Nefsi Muhâsebeden Geri Kalmamak

Yıl: 2012 Ay: Haziran Sayı: 88

Ahmed bin Hadraveyh Hazretleri, henüz olgunlaşmamış bir nefsin nasıl bir seviyede olduğunu ve ibâdet hayatında dahî sahibini nasıl aldatmaya çalıştığını, kendi nefsiyle olan bir muhâsebesini naklederek şöyle anlatmaktadır:

“Uzun bir müddet nefsime muhâlefetle onun arzularını bertaraf etmiştim. Tam o günlerde, bir cemaatin cihâd için gazâya gideceğini duydum. Bende de gazâya iştirâk için büyük bir arzu uyanmıştı. Nefsim, gazâya katılmanın sevâbı ile ilgili hadîs-i şerîfleri peyderpey bana hatırlatıyordu. Hayret edip, kendi kendime:

«Gâlibâ nefsin bu istekli hâli büyük bir hîledir! Çünkü nefs, seve seve ibadet ve tâatta bulunmaz! Herhâlde devamlı oruç tuttuğum için nefsin tâkati kesildi de bu sebeple savaşa gitmemi ve orucumu açmamı istiyor!» diye düşündüm.

Sonra nefsime dönerek, hâl lisanıyla şöyle dedim:

«–Ey nefsim! Bil ki, gazâ için sefere çıkınca oruç tutmaya da devam edeceğim! Onu aslâ bırakmayacağım!”

Bu sözlerime karşılık onun tereddütsüz bir şekilde:

«–Olur, kabûl!» demesine çok şaşırdım ve bu sefer de;

«Herhâlde ben nefsi geceleri namaz kılmaya mecbur tutuyorum da onun için gazâya çıkmamı, böylece gece namazını bırakacağımı düşünüyor ve rahata kavuşmayı istiyor!» diye düşündüm. Nefsime:

«–Ey nefsim, şunu hiç unutma ki, gazâda da seni geceleyin uyutmam!» dedim. O ise hemen:

«–Bu da kabûl!» dedi. Onun bu cevabına iyice hayret edip, tekrar tekrar düşündüm. Sonra onun cihâda katılma iştiyâkını;

«Herhâlde nefsim yalnızlıktan usandı da, cihâda iştirak etmeyi halkın arasına karışmak için arzu ediyor.» diye düşündüm ve yine nefsime dönerek:

«–Ey zâlim nefsim! Konakladığımız hiçbir yerde insanların arasında oturmayacağım. Onların arasına karışmayacağım. Aksine tenhâ bir kenara çekileceğim.» deyince, o derhal:

«–Onu da kabûl ediyorum!» dedi. Artık onun maksadını anlamaktan âciz kaldığım için Allah Teâlâ’ya ilticâ ederek:

«Yâ Rabbî! Beni nefsin hîlesinden haberdâr et ve onun aldatmasından koru. Zira ben âcizim. Sen ise, her türlü eksiklik ve noksanlıktan münezzehsin, Sana sığındım!» niyâzında bulundum.

Bunun üzerine nefsim, hâl lisanıyla bana şöyle dedi:

«–Benim isteklerime muhâlefet etmekle, zâten beni günde yüz defa öldürüyorsun, bundan kimsenin haberi yok. Hiç olmazsa gazâda bir kere ölürüm de bunu, bütün cihan halkı duyar. Derler ki, “Âferin Ahmed Hadraveyh’e, yiğitçe savaştı da neticesinde şehîdlik derecesine erişti…”»

Nefsimin bu sözü üzerine; «Sübhânallah, bu nefis öyle yaratılmış ki, hayatında da, ölümünde de ikiyüzlü! Ne bu dünyada, ne de âhirette takvâ sâhibi güzel bir müslüman olmak istemiyor! Ben onu tâatte bulunmak istiyor sanmıştım. Ona zünnar bağlandığının farkına varmamışım.» dedim ve ona daha çok muhâlefet ettim.

Ebedî saâdet ve selâmetin en temel şartlarından biri, nefsi, sâlih amellere medâr olabilecek bir kıvâma ulaştırabilmektir. Böyle bir olgunluktan mahrum olan her nefis, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın: “Ben, nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, aşırı şekilde kötülüğü emreder…” (Yûsuf, 53) beyânında bildirdiği vasıftadır. Bu sebeple dâimâ insanı sâlih amellerden uzaklaştırmaya çalışır. Şâyet bir kimse, nefsine muhâlefet edip sâlih amellere yönelirse, bu sefer de onu, sevâbı daha az olan hayra sevk etmenin gayreti içinde olur. Onun bu husûsiyeti dolayısıyla Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurmaktadır:

“Yapacağın işlerde nefsine danışmak ve ne derse onun aksini yapmak kemâldir, olgunluktur.”

Fahr-i Âlem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz nefsin hilesinden her an Cenâb-ı Hakk’a sığınmış ve:

“Yâ Rabbî! Beni göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa nefsime bırakma!..” (Câmiu’s-Sağîr, c. I, s. 58) duâsında bulunmuştur.

Cenâb-ı Hak ile kul arasına bir gaflet perdesi olarak girip insanı aslî istikâmetinden uzaklaştıran ve gönülleri Allah’tan gayrısıyla meşgûliyete sevk eden, yine nefsin çirkin sıfatlarıdır.

Hakîkaten nefs, kendisine ölçüsüzce tâbî olunduğu zaman kişiyi esfel-i sâfilîne sürükleyen, terbiye edilip itaat altına alındığında ise insanı meleklerden üstün, mükerrem bir mevkîye yükselten bir kazanç vesîlesidir. Bu hakîkat âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:

“Muhakkak ki nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındıran) kurtuluşa ermiş, onu fenâlıklara gömen de ziyân etmiştir.” (eş-Şems, 9-10)

Hiç unutulmamalıdır ki nefs, kendisine karşı girişilen mücâhede ile ölmez, ancak kontrol altına alınabilir. Zâten talep edilen de nefsi yok etmek veya haklarına bütünüyle sed çekmek değil, onu aşırılıklardan sakındırıp arzu ve isteklerini Hakk’ın rızâsına uygun bir şekilde tahdit edebilmektir. Bu hususta İmâm Gazâlî, insanı bir süvârîye benzeterek şöyle der:

“Nefs, rûhun bineğidir. Eğer insan, nefsin dizginlerini salıverir ve onun gittiği istikâmete kendini bırakırsa helâk olması mukadderdir. Şâyet onu öldürmeye çalışırsa, bu sefer de hakîkat yolunda bineksiz kalır. O hâlde nefsinin dizginlerini elinde tut ve bineğinden istifade et!”

Tâbiînin büyüklerinden Meymûn ibni Mihrân da şöyle buyurmuştur:

“Kul; «yediğini ve giydiğini nereden karşılıyor?» diye ortağını gözetleyip durduğu gibi, kendi öz nefsini denetlemedikçe aslâ takvâ sahibi olamaz.”

Zira nefse karşı girişilen mücâdelede en ufak bir ihmâl ve gevşeklik göstermek, onun derhal eski hâline dönmesine sebep olur. Ayrıca nefs dâimâ pusuda olduğu için şerrinden hiçbir zaman da emîn olunamaz. Bu sebeple şöyle denilmiştir:

“(Bil ki) en azılı düşmanın nefsindir.” (bk. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 143)

Her mü’min, İmâm Gazâlî Hazretleri’nin verdiği şu misâl karşısında kendi nefsini hesaba çekmelidir:

“İnsan; âilesi ve çocukları daha fazla azmasınlar diye küçük kusurlarından dolayı bile onları azarlamaya kalkışırken, nefsini ihmâl eder, onu, kusurlarından ötürü yeterince kınamaz ve ıslâh etmez. Hâlbuki nefsinin sana karşı azgınlığı, âile efrâdının sana olan azgınlığından daha fenâdır. Çünkü onlar en fazla, insanın bu dünyada huzurunu bozarlar. Kişinin nefsi ise, onun âhiretini helâk eder.”

Şu hadîs-i şerîf, nefse karşı verilecek mücâhedenin önemini ve neticesini ne kadar özlü ve düşündürücü bir şekilde ortaya koymaktadır:

“Cehennem, nefse hoş gelen şeylerle kuşatılmış; cennet ise, nefsin istemediği şeylerle çepeçevre sarılmıştır.” (Buhârî, Rikak, 28; Müslim, Cennet, 1)

Yani nefsin istekleri yerine getirildiği takdirde, kişiyi götüreceği son nokta, kaçınılmaz sûrette cehennemdir. Zira aşırı istekler (şehvetler), peşine düşenleri cehenneme çeker götürür. Bunların nefse hoş gelmesine aldanmamak gerekir. Çünkü arkası ateştir, azaptır. Bu sebeple de Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz yine duâlarında Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etmiştir:

“Allâh’ım! Nefsime takvâ nasîb et ve onu her türlü günahtan temizle; onu en iyi temizleyecek Sen’sin. Ona yardım edip terbiye edecek sadece Sen’sin.” (Müslim, Zikir, 73)

Cenâb-ı Hak, nefsin tehlikelerine karşı biz kullarını şöyle uyarır:

(Ey Rasûlüm!) Nefsânî arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Artık ona Sen mi vekîl olacaksın?” (el-Furkân, 43)

Bir hadîs-i şerîflerinde Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de:

“Ümmetim adına en çok korktuğum şey; nefislerinin hevâlarına uymalarıdır.” buyurmuştur. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12)

Bu sebeple, ilâhî mahkemede hesaba çekilmeden evvel kendi iç muhâsebesini yapan, amelleriyle neyi murâd ettiğine dikkat ve hassâsiyetle bakan kimse ne bahtiyardır.

Zünnûn-ı Mısrî’ye «–Kul ne ile cennete girebilir?» diye sorduklarında o; «–Beş şey ile girer.» diye cevap vermiş ve şunları saymıştır:

“–Eğriliği bulunmayan istikâmet, hataya düşmeyen ictihad, gizli ve âşikâr Allah Teâlâ’nın kendini murākabe ettiğini bilmek, hazırlanmak sûretiyle ölümü beklemek ve hesâba çekilmeden evvel kendi muhâsebesini yapmak.” (İmam-ı Gazâlî, İhyâ, IV, 716)

İnsan, bu dünyada bir ebediyet yolcusudur. Dolayısıyla tıpkı savaş zamanında tedbir alan ve böylece zafere ulaşan kimse gibi, vakit kaybetmeden tedbir alması ve âhirete hazırlanması lâzımdır. Âhiret için alınacak tedbir ise, Allâh’ın emir ve yasaklarına uymak sûretiyle bu dünyada takvâ üzere bir hayat geçirmeye çalışmaktır. Fakat onun yolunun üzerine dizili şeytanın hile ve tuzakları, nefsinin aldatıcı arzu ve istekleri, önüne çıkan birer düşman ve hedefiyle kendisi arasında birer engeldir.

Nefsin taşkın arzuları, ancak ruh tekâmül etmeye başlarsa bertaraf edilebilir. Dolayısıyla bir mü’min, ancak hayatını bütünüyle Kur’ân ve sünnet istikâmetinde tanzîm edebildiği ölçüde, nefsinin şerrinden ve şeytanın desîselerinden kurtulur ve yalnız Hakk’ın rızâsını talep hâlinde yaşar.

Zira mânevî irşad ve kontrolden mahrum her nefis, hakîkatleri gafletle örten acı bir mahrûmiyet sebebidir.

Şu da hiç unutulmamalıdır ki, nefis muhâsebe edilirken, ömrünün her günü, her saati nazara alınarak zâhirî ve bâtınî bütün âzâlarında genel olarak hesaba çekilmelidir. Bu hususta da İmâm Gazâlî Hazretleri şöyle buyurur:

“Ey nefis! Ölülerin bir saat olsun bile dünyaya geri dönmeyi temennî ettiklerini, eğer imkân olsa bir saat geri dönüp hiç olmazsa îmanın kemâline ererek geri dönmeleri için bütün dünyayı vermeye hazır olduklarını bilmiyor musun? Hâlbuki onların temennî edip bulamadıkları imkânlar bugün senin elindedir. Sen onları nasıl gafletle geçirirsin?

Ey nefis, şaşılacak şeydir ki, kendini dâimâ akıllı ve basiret sahibi olduğunu iddiâ edersin. Her gün malının artmasına sevinmeyi bir akıllılık sanırsın da, ömrünün eksilmekte olduğuna aldırış etmezsin. Ömür eksilirken, malın artmasında ne kâr vardır?

Yazıklar olsun sana ey nefis! Âhiret sana yaklaşırken sen ondan uzaklaşmak istersin. Ondan yüz çevirirsin. Dünyaya yönelirsin, hâlbuki dünya senden vazgeçmektedir. Nice kimseler vardır ki, umdukları yarınlara kavuşamamış ve niceleri vardır ki, içinde bulundukları günleri tamamlayamamışlardır.” (İmam-ı Gazâlî, İhyâ, IV, 755)

Velhâsıl, nefsi tezkiyeye çalışmak ve bu uğurda onu hiç boş bırakmamak, ehemmiyetine ve zorluğuna binâen büyük cihâd” kabul edilmiştir. Bunu başarabilen, yani zor bir mücâhedenin neticesinde nefsânî arzularını asgariye düşürebilen bir mü’mine Cenâb-ı Hak, büyük bir îman lezzeti ihsân eder. Nitekim İbrahim bin Edhem Hazretleri bunu şöyle ifâde etmektedir:

“İlâhî muhabbetteki vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”

Cenâb-ı Hak, cümlemizi, nefsin iğvâsına düşmekten lûtf u keremiyle muhâfaza buyursun. Huzûruna, râzı ve hoşnûd olacağı bir nefs ile çıkabilmeyi bizlere rahmetiyle ikrâm ve ihsân eylesin…

Âmîn…