinmeyip kabîlelerinin üstünlüğünü geçmişleriyle de ispat etmek için kabirlere gider, ölmüş akrabalarının kabirlerini göstererek onların dahî çokluğuyla övünürlerdi. (Bkz. et-Tekâsür, 1-2)

Velid bin Muğîre; Kur’ân-ı Kerîm’in i‘câzı, fasâhati ve belâgati karşısında büyük bir hayranlık duydu. Fakat kendisinin peygamber olmaması sebebiyle, Kur’ân’ı ve Allah Rasûlü’nü tasdik edemedi. Âyet-i kerîmelerin tasviriyle;

“Muhakkak ki o; bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Yine kahrolası, nasıl ölçtü biçti!.. Sonra baktı, sonra surat astı ve kaşlarını çattı. Sonra arkasını döndü ve büyüklük taslayıp;

«–Bu (Kur’ân); başka değil, nakledilegelen bir sihirdir. Bu, beşer sözünden başka bir şey değildir!» dedi.” (el-Müddessir, 18-25)

Öyle küstahlaştı ki Allâh’ın takdirinde -hâşâ- hata görerek;

“‒Bu Kur’ân bana inmeliydi. Çünkü malım da çok evlâdım da!” dedi. Kur’ân-ı Kerim’de onların bu hezeyanları şöyle nakledilir:

“Ve dediler ki:

«Bu Kur’ân iki şehirden (Mekke ve Tâif’ten) bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?»” (ez-Zuhrûf, 31)

Cenâb-ı Hak ise onlara şöyle cevap vermektedir:

“Rabbinin rahmetini onlar mı taksim (ve tevzî) ediyorlar?..” (ez-Zuhrûf, 32)

İşte câhiliyye müşrikleri bu kadar kibirli ve gururlu insanlardı. Kibir ve gururları, onları cenneti tercih yerine cehennemi tercihe yönlendirdi.

Çünkü;

Kibir, ucu cehennemde olan bir keyfiyet. Kibri bertaraf etmeden cennete girebilmek mümkün değil…

Cenâb-ı Hak, kendisine yaklaşan sâdık kullarını tarif ederken, ilk vasıf olarak;

“Rahmân’ın sâdık kulları (kibirlerini bertaraf etmişlerdir) yeryüzünde tevâzuyla yürürler…” şeklinde beyan buyurmuştur. (Bkz. el-Furkān, 63)

Araplarda güzel bir haslet olarak cömertlik husûsiyeti var olduğu hâlde bu da, övünme ve başkalarına gösteriş hastalığına kurban gitmişti. (Bkz. el-Beled, 6) Şan, şöhret olsun diye ikramda bulunurlardı. Hattâ bu yolda aşırıya gider, savurganlık ederlerdi.

İslâmiyet; «enâniyetin karışmaması için gizli infak ve ihlâsla, Allah rızâsı için tasadduk»u inşâ etti.

UNUTULAN ÂHİRET İNANCI

Dar düşünceli sığ beyinleri; öldükten sonra tekrar dirilmeyi, bu hayattan sonra başka bir hayatın varlığını ve orada herkesin hesaba çekilip mükâfat veya ceza göreceğini bir türlü kabul etmiyordu. Çünkü âhiret telâkkîsi, câhiliyye toplumunun rahatını bozuyordu. Bu sebeple de şöyle diyorlardı:

“Dünya hayatından başka bir hayatımız yoktur. Doğarız ve ölürüz. Bizi ancak zaman yok eder.”

Âhiret inancı husûsunda ihtilâf içindeydiler. Âhiretin varlığına inananlar da, onu büsbütün hurâfelerle doldurmuşlardı. Onlara göre putlar / birtakım gök cisimleri / hâşâ Allâh’ın kızları dedikleri birtakım melekler veya cinler onlara âhirette şefaat edecekti!

NETİCE İTİBARIYLA;

–Yeryüzünde ne mizâcı sağlam bir millet,

–Ne ahlâk ve fazîlet üzerine kurulu bir toplum,

–Ne merhamet ve adâlet esaslarına dayalı bir devlet,

–Ne ilim ve hikmetle vazife yapan bir kumandan ve

–Ne de peygamberden intikal etmiş doğru bir din vardı.

Her şey silinip yok olmuştu.

Mehmed Âkif, câhiliyyenin zulümlerle dolu karanlığını ve Peygamber Efendimiz’in o zulmetleri nasıl saâdet nurlarıyla izâle ettiğini şiirinde şöyle tasvir eder:

On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir Öksüz çıkıverdi!
Lâkin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, hâlbuki, bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabîî:
Bir kerre zuhûr ettiği çöl, en sapa yerdi;
Bir kerre de, mâmûre-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin,
Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi.

Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki Öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı O Mâsûm,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere, rahmetti, evet, şer-‘i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünyâ neye sâhipse, O’nun vergisidir hep;
Medyûn O’na cem‘iyyeti, medyûn O’na ferdi.
Medyundur O Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet,
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.

Hulâsa;

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, böylesi bir câhiliyye devrinden Fazîletler Medeniyeti inşâ eden «Asr-ı Saâdet İnsanı» ortaya çıkardı. Onlar;

–Allah ve Rasûlü’nü kalpte tanıyan, ilim, irfan, merhamet, nezâket, zarâfet toplumu idi.

O güzîde sahâbe toplumu;

–Düşüncenin ve idealin merkezine tevhîdi yerleştirmişti. Dünyevî menfaatler onlarda gücünü kaybetti. Onlar, son nefeslerine kadar kendilerine sadece şunu sordular:

“‒Acaba Allah benden râzı mı?”

Asr-ı Saâdet İnsanında;

–Mal ve can, vasıta hükmüne girmişti.

–Îmânın lezzetine kavuşulmuştu.

–Merhamet enginleşmişti.

–Hizmet, hayat tarzı olmuştu.

–Fedâkârlık ve İslâm şahsiyeti sergilenmekteydi.

–Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenme, gayeleri olmuştu.

–Riyâzat hâli yaşıyorlardı. Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, sahâbe çevresinin ve toplumunun tanımadığı bir hayat tarzı olmuştu. «Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı» telâkkîsi gelişmişti.

–Vahşî, bedevî insanlar; melek misâli lâtif bir hâle bürünmüştü.

–Cehâlet ve zulüm bakımından -tâbir câiz ise- Hint Okyanusu’nun dibindeki insanlar; Allah Rasûlü’nün kalbî dokusundan hisse alarak merhamette, şefkatte, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkāta bakışta zirveleşmişti.

–Annesinin yüreğinden kopararak kızını diri diri gömmeye götüren vahşî insanlar; İslâm’dan sonra, gözyaşı ile iki büklüm olan bir şefkat meleği hâline gelmişti.

–Gönüller, yorgun sînelerin huzur ve tesellî bulduğu bir dergâh oldu.

–Kalpler; dul, yetim ve kimsesizler için sığınak ve barınak oldu. İslâm’dan önceki katı yürekli Ömer, İslâm’dan sonra rakîk kalpli Hazret-i Ömer oldu:

«–Fırat’tan geçerken bir koyun suya düşüp boğulsa, Allah onun hesabını Ömer’den sorar.» diyen ulvî bir tefekkür hâli meydana geldi.

Ömer bin Abdülazizler yetişti;

«–Ümmetin fakirleri, yoksulları, darda kalanları için Allah Rasûlü; bana serzenişte bulunursa, ben ne yaparım!» diye ağlayan ve çırpınan halîfeler geldi.

–Okuma-yazma bilmeyen bir toplum, medeniyette zirveleşti.

Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallâhu anh-, sıradan bir deve çobanıydı. Hazret-i Peygamber’in rahle-i tedrîsinden geçtikten sonra Kûfe mektebini kurdu. Ebû Hanîfe ve birçok müçtehid bu mektebin talebesiydi. Dünyaca meşhur hukukçular olarak tanınan Solon ve Hammurabi, Ebû Hanîfe’ye ancak çırak olabilir.

–Câhiliyye toplumu İslâm’la şereflendikten sonra «gerçek bilenler»den oldu. Geceler gündüze döndü. Kışlar bahar oldu.

Hayat, Allah rızâsına endekslendi. Merhamet, şefkat, hakkı tevzîdeki derinlik zirveleşti.

Bazı insaflı gayr-i müslimler ise; iç âlemleri itibarıyla îmân edip etmediklerini belli etmemişlerse de, Hazret-i Peygamber hakkında dile getirdikleri ifadelerinde coşkun hayranlıklarını gizleyememişlerdir.

GAYR-İ MÜSLİMLERİN GÖZÜNDE
RASÛLULLAH
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- EFENDİMİZ

Peygamber Efendimiz’in şahsiyeti, dürüstlüğü, doğruluğu ve güzel ahlâkı, kendisine îmân etmeyen kişiler tarafından dahî tasdik edilmiştir.

Tebliğe başladığında akraba ve hemşehrilerine;

“–Şu dağın arkasından bir ordu geliyor desem inanır mısınız?” diye sormuş, onların hepsi;

“–İnanırız, çünkü Sen’in hiç yalan söylediğini görmedik.” demişlerdi. Efendimiz’in sıdk ve sadâkati o kadar mâruf idi ki, Mekke’de ismi yerine kendisinden; «el-Emîn, es-Sâdık» diye bahsediliyordu.

En şedit muârızı Ebû Cehil dahî;

“‒Biz Sana yalancı demiyoruz! Sen’in getirdiğini istemiyoruz.” demişti. (Bkz. el-En‘âm, 33)

Yıllarca Uhud’dan Hudeybiye’ye kadar İslâm’a düşmanlık etmiş Ebû Süfyân dahî; Herakliyus’un sualleri karşısında, henüz müslüman olmadığı hâlde, Peygamber Efendimiz’e hiçbir menfî sıfat isnâd edemedi. Bu tarif karşısında Herakliyus da vicdânen Peygamberimiz’in risâletini kabul etti. Lâkin tâc u taht ihtirası ağır bastığı için, îman kervanına katılamadı.

Tarih boyunca İslâm’ı insaf nazarıyla inceleyen, Allah Rasûlü’nün getirdiği nizâmı ve adâleti temâşâ edenler; Peygamber Efendimiz’e olan hayranlıklarını îtirâf ettiler.

1789 Fransız İhtilâli’nin fikrî temellerini hazırlayanlardan feylesof Lafayet, gayr-i müslim olduğu hâlde;

“Ey büyük insan! Sen’in tevzî ettiğin hak ve adâleti şimdiye kadar kimse tevzî edemedi!” diyerek Peygamber Efendimiz’in büyüklüğünü vicdânen tasdik etti.

Fransız tarihçi Lamartine ise Fahr-i Kâinât Efendimiz’in muhteşem muvaffakiyetini şöyle ifade eder:

“Şayet gayenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin azameti, insan dehâsının üç ölçüsü ise; modern tarihin en büyük şahsiyetlerini Hazret-i Muhammed’le kıyaslamaya kim cesaret edebilir?

O şahsiyetlerin en meşhurları; ancak ordular teşkil ettiler, kanunlar çıkardılar, imparatorluklar kurdular. Fakat neticede, çoğu kez gözleri önünde ufalanan maddî kuvvetler meydana getirebildiler.

Hâlbuki O; sadece orduları, hukuk sistemlerini, imparatorlukları, kavimleri ve hânedanları değil, dünyanın üçte biri üzerindeki milyonlarca insanı da harekete geçirdi.” (A. de Lamartine, L’histore de la Turquie)

Bu sözü şöyle şerh edebiliriz:

  1. Peygamberimiz’in gayesi büyük, cihanşümul ve ilelebed idi.
  1. Vasıtaları ise küçük, maddî olarak hiç hükmündeydi. Ekseriyetle köleler, kimsesizler, garipler…
  1. Buna rağmen elde ettiği netice ise her bakımdan emsalsiz, azametli ve bâkî oldu.

Peygamberimiz’in gerçekleştirdiği muazzam gönül fütuhâtını İngiliz yazar Thomas Carlyle da şöyle îtirâf etmiştir:

“Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Hazret-i Muhammed kadar sevgi ve saygı görmemiştir.”

Amerikalı ilim adamı Michael HART, 1979 yılında bilgisayar destekli bir çalışma gerçekleştirdi. Maksadı dünyanın gelmiş geçmiş en tesirli 100 büyük insanını seçmek ve sıralamak idi.

Bu gayeyle; tarihe mührünü vurmuş büyük insanların kabiliyetlerini, mücadelelerini, icraat ve başarılarını bilgisayara kaydetti. Aylar süren çalışmadan sonra bilgisayar programı, verilen bilgiler ışığında dünyanın en büyük ismini seçti. Bir makine objektifliğinde tespit edilen bu isim, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- oldu.

Araştırmanın ardından Fransız dergisi Le Point de Peygamber Efendimiz’i 1979’da «Yılın Adamı» seçti. 29 Aralık 1979 tarihli gazeteler, habere yer verirken bu seçimin sebebini şöyle ifade ettiler:

“Hazret-i Muhammed; 571-632 yılları arasında yaşamış olmasına rağmen dünyadaki tesiri çığ gibi büyüyor ve milyonlarca insan, hâlâ O’nun gösterdiği yolda yürüyor.” (Zafer Dergisi, 97/3-8)

İşte asıl fazîlet odur ki, düşmanı bile onu tasdik ve îtirâfa mecbur kala!.. Hazret-i Peygamber’in fazîlet ve büyüklüğünü, kendisine inanmayanlar bile vicdânen tasdik etmişlerdir.

Alman ediplerinden J. Wolfgang von Goethe ise Peygamber Efendimiz’i şöyle takdir eder:

“Hiç kimse Hazret-i Muhammed’in prensiplerinden daha ileri bir adım atamaz. Avrupa’ya nasîb olan bütün başarılara rağmen Avrupalıların koymuş olduğu bütün kanun ve nizamlar, İslâm kültürüne göre eksiktir. Biz Avrupa milletleri, medenî imkânlarımıza rağmen Hazret-i Muhammed’in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız. Şüphe yok ki, hiç kimse bu yarışta O’nu geçemeyecektir. Ve bu kitap (Kur’ân) da son derece pratik olduğundan, ebediyyen tesirini kaybetmeyecek ve diğer milletleri etrafında toplayacaktır.”

Hâfız Şîrâzî’nin dîvânını okuyarak çok tesirinde kalan bu meşhur Alman şairi, Peygamber Efendimiz’e hitâben de şu mısraları yazdı:

“Sen koca bir dağ pınarısın! Sen’den herkes istifâde eder. Kardeşlerini bağrına alarak, yakıcı çöllerin kumlarından kurtarırsın.

Çağlayarak, dağlar aşar, ebediyet ummânına ulaşırsın.”

Alman devlet adamı Bismark ise şöyle demiştir:

“Yâ Muhammed! Sen’inle aynı asırda yaşayamadığımdan dolayı mahzunum. (…)

İnsanlık Sen’in gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra bir daha göremeyecektir. Binaenaleyh, huzûrunda kemal-i hürmetle eğilirim.”

Rus edebiyatının mühim isimlerinden Tolstoy ise Peygamber Efendimiz’in hadislerinden bir derlemeyi Rusçaya tercüme etmiş, bazı mektuplarında ve mülâkatlarında İslâmiyet ve Peygamber Efendimiz hakkında şu samimî ifadelerde bulunmuştu:

“(Hazret-i) Muhammed her zaman Hıristiyanlığın üstüne çıkıyor. O, insanı, Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah’tan başka ilâhı yoktur ve Muhammed O’nun peygamberidir. Burada hiçbir muammâ ve muğlâklık yoktur.”

“Bir insandan kilise Hıristiyanlığı ve Muhammedîlik arasında bir tercihte bulunması istense; her aklı başında insanın, bir Tanrı ve O’nun yegâne peygamberi şeklinde tek bir akîdesi olan Muhammedîliği; teslis, günah çıkarma, Tanrı’nın annesi, ermişler, onların tasvirleri ve karmaşık tapınma merasimleriyle anlaşılmaz, içinden çıkılmaz bir ilâhiyatı olan kilise Hıristiyanlığına tercih edeceği husûsunda hiç şüphe yoktur.”

Bu kişilerden bazısı hakkında müslüman olduklarına dair bazı beyanlar da vardır. Zira batıda çok katı bir taassup hüküm sürdüğünden, birçok ilim adamının, hakikî kanaatlerini serbestçe ifade edemedikleri de mâlûmdur. Galilei’nin dünyanın dönüşünü mahkemede inkâr etme vaziyetine düştüğünü hatırlamak kâfîdir.

Lâkin, hidâyet Allah’tandır. Bu kişilerin, îman selâmetine ulaşıp ulaşamadıkları bizler için bilinmeyen birer sırdır. Bize ders olan hakikat ise; kalplerindeki îman durumunu bilemiyoruz ancak aklen ve vicdânen Allah Rasûlü’nün müstesnâ şahsiyetine, fert ve toplumda hâsıl ettiği muazzam muvaffakiyete büyük bir hayranlık duymuş ve bunu îtirâf etmiş bulunmalarıdır. Bu ifadeler, onların vicdanlarından gelen hakikat sedâlarıdır.

Yâ Rabbî!.. Bizleri göz açıp kapayıncaya kadar olsun nefsimize bırakma!.. Bizi nefsimizin zulüm ve câhilliğinden muhafaza buyur. Devrimizi de câhiliyye devrine benzemekten sıyânet buyur!..

Bizleri Fahr-i Kâinât Efendimiz’e ümmet eyledin, O’nun feyiz ve rûhâniyetinden de müstefîd eyle!.. Üsve-i Hasene’sine tâbî olmaya mazhar eyle!.. Şefâat-i uzmâsına eriştir!.. Havz-ı Kevser’inde buluştur!..

Âmîn!..